Kürt sorunu artık bir Avrupa sorunu haline geldi

Tüm varlığı yasaklanmış bir halkın meşru savunma hakkı evrensel hukukta ve ulusal anayasalarda vardır. Hiçbir hukuk kurumu bu hakkını kullanmasından ötürü Kürt halkını suçlayıcı olamaz.

PKK’nin tek taraflı ateşkes tutumunun İmralı süreciyle birlikte daha da geliştirilmesi rant ekonomisiyle bağımlı olduğu çevreleri tam bir boşluğa düşürmüş, ülkeyi uzun süre dondurma ve rehin alma rollerine belirleyici bir darbe vurmuştur. Her türlü tahriklerine rağmen bu tavırda ısrarlı oluş, devlet ve toplumun içinde oldukça palazlanmış bu resmi ve gayri resmi güçleri işlevsiz bırakmıştır. 

Bu çevreler ısrarla savaşa çağrı tutumlarından vazgeçmemişlerdir. Geçen süre bunların iç yüzlerini ortaya çıkarmış; çatışma ortamını neden canlı tutmak istediklerini açığa vurup rant ve yolsuzluk ekonomisindeki rollerini netleştirince hızla tecrit olma konumuna düşmüşlerdir. O zaman Türkiye’nin gerçeklerini ve sorunlarını daha doğru tartışmak imkan dahiline girmiştir. Kürt sorununda da demokratik uzlaşmanın mümkün olduğu görülmüş, gerçek ulusal güvenliğin Kürt sorununun demokratik çözümünden geçtiği anlaşılmıştır. Radikal bir dönüşüme işaret eden bu gelişmeler yavaş da olsa sorunların doğru çözüm yolu ve ortamının neye bağlı olduğunu ortaya koymuş, her gün derinleşen ve boyutlanan krizin nasıl ortadan kalkabileceğini de doğru biçimleriyle göstermiştir.

Bu gelişmeler Kürt sorununda takınılan iki zıt tavrın tarihsel bir anlam taşıdığını da ortaya koymaktadır. Türkiye’nin AB hukuku ve demokrasi yoluna girmesinde Kürt sorununun demokratik çözümü belirleyici bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla AB hukukunu, daha somut olarak AİHS’yi en yakından ilgilendiren bir gelişme aşamasına ulaşmıştır. AİHS’nin uygulanması, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesinde ve tam demokrasiye gitmesinde yaşamsal bir önem arz etmektedir. Sorun bir anlamda hukuki çözüm yoluna girmektedir. 

Böylelikle Kürtlerin yasal haklarının tanınması hem AB’yi hem de Türkiye’yi çok rahatlatan bir sürece girilmesinde en önemli katkıyı yapacaktır. Tersine, AİHS’nin uygulanmaması, AB ülkelerinin Kürt gücü başta olmak üzere birçok sorunla karşılaşmasına yol açmanın yanı sıra, Türkiye’yi de bir çatışma ortamına iterek tüm yönleriyle demokrasi ve hukuktan uzaklaşmasına yol açacaktır. Bunun doğuracağı sonuçların Yugoslavya’nın dağılışından sonra yaşanan sorunlardan daha ağır olanlarına yol açması da kaçınılmaz olacaktır. 

AVRUPA KONSEYİ TÜRKİYE'YE MÜSAMAHAKAR DAVRANIYOR

AB nasıl Bosna, Kosova, Makedonya sorunlarını gündemine alıyorsa birçok kurumun üyesi konumunda olan Türkiye’nin en önemli bir sorununu da AİHS’ye uygun olarak çözüm amacıyla gündemleştirmek durumundadır. AB şimdiye kadar çifte standart uygulamış, siyasal gerekçelerle bu konuda kendi hukukunu uygulamaktan kaçınmıştır. Bu yaklaşım demokrasi ve hukuk konusunda Türkiye’yi duyarsız kılmıştır. Türkiye’ye sunulabilecek en yararlı destek, demokratik hukuk devleti konusunda atılacak adımlarla ilgili olanlarıdır. 

