Mültecilik ve göç tek bir nedenle ele alınmamalı

Türkiye’de mültecilik, bugünkü tartışmalarla sadece “savaştan kaçanlar” üzerinden tanımlanıyor. Ama birçok nedeni olan göç hareketliliğinde, sadece 2020’de 30 milyon kişi iklim yüzünden yer değiştirmek zorunda kaldı ve bu rakam katlanarak devam ediyor.

Türkiye’de bir süredir ırkçı söylemlerin hedefinde Suriyeli sığınmacılar var. Bunlara son dönemde Afganlı göçmenler de eklendi. Öyle ki bu söylem yavaş yavaş ‘yabancı’ düşmanlığına doğru evrilmeye başladı.

Özellikle Suriyelilere karşı ‘ülkelerinde savaşmayıp buraya geldiler’ söylemi en çok dillendirilenler arasında. Peki, göçün tek sebebi savaş mı? Küresel iklim krizinin halihazırda etkileri yaşanırken, önümüzdeki 10 yıllara bakıldığında dünyayı bekleyen çok daha büyük felaketlerin olacağını söyleyen, bununla birlikte de göçlerin yaşanacağını belirten raporlar var. “Ülke İçinde Yerinden Edilme İzlem Merkezi” (IDMC) tarafından hazırlanan ve sadece sınırlar içi göçmen sayısı 2020 raporuna göre 40 milyondan fazla ve bunun 30 milyonu çevresel faktörlerden. Barış Akademisyeni ve Polen Ekoloji’den Nermin Biter ile iklimin yaratacağı mülteciliğin yanı sıra neden bunun tek tarafıyla ele alındığını konuştuk.

Mülteciler bugün en çok tartışılan konu. Şu an Suriyeliler için genellikle ‘savaşmadılar geldiler’ söylemi hakim ama göçün tek sebebi savaş değil. Bugün dünyayı etkileyecek ve ciddi sorunlar yaratacak bir iklim krizi var ve etikleri yaşanıyor, bu anlamıyla iklimin göçte nasıl bir etkisi var?

İnsanlık tarihi kadar da eski olan göç meselesi çok katmanlı ve çok fazla bileşeni olan bir konu. Şöyle ki; örneğin iradi olarak yer değiştirmelerden zorunlu olarak yer değiştirmelere ve zorla yerinden edilmelere kadar değişen bir insan hareketliliğini anlatıyor genelde. Bunun yanı sıra bireysel ve kitlesel olması; kalıcı veya geçici olması vb. gibi farklı boyutları var.

İnsan topluluklarına baktığımız zaman aslında göç hareketi içerisinde bulunmalarının ilk sebeplerinden biri, çevre koşulları ve buna bağlı olarak tabii ki iklim koşulları da geliyor. Eski çağlardan beri insanların iklim kötüleştiği zaman daha uygun yerlere kitlesel olarak göç etmek durumunda olduklarını biliyoruz. Özellikle bu kitlesel hareketliliğin (ister şiddet ve çatışmalar nedeniyle olsun ister iklimsel/çevresel tahribat nedeniyle olsun) sorun olmaya başlaması, elbette devletlerin ve sınırların ortaya çıkması; ulus devlet modelinin hakim olması; ulusal ve uluslararası sınır güvenliği meseleleri ve bunları düzenleyen uluslararası hukuk konularındaki başlıklar ve zorluklarla karşımıza çıkıyor.

Tabii bugün elbette şiddetle ve savaş ya da çatışmalarla beraber gerçekleşen insan hareketliliği çok gündeme geliyor. Bununla birlikte göç ele alınırken tam da sizin sorduğunuz gibi sanki insanlar sadece doğrudan çatışma ve savaşlar nedeniyle göç ediyorlarmış gibi bir algı yaratılıyor. Bu da göç faktörleri içerisinde elbette, ama tek başına göçün nedeni değil.

Mesela iklimin ve çevresel tahribatların göçte çok büyük etkisi var. “Ülke İçinde Yerinden Edilme İzlem Merkezi” (IDMC), 1998’den beri dünyadaki bütün ülkeler için bu anlamda raporlama yapıyor. Kurumun son raporunda, 2020 yılında afet ve çatışmalar nedeniyle toplam 40.5 milyon kişinin geleneksel yaşam yerlerini kalıcı veya geçici olarak terk etmek zorunda kaldığı belirtiliyor. Bu rakam, raporlamanın yapıldığı son 10 yıldaki en yüksek rakam ve her geçen yıl rakamlar daha da yükseliyor. 2020’de afetler nedeniyle gerçekleşen yer değiştirenlerin sayısı, şiddet ve çatışmalar nedeniyle yer değiştirenlerin 3 katından daha fazla. Şiddet ve çatışma nedeniyle 9.8 milyon, afetler nedeniyle 30.7 milyon yer değiştirme yaşanmış.

Afetler kapsamında doğal süreçlerle ilişkili olan jeofiziksel olaylar dediğimiz (yani depremler veya volkanik patlamalar gibi) olaylar nedeniyle yaşam yerlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı 700 bin. İklim krizine bağlı olarak ortaya çıkan yıkıcı çevresel olaylarla; yani hava ve atmosfer koşullarındaki değişikliklerle gerçekleşen yer değiştirme sayısı 30 milyon olarak kaydedilmiş durumda.

Örneğin; aynı raporda 10.6 milyon kişinin fırtınalar; bir diğer deyişle hava olaylarına bağlı gerçekleşen afetler nedeniyle sınırlar içinde yer değiştirmek zorunda kaldığı belirtiliyor. Geri kalanları da sellerle, taşkınlarla, orman yangınlarıyla ya da erozyonla yaşam yerlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısını veriyor.  Elbette raporlamanın çoğunluğu, aslında akut olarak gerçekleşen olaylara odaklanıyor. Çünkü tedrici gelişen olaylar etkisinde gerçekleşen hareketliliği tek başına bir nedensellikle açıklamanın güçlüğü söz konusu.

Özetle söylemek gerekirse;  iklim krizi ve çevresel tahribatla bağlantılı olarak da yaşam yerlerini terk etmek zorunda kalan insanların sayısı çok çok yüksek. Tabii rakamın düşük veya yüksek olması; ya da göçün şiddet/savaşlar ve çatışma nedeniyle mi yoksa iklimsel/çevresel nedenlerle mi gerçekleştiğini anlamaya çalışırken söylediklerimiz “haklar” meselesini de asla küçültmesin. Çünkü bu bahsettiğimiz rakamların her biri, tek tek insanları temsil ediyor.

Bunlar dünya genelindeki rakamlar mı?

IDMC’nin rakamları sınırlar içerisindeki yer değiştirmeleri ifade ediyor. Sınırlar ötesine baktığımız zaman yavaş ve kademeli gerçekleşen etkilerle ortaya çıkan göç hareketini, yani aslında zorla yerinden edilenlerin sayısını tespit etmek son derece güç. Verdiğim rakamlar çok yüksek sayıda, kitlesel ve ani olduğu için çok dikkatimizi çekiyor ama Afrika’da özellikle Sahra altını düşünürsek; uzun süreli, kademeli olarak kuraklık, su kıtlığı, gıda güvensizliği ya da hava sıcaklığının artmasıyla gerçekleşen ve iklimsel/çevresel değişiklikler nedeniyle yerinden edilen insanlar da var.

O yüzden sınırlar ötesinde genelde savaş ve çatışmalarla gerçekleşen göçü odağa alıyoruz. Tabii ki bu iki kategoriyi birbirinden keskin sınırlarla ayırmak da çok doğru değil. Önümüzde bir Suriye örneği var. Suriye'den göç eden insanların savaş ve çatışma nedeniyle geldiklerini biliyoruz. Ama o savaş ve çatışma koşullarını ortaya çıkaran şeyin altında yatanın da küresel sistemin sorunu olduğunu da biliyoruz; kaynakların az olması, toplumsal adaletsizliklerin derinleşmesi, adaletsizlik ve eşitsizlik örüntüsü içerisinde gerçekleşiyor. Zorla yerinden edilme meselesi diye bir gerçeklik var; bunun tek nedeni ise kolaylıkla manipüle edilebildiği için düşmanlaştırıcı söylemlere de (başta verdiğiniz örnekte olduğu gibi) konu edilen doğrudan, açıkça yaşanan savaş, çatışma veya şiddet değil; iklimsel ve çevresel yıkımlar ve krizlerin de yaşanmakta olması.

Tabii şunu da belirtmeden geçmemek lazım; göç ve mültecilik meselesindeki tartışmaları ayrı kategoriler altında tartışmaya çalışmak demek, bu meseleleri; yani savaş-çatışma/şiddet ve iklim/çevre meselelerinin birbirinden çok keskin çizgilerle ayrıldığı anlamına gelmiyor. Aynı zamanda yaşadığı yerleri zorunlu olarak terk etmek zorunda kalan; bir diğer deyişle hayatta kalmak ve insanca bir yaşam sürdürmek için kaçmak zorunda kalan insanları da içinde oldukları toplumsal bağlamlarından ayrı düşünmemek gerekiyor. Örneğin iklim ve çevresel nedenlerle yerlerini terk etmek zorunda kalan insanların başında; bu krizin ortaya çıkmasında en az katkısı olduğu halde; ceremesini en çok çekmekte kalan insanlar var. Bunların başında da yoksullar, kadınlar, çocuklar, halihazırda bulunduğu yerde zaten göçmen olanlar vb. gibi dezavantajlı kesimler yer alıyor

Peki, bu durumun haritası ne durumda? Hangi ülkeler iklimden kaynaklı göç veriyor? Geçiş yolları nasıl?

Net bir harita çıkarmak çok mümkün olmayabilir. Şöyle ki; mesela kademeli bir şeyden bahsediyorsak çok da kayıt altına alınması mümkün değil. Çünkü göç eden kişilerin çoğu geçim ve barınma kaynaklarının tehdit altında olması nedeniyle aslında ekonomik göçmen olarak tanımlanıyor. Aslında iradi gibi gözükse de bu durumda zorunlu bir tercih yapıyor insanlar. Tabii yine de haritayı mantıken düşündüğümüz zaman en yakın ülkeler geçiş bölgeleri ilk önce oraya, daha sonra da çeşitli tehlikeleri de göze alarak başka ülkelere ve daha ziyade aslında kuzeye, yani koşulların daha uygun olacağı düşünülen bölgelere doğru oluyor. Bu tabii kademeli gerçekleşen göç.

Ama aşırı hava olaylarıyla ya da ani çevresel veya iklimsel etkilerle gerçekleşen bir felakette ne yaparsınız? En yakın bölge neresi ise oraya kaçarsınız. Çoğunlukla da sınırlar içinde gerçekleşir bu yer değiştirmeler ama bunun yanı sıra eğer bulunduğunuz bölge komşu ülke ile sınır ise, bu felaketten kurtulmak için tıpkı savaştan kaçar gibi sınırlar ötesine geçersiniz. Bir de şunu da yeri gelmişken belirtmek önemli. Yıllardan beri bilinen bir gerçek olarak, örneğin Pasifik’teki küçük ada devletleri gibi yaşayacakları bir toprak kalmayacak bütün bir halk ve topluluklar da var. Örneğin, kuraklık ve kıtlıkla yıllardan beri baş etmeye çalışan ülkeler var. Buralarda yaşayan insanlar için ellerinde başka ülkelere göç etmekten başka bir çare de yok.

IDMC’nin son raporuna göre, 2020’de iklimsel ve çevresel nedenlerle en çok yer değiştirme hareketinin gerçekleştiği yerler Çin, Filipin, Bangladeş, Hindistan gibi Doğu Asya'daki ülkeleri ile beraber Latin Amerika ülkeleri, Amerika’nın Kuzey-Güney hattındaki ülkeler ve elbette Afrika’da yıllardan beri hem kıtlıkla hem de çatışmalarla boğuşup duran ülkeler olduğunu söyleyebiliriz. Tekrar gibi olacak ama bu meseleler birbirleriyle iç içe. Örneğin Hindistan'ın çeşitli bölgeleriyle Pakistan, Bangladeş, Afganistan vb. gibi ülkelerde yaşayan savunmasız ve olumsuz koşullarda olan milyonlarca insan bir taraftan çatışma ve savaşlarla uğraşırken bir taraftan da iklim krizinin çok ciddi etkilerini yaşamak zorunda kalıyor. Baş edebilme koşulları da yetersiz ve zayıf olan bu insanlar, zorunlu olarak yer değiştirenlerin ve değiştirecek olanların başında yer alıyorlar.

Türkiye burada hangi noktada? Sadece geçiş bölgesi mi yoksa krizi yaşayacak ülkelerden mi? Çünkü, örneğin kamuoyunda ırkçı söylemleriyle çok yer tutan Ümit Özdağ da Hindistan’daki ve o bölgedeki iklim değişimine örnek verip Türkiye için bunun “sınır güvenliği” tehdidi olduğunu söyledi. Türkiye için bu durum sadece sınır güvenliği mi?

Biliyorsunuz, Türkiye bulunduğu coğrafik konum nedeniyle kitlesel göç hareketlerindeki geçiş bölgelerinden biri. Bu mesele sadece geçiş aşamasında kalmıyor, maalesef ülkelerin kendi aralarındaki jeopolitik ve ekonomik anlaşmaları ve gözettikleri çıkarlar doğrultusunda gelişiyor. Bu nedenle Türkiye aynı zamanda Avrupa’ya göç etmek isteyen pek çok insanın tutulduğu bir ülkeye dönüşmüş vaziyette. Bir yanı bu.

Diğer yandan Türkiye Akdeniz Havzası’nda olduğu için iklimsel ve çevresel açıdan son derece riskli bir bölge. Su cenneti olarak tanımlanır ama son derece yanlıştır. Tam tersine su fakiri bir ülke. Ayrıca gıda krizinin sürekli kapıda beklediği ülke. Ciddi risk altında olan bölgelerden biri. Şu an bunu zorunlu yer değiştirmeler anlamında henüz çok yakıcı yaşamıyor olmamız, bu gerçekle yüzleşmeyeceğimiz anlamına da gelmiyor. Örneğin Türkiye’nin iç göçüne dair tarım politikaları, yangın yönetmeme, su politikaları ve tabii ki çatışmalar gösterilebilir.

Bunun yanı sıra bu krizin sadece iklim değişikliğinden kaynaklı çevresel tahribatların yanı sıra bir de tamamen kar güdümlü gerçekleştirilen, halka rağmen ve halka karşı politikalarda ısrar edilmesinden kaynaklı olduğunu da eklemek lazım. HES projeleri gibi mesela ya da belli bir yerde tekrar bir yapılanmaya gidilecekse istimlak projeleri gibi zorla yerinden edilme de iklimsel/çevresel göç dediğimiz kategori altında ele alınabilir. Bu yüzden manipülatif bir şekilde “o zaman orada kalıp savaşsalardı” demek ya da “düşmanlaştırma” politikalarını derinleştirmenin son derece yanlış ve düşmanca olduğu daha netleşebilir.

Ayrıca şunu da tekrar belirtmek lazım; hiçbir göç ya da zorla yerinden edilme hareketini toplulukların kendi içindeki toplumsal bağlamlardan ayrı düşünemeyiz. Şu söylem var ya; iklim krizi felaketleri geliyor, hepimizi vuracak; milyonlarca insan göç edecek; hepimiz çok büyük tehdit altındayız gibi. Elbette tüm yaşamı etkiliyor, ekosistemleri etkiliyor ama orada “hepimiz” vurgusunu da biraz durup düşünmek gerekiyor. Çünkü bu kriz hepimizden ziyade toplumun daha dezavantajlı kesimlerini hızla ve en yoğun şekilde etkileyecek. Bunun en ön saflarında kimler var? Elbette yoksullar, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ya da zaten halihazırda bulundukları ülkede göçmen olanlar.

Bu da göçün savaş ya da iklim ne olursa olsun eşit etkilemediğini gösteriyor.

Elbette, örneğin bir yerden bir yere savaş/çatışma, şiddet ya da iklimsel/çevresel nedenlerle kitlesel olarak göç etmek zorunda kalmış insanların nerelere yerleştirildiğine baktığınız zaman bunun cevabı ortaya çıkıyor zaten. Hem çevresel hem de iklimsel olarak tehdidin çok yüksek olduğu; koşulların son derece kötü olduğu bölgelere yerleşmek zorunda kalırlar mesela. Örneğin Bangladeş'teki gibi Myanmar'dan savaş nedeniyle oraya göç eden insanlar, fırtınalara ve sellere daha açık ya da erozyon bölgelerine gönderiliyorlar; oralara yerleşiyorlar. Bu yüzden iklimle alakalı bir felaket yaşandığında bu durum ilk olarak yine o insanları vuruyor. Dolayısıyla iklim ya da çevresel etmenlerle gerçekleşen herhangi bir krizde adaletsizlik, eşitsizlikler daha da derinleşiyor ve bu insanlar üzerinde müthiş hasarlar ortaya çıkıyor.

Örneğin gruplar arasındaki çatışma ve gerilimlerin çok yoğun yaşandığı, dolayısıyla şiddetin çok yoğun olduğu ve göçün en önemli faktörü olarak günümüzde bunların öne çıktığı Afrika’da, özellikle Darfur’da son zamanlarda medyaya da yansıyanlar çok önemli. Halihazırda zaten bir şiddet ortamının içinde olan ve göç etmenin hayati önemde olduğu savunmasız kesimler üzerinde baskı ve şiddetin, iklimsel/ekolojik tahribatın sonuçlarıyla ortaya çıkan su ya da gıda kaynaklarındaki yetersizliğinin gücü elinde tutan yapılar veya çeteler tarafından nasıl kullanıldığını görüyoruz. Bu gruplar, kadınların sadece hayatta kalabilmeleri için ihtiyaç duydukları kadar suyu bile cinsel istismar ve tecavüz aracına dönüştürebiliyor ve bu son hızla yaygınlaşıyor. Düşünün, sadece salt bir biyolojik varlığa indirgeniyorsunuz. Yaşamak için de yemek ve içmek durumundasınız. Bunun için bile kadınlara yönelik cinsel şiddet ve suistimal vakalarının nasıl gerçekleştiği ortada. Yerleşik olmayan; halihazırda zorunlu göçmen durumunda olanlar için bu sorunlar daha da katmerleniyor elbette.

Herkesi aynı şekilde etkilemeyecek olsa da iklim ‘mülteciliğe’ ve var olan yasalara da etki edebilir mi ileride?

Var olan yasaların ya da hukukun yeterli olmadığına dair son derece belirgin bir gösterge, “iklim mülteciliği” kavramı. Uluslararası yasada tanımlanmış iklim mültecisi diye bir şey yok. Mültecilik, 1951’de Cenevre Sözleşmesi'yle çıkan yasada şöyle geçer: “Irkından, tabiiyetinden, dininden, belli bir sosyal gruba mensup olmasından ya da siyasi görüşlerinden dolayı vatandaşı olduğu ülkede ciddi anlamda yaşam tehdidi altında olan, dolayısıyla orayı terk eden ve döndüğü zaman hayatı risk altında olan kişiler.” Haklı olarak bildirilen bu gerekçelerin hiçbiri maalesef iklimle ya da çevreyle bağlantılı değil. Dolayısıyla çevresel koşullar ya da iklim krizi nedeniyle ortaya çıkan etkilerle geleneksel yaşam yerini terk edip başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalan insanlar için bir mültecilik tanımı yok. Yani var olan uluslararası hukuk, tüm yaşanmakta olanlara rağmen iklim krizi ve ekolojik tahribatla ortaya çıkan zorunlu göçü bir iltica meselesi olarak kabul etmiş değil.

BM Mültecilik Yüksek Komiserliği tarafından her yıl neredeyse buna dair uyarılar söz konusu olsa da, buna ilişkin çeşitli çalışma platformları vesaireler kurulsa da, bu yasa “iklim mülteciliği ya da çevresel mülteciler” için asla genişletilmiş değil. Sadece ülkeler ya da bölgeler düzeyinde ek protokollerle bir takım anlaşmalarla biraz esnetilmeye çalışılıyor. Ama bunlar da maalesef etkili düzeyde değil.

Bu noktada çözüm ne olabilir diye düşündüğümüzde, yine dönüp dolaşıp aynı yere varıyoruz. Mevcut küresel sistem ve ekonomi politikalar ve uluslararası yasalarla maalesef dünyanın çoğunluğunu oluşturan; zorlukları yaşayan ve ilerde de yaşamaya devam edecek ezilen halkların, tüm diğer adaletsizlik ve eşitsizliklerle beraber iklim/çevre adaletsizlikleri ve onun neden olduğu zorla yerinden edilmeler karşısında da dayanışma ve mücadeleyi yükseltip birleştirmesi gerekiyor. İnsanların ve halkların haklarında ısrarcı olmayı sürdürmesi ve bunları gerçekleştirmenin iradesine sahip olması elzem.