‘Umut hakkı uygulanmalı ve mevzuat değişikliğine gidilmeli’

Amed Barosu Başkanı Nahit Eren, Türk devletinin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a ilişkin “umut hakkı”nı uygulamayı bir kez daha reddetmesine ilişkin konuşarak, “Türkiye’nin hem ihlal kararına uyması hem de mevzuat değişikliğine gitmesi gerekiyor" dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit koşulları devam ediyor. 20 aydır kendisinden haber alınamayan Kürt Halk Önderi’nin avukatlarının başvuruları da cevapsız kalıyor. Abdullah Öcalan, uzun tutukluluk sürecinin yargı mercileri tarafından tekrar değerlendirilip, uluslar arası normlara göre ‘umut hakkı’ kapsamında serbest bırakılması gerekirken, buna ilişkin yapılan tüm başvurular reddediliyor. AİHM, Kürt Halk Önderi ile ilgili 18 Mart 2014 tarihinde verdiği kararda, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının ömür boyu sürdürüleceğine dair düzenlemelerin işkence yasağına aykırı olduğu tespitinde bulunarak, bu konuda yasal düzenlemelerin getirilmesi gerektiğine hükmetmişti.

Ancak Türk devleti, Abdullah Öcalan’a ilişkin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne (AKBK) sunduğu eylem planında bir kez daha “umut hakkını” uygulamayı reddetti.

Umut hakkının bir tutsak için ve hukuksal literatürde ne anlama geldiğini Amed Barosu Başkanı Nahit Eren değerlendirdi.

1999 yılında Türk devletinin Abdullah Öcalan'la ilgili verdiği idam kararını 2000 yılında geri çektiğini ve ölüm cezasını anayasadan kaldırdığını hatırlatan Eren, idamın yerine müebbet hapis cezası denilen yöntemin getirildiğini belirtti. Eren, müebbet hapis cezasının ömür boyu cezaevinde kalmak anlamına geldiği için bu cezalandırma sisteminin 2003 yılında AİHM’in böyle bir cezalandırma yöntemini kabul etmeyerek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olduğuna dair görüş belirttiğini söyledi.

YASAL MEVZUAT DEĞİŞİKLİĞİNE GİDİLMELİ

Eren, AİHM’in kimsenin ömür boyu yaşamını cezaevine geçiremeyeceğine dair bir ihlal karar verdiğini ifade ederek, konuşmasına şöyle devam etti: “Aslında bu ihlal kararından sonra Türkiye'nin yasal mevzuatını buna göre güncellemesi gerekiyordu. Ama hala Türkiye bu konuda yasal mevzuatını incelemedi ve ömür boyu hapis cezasını fiilen uyguluyor. Yakın zamanda Diyarbakır Barosu adına Avrupa Konseyi'ne bu konuda bir başvuru yaptık. Bakanlar Komitesi'ne Türkiye hakkında verilen bu konu başlığı altındaki ihlal kararının da hala iç hukukta yasal mevzuat anlamında bir değişikliğe uğramadığını ve bu temelde hakkın hala ihlal edildiğini söyledik. AİHM kararlarının uygulanmasıyla ilgili Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK) bir denetim mekanizması yürütüyor.”

SON YILLARDA AİHM KARARLARI TANINMIYOR

Normal şartlarda AİHM veya AKBK’nin verdiği ihlal kararlarının Türkiye’yi yasal düzenlemeler yaparak mevzuatını buna uygun hale getirmesi konusunda işaret vermiş olduğunu söyleyen Eren, “ Verilen ihlal kararları, salt bireysel anlamda bir başvurunun o ülkede kişi açısından gereken değişimin ya da yeniden yargılamanın veya infazın değiştirilmesi tarzında kararlar olmuyor. Aynı zamanda hakkında ihlal kararı verilen ülkenin mevzuatını da buna uygun hale getirmesi gerekiyor. Ama Türkiye'de hala ömür boyu hapis cezası maalesef uygulanıyor. Tabii yani Türkiye'de son yıllarda yaygın bir şekilde AİHM kararlarına uygulanmadığına tanıklık ediyoruz. Gerek Demirtaş ve Kavala kararlarında gerekse buna benzer davalarda. Türkiye, olası bir ihlal kararını giderme durumunda bile sorunu çözmüş olmayacak; Mevzuatını buna göre düzenlemesi lazım. Türkiye'de bırakın mevzuatı bu anlamda Avrupa müktesebatına uygun hale getirmeyi, maalesef bireysel anlamda da karalar uygulanmıyor” diye konuştu.

KÖTÜ MUAMELE VE İZOLASYON

“İmralı Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde şu anda bırakın umut hakkı çerçevesinde bu konuyu gündeme getirmeyi, yıllardır avukat görüşü yaptırılmıyor ve aileleriyle görüştürülmüyor” diyen Eren, aynı cezaevinde tutulan insanların dahi bir araya gelmelerinin engellendiğine dikkat çekerek, şu değerlendirmelerde bulundu: “Bir arada tutulan insanların da görüşmesi engelleniyor. Bunların tamamı aslında kötü muameledir. Yani bir izolasyon, sosyal ilişkilerden koparma söz konusudur. Ailenizden koparılıyorsunuz ve en temel hakkınız olan avukatlarınızla görüşünüz sürekli farklı gerekçelerle engelleniyor. Türkiye'de bu konuların kişilerden ya da düzeninden kaynaklı olduğunu ya da hukuki kararlar olduğunu söylememiz çok güç. Yani Türkiye'deki siyasal konjonktürle alakalı ya da Kürt meselesine bakış açısıyla ilintili bir süreç işliyor. Bu anlamda hukuksuzluklar ve hak ihlalleri Türkiye'de yaşanıyor ama politik saiklerden ari olduğunu söyleyemeyiz.”

SİVİL TOPLUM BASKI ALTINDA

Tecrit meselesinin hukuk camiası tarafından tartışılmaması ve gündeme alınmamasına da değinen Eren, “Türkiye'de genel anlamda sivil toplumun, meslek örgütlerinin, hak kurumlarının aslında iktidar tarafından hangi noktaya getirildiğinden meseleye başlamak lazım. Türkiye'de bölge açısından çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte çok sert bir yeni güvenlikçi politika anlayışı egemen oldu. Türkiye'nin batısında da aynı şey yaşanmaya başladı. Bu da OHAL rejimi, KHK uygulamalarıyla devam etti. Sivil toplum üzerinden ciddi bir baskılanma süreci başladı. Oysa biz bu ülkede 2000’li yıllarda yine aynı iktidar tarafından Avrupa Birliği'ne uyum sürecine, sivil toplumun, mesleki örgütlerin, hak kurumlarının nasıl desteklendiğine de tanık olduk. Ama 2016’dan sonra, Türkiye'de ciddi bir şekilde bu alan baskılanmaya başladı. Soruşturma tehditleri gördük. Bunların altında yatan faktörler de şuydu; Ya benim ortaya koyduğum strateji ve yürüdüğüm yolda yürürsün ya da bu minvalde konuşmazsın” şeklinde konuştu.

ELÇİ’NİN KATLEDİLMESİ BİR GÖZDAĞIYDI

Sivil toplum ve hak örgütleri kendilerine yönelik gerçekleşen saldırılara karşı gereken direnci ve mücadeleyi gösterilemediklerini vurgulayan Eren, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Saldırılara karşı mücadele edenler de hemen hedef gösteriliyorlar. Bir şekilde ya gözaltına alınıyorlar ya tutuklanıyorlar ya da farklı yöntemlerle susturuluyorlar. İşte Tahir Elçi'nin katledilmesi ya da Osman Kavala’nın tutuklanması gibi. Bu iki örnek, bir şekilde aslında sivil topluma, meslek örgütlerine bir gözdağıydı. Meslek örgütlerinin sinmeye başladığı süreçleri başlatan olgulardı bunlar