AİHS ve AİHM’nin bu konuda oynadığı rol sınırlıdır. Türkiye’nin Kürtlerle ilgili davalarda yalnız tazminatların ödenmesiyle yetinip, sözleşme ve mahkeme kararları gereği kanunlarında yapması gereken değişikliklerin çoğunu yapmaması bir hukuk ikilemini doğurmaktadır. Kürtlerle ilgili binlerce davanın bazı önemli hukuki sonuçları görülmeliydi. Türkiye hukukundaki eksikliklerin giderilmesi ve antidemokratik maddelerin kaldırılmasında ısrarlı ve sonuç alıcı davranmalıydı. Özellikle bu konuda AİHS ve AİHM’nin hüküm ve kararlarını gözetmek ya da uygulamakla sorumlu Avrupa Konseyi, Türkiye konusunda rolünü oynamakta çok müsamahakâr davranmakta, sorunu yetkili kurumlara taşıyıp gereken ağırlıkta ele almamaktadır. 

Kürdistan’da 4 bine yakın köy ve mezra boşaltılmıştır. Bunların büyük bir kısmı kanunsuz yıktırılmıştır. Bu, AİHS’ye tamamen aykırıdır. Zaten AİHM bu köy boşaltmalarıyla ilgili çok sayıda karar vermiştir. Bu da sorunun bireysel değil, kolektif nitelikte tüm halkı ilgilendirdiğini açık bir biçimde göstermektedir. O zaman bu da sorunun bireysel olmaktan çıktığını ve tüm halkın kaderini ilgilendiren boyutlara ulaştığını kanıtlamaktadır. Bu konuda ‘PKK terörü’nü bahane olarak kullanmak, demokratik hukuk ilkeleri açısından doğru olmayacaktır. Kürtlerin varlığına yönelik haksızlıkların sadece insan hakları kapsamında bireysel olarak, o da birkaç bin dolarlık tazminatlarla geçiştirilmesi skandal düzeyinde değerlendirilmesi gereken bir husustur. AİHS’de ‘üç temel kuşak hakları’ düzenlenmiştir. 

Bu hakların bir parçası da kendi kaderini özgürce belirleme ve kültürel yaşamın özgürce ifadesidir. Kürtler açısından başta bu haklar olmak üzere diğer temel hakların da büyük kısmı uygulanmamakta, sözleşmeyle açıkça çelişen durumlar yaygın olarak yaşanmaktadır. Kürtler önemli oranda hukukun dışında bırakılmaktadır. Birey olarak kısmen hukuk kapsamına alınırken, halk ve kültürel varlık olarak hukuktan yoksun kılınmaktadır. Avrupa Konseyi üyesi hiçbir ülkede bu durum yaşanmamaktadır. Zaman zaman Avrupa Parlamentosu’nda bu konuda çıkan kararlar hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. 

Türkiye’de Kürtler nasıl yok sayılmakta ve ancak Türk olarak kanun kapsamına alınmaktaysa, Avrupa hukuku açısından da buna benzer bir yaklaşım sergilenmektedir. ‘Birey olarak evet, halk ve kültür olarak hayır’ biçiminde formüle edebileceğimiz bu yaklaşımın Avrupa hukuku ve demokratik kriterleriyle çeliştiği açıktır. 

Türkiye’nin bu alandaki olumsuz sicilinin ciddi olarak ve zamanında değerlendirilip gereken kararlara varılamaması, hem Kürt sorununun çözümsüz kalmasında hem de yaşanan krizin bu kadar derinleşerek sürmesinde önemli bir etkendir. Bu bir nevi geleneksel sömürgecilik politikası olan iç sorunlar yoluyla ülkeleri kendine bağlama taktiğini çağrıştırmaktadır. 

VARLIĞI REDDEDİLEN, HUKUK DIŞINDA BIRAKILAN BİR HALK

Savunmamı geliştirirken bireysel konumuma öncelik tanımamam, bu olumsuz yaklaşımın giderilmesi amacına dayanmaktadır. En vahim durumda olan, varlığı toptan reddedilen ve çağdaş halklar gibi kabul görmeyip hukuk dışında bırakılan bir halkın bireyi olarak, hukuk kapsamına alınmamın tutarlı olmayacağı kanısını taşıyorum. Halkının en temel hakları tanınmadıkça, onun bireylerinin hakları tanınsa bile, bunun pek fazla anlam ifade edemeyeceğine inanmaktayım. Hatta sorunu ısrarla ‘bir terör örgütünün haksızlığa uğramış üyesine hukuken sahip çıkmak’ gibi yansıtmak çok vahimdir. Bu durum hukuk adına büyük bir haksızlığa alet olmaktır. Kürtlerle ilgili davalar konusunda bu tehlikeli ikilem yaşanmaktadır. 

Burada akla şu hususlar geliyor: Acaba Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürtleri bir halk kapsamında görmek istiyor mu? İstiyorsa, benzer durumda olan diğer birçok halkın sorununda gösterdiği tavrı niye Kürtlerden esirgemektedir? Acaba Kürtleri soyu tükenen kelaynak kuşları gibi mi değerlendirmektedir? Hukukun çoktan kapsamına alınmış olan ve BM sözleşmelerinde de yasalaşmış bulunan haklar ne zaman Kürtlere uygulanacaktır? Buna benzer birçok sorunun yanıtlanması gerekmektedir. Benim davam Strasbourg’da incelenmeye alınırken, yüz binleri aşan bir halk topluluğu istemlerini bazı sloganlarla mahkeme salonlarına kadar ulaştırmıştır. Bu seslerin bir gerçeği dile getirmiş olması gerekir.

AİHM’nin benim durumumu ele alırken, Kürt halkını ve yaşadığı sorunlarını mutlaka göz önüne alması gerektiği kanısındayım. Avrupa hukukunun da temeli olan Roma hukukunun en temel kaynağı halkların töresine, yani yasal varlığına saygıdır. 20. yüzyıl Avrupa hukuku, 2500 yıl önceki bu yönlü Roma hukukundan daha geri bir pozisyonda bulunamaz. Bulunursa özünü inkâr etmiş olur.

Savunmamı Kürt halk gerçeğinin tarih boyunca nasıl geliştiğine dayandırmam, bu temel sorulara yanıt bulmak açısından zorunlu olmaktadır. Varlıkları en çok inkâr edilen Kürtlerin uygarlık tarihi içinde yerlerinin olmadığı iddialarına gerekli yanıtları bulmak için uygarlık tarihiyle birlikte ele almam önemliydi. Tarihsel süreç içinde varlıklarını tanımlamayanlar günümüzde de kendilerini tanıyamaz ve haklarının mücadelesini veremezler.

Tarihsel çözümlemenin aynı zamanda bütün uygarlıkların bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlı olduğunu, en son halkanın da Avrupa uygarlığı olduğunu bilimsel olarak ortaya koyması sorunların duygusal değil gerçekçi ele alınmasına hizmet edecektir. Davanın AİHM’ne kadar varmasının bu gerçeklikle bağını ortaya koymaktadır.

Avrupa uygarlığının Kürt halkı açısından daha direkt sorumluluğunu ortaya koymak için başını İngiltere’nin çektiği son iki yüz yılın sömürgeci politikalarından nasıl etkilendiğini belirtmem ahlaki ve politik sorumluluğun duyulmasını gerektirmektedir. AB demokratik hukukunun bu sömürgeci politikaları aşmasının pratik anlamı Kürt sorununda AİHS’yi gerçekten uygulamasına bağlı bulunmaktadır.

Kürt sorunu artık bir Avrupa sorunu haline geldiğinden, Kürtlerin varlığını böylesine kapsamlı ortaya koymanın AİHM’yi aydınlatacağı kanısındayım. İçinde bulunduğum koşullar gereği birçok eksiklikleri ve yanlışlıkları olsa da, İmralı Savunmasında yapamadığım bu değerlendirmelerin bir boşluğu doldurduğu inancındayım. PKK hakkında kapsamlı değerlendirmeler yapmaya çalıştım. AİHM çeşitli kararlarında örgütün tüm yapısını kastetmese de, ‘terör’ nitelikli suçlamalara ilişkin bazı kararlar almıştır. Savunmamda bu konuyu aydınlatmaya önem verdim.

Genel olarak şiddet olgusundan tutalım PKK’deki şiddet anlayışına kadar konuya genişçe yer ayırdım. Bununla şiddete ve savaşa karşı hem örgütün tavrını hem de kendi tavrımı netleştirmeye çalıştım. Gerçek olan Kürt halk varlığının belki de hiçbir halkın başına gelmediği kadar yabancı egemenlerin şiddeti altında yaşadığı, bu yüzden özgür gelişme imkânı bulamadığı genişçe ortaya konulmuştur. Tüm uygarlık tarihi boyunca Kürtler ancak dağların doruklarına çekilerek varlıklarını koruyabilmişlerdir. 

Bu yüzden normal kent uygarlıklarını özgür iradeleriyle kurup uzun süre yaşatma gücü bulamamışlardır. Kurulanlar da kısa dönemler sonunda işgal edilmekten kurtulamamıştır. Halen aşiret toplulukları biçiminde yaşamaları bu tarihsel özellikten ileri gelmektedir.

PKK bu büyük şiddet çemberini kırmak istedi. Ama yapısındaki güçlü köylü-aşiretçi zihniyet nedeniyle yeterli ve doğru meşru savunma tarzında bir silahlı mücadeleyi tam oturtamadı. 

TÜM VARLIĞI YASAKLANMIŞ BİR HALKIN MEŞRU SAVUNMA HAKKI

Bilindiği üzere, dilinin özgür ifadesine kadar tüm varlığı yasaklanmış bir halkın meşru savunma hakkı hem evrensel hukukta hem de ulusal anayasalarda vardır. Bu hakkı kullanmak değil, kullanmamak hukuk dışı bir durumdur. PKK’nin meşru savunma çizgisi hem bir anayasal hak, hem de yerine getirilmesi halkına karşı kutsal bir görevdir. 

Hiçbir hukuk kurumu bu hakkını kullanmasından ötürü Kürt halkını suçlayıcı olamaz. Asıl suçlanması gerekenler, çağdaş hukukun vazgeçilmez gereklerini halkımıza tanımayanlardır. Bu durumda meşru savunma elde kalan tek seçenek oluyor. Bu anayasal hak kullanılmıştır. Halkımızın vazgeçilmez ve AİHS’de de gayet açıkça belirtilmiş hakları tanınmadıkça, tüm varlığı inkâr edilip anadilde eğitimde dilini özgürce ifade aracı olarak kullanmak gibi en basit hakları bile yasaklamalara konu olmaya devam ettikçe, meşru savunma hakkımızı sonuna kadar kullanmaktan vazgeçmeyeceğimiz hukukun da bir gereğidir. 

Bu konuda asıl suçlu olanın devlet politikaları olduğu AİHM’nin birçok konuya ilişkin kararlarında ortaya çıkmıştır. Hiçbir suçu olmadığı halde, binlerce sivil vatandaşın devletten beslendiği açığa çıkmış bulunan çetelerce katledilmesine ve binlerce köyün boşaltılmasına kadar varan uygulamalar ağır suç teşkil eden terör eylemleridir. Halkımız tarihte ve günümüzde hiçbir halkın başına gelmemiş terörü yaşıyor. Halepçe örneği henüz unutulmamıştır. Dolayısıyla meşru savunmanın silahlı temelde de olsa kullanılması evrensel ve anayasal ulusal hukukun bir gereğidir.

Kabul edilmemesi gereken ve benim de uzun yıllar karşısında durmama rağmen önlemekte zorluk çektiğim şiddet, meşru savunma çizgisi dışına taşan biçimidir. PKK içinde bazı kişi ve gruplar hem kendi yoldaşlarına, hem sivil halka, hem de devletin şiddet dışında kalan bazı kurum ve kişiliklerine şiddet yöneltmişlerdir. Bunu hem yanlış bulduğum, hem de örneğin başta İsrail ile Filistin arasında vardığı seviyede görüldüğü gibi bir çizgi haline gelmemesi için büyük çaba harcadığım bilinmektedir. Şiddetin bu seviyeye gelmemesi benim bu çabalarımla yakından bağlantılıdır.

1993’ten beri dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın da istekli bulunmasından cesaret alarak yapmaya çalıştığımız tek taraflı ateşkes, birçok aşamadan sonra şimdi büyük bir disiplinle uygulanmaktadır. PKK silahlı güçlerinin büyük bir kısmını sınırların dışına çekip meşru savunma düzenine sokmuştur. Bu düzenin korunduğu Türk makamlarının açıklamalarından da teyit edilmektedir. Bu konuyla bağlantılı olarak PKK ayrılık peşinde olmadığını 2000’deki 7. Kongresinde açıkça ilan etmiş, bu yönlü strateji ve programını açıklamıştır. 

Türkiye’nin ülkesel bütünlüğünü ve devletin üniter birliğini esas alan bir çerçevede, Kürt sorununun barış ve demokratik uzlaşı içinde çözümüne hazır olduğunu defalarca beyan etmiştir. Hiçbir aşırı talep ileri sürmeden, AİHS’nin kapsamı dahilinde hakların kullanılması temelinde bir çözümden yana olduğu anlamına da gelen bu tavır devlet tarafından halen resmen cevaplandırılmamıştır. Devlet Kürt sorununu tanımakta bile güçlük çekmektedir. Avrupa hukuku ve demokrasisinin kriterlerini tanımaya bir türlü yanaşmamaktadır. Türkiye AB’ye aday üye olduğu halde Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeyen tek ülkedir.

HM PKK'NİN TAVRINI TAKDİR ETMELİDİ

Bu durum karşısında AİHM, PKK’nin yüksek bir sorumlulukla sınırların dışına çıkmayı bile göze alarak, iki yıldan beri hem resmen hem de fiilen tam bir disiplinle yürüttüğü meşru savunma durumunu göz önüne almalıdır. AİHM, PKK’nin bu tarihten itibaren kendini hukuk dışı terör olaylarından arındırdığını ve her şeyini kutsal meşru savunma çizgisine göre yürüttüğünü takdir etmelidir. Bu yönlü bir takdir Kürt sorununun meşru zeminlerde tartışılmasına ve çözüm sürecine girmesine katkı yapacaktır. 

Mahkemenin vereceği kararlar, sorunun demokratik hukuk kapsamında ele alınmasına ilişkin olarak, hem AB kurumlarını hem de Türkiye Cumhuriyeti yetkililerini olumlu etkileyecek, ayrıca PKK’yi demokratik hukuk ölçülerinde bir çözüme teşvik edecektir. Dolayısıyla mahkemenin bu gerçekler temelinde özellikle bundan sonra geliştireceği kararların ağır bir sorunu çözmede tarihî anlam taşıyacağını belirtmek durumundayım. 

Daha önce konuya ilişkin verdiği birçok karara saygı duymamla birlikte, yetersizliklerine ilişkin eleştirilerim için bu savunmamın temel teşkil edeceği açıktır. Mahkemenin hep göz önünde bulundurduğu ayrılıkçı şiddet konusu başta olmak üzere, şiddet ve ayrılıkçılığın gerçek nedenleri ve sorumluları ortaya konulmuştur. Mağduriyete yol açanla mağdurun karıştırılmaması gereği büyük önem taşımaktadır. Bunun için PKK’yi bir bütün olarak görmek de mahkeme açısından son derece önem kazanmaktadır. 

AİHM’ye gelen davaların büyük bir kısmı PKK ile bağlantılıdır. Bu nedenle savunmamın PKK bölümünün tıpkı Kürt halkına ilişkin bölümlerinde de olduğu gibi önemle değerlendirilmesi gerektiğine dair inancımı ve talebimi bir kez daha dile getirme gereğini duyuyorum. 

Bu savunmamın aynı zamanda AİHM için de dayanak bulabileceği en önemli belge niteliğinde olduğu açıktır. Bireysel durumum ancak bu iki temel gerçeklik, yani Kürt halkının yasal konumuyla PKK’nin siyasal, askeri ve yasal konumu aydınlandığı ve değerlendirildiği ölçüde daha doğru ve objektif ele alınabilecektir.

(Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kitaplarından derlenmiştir.)

Devam edecek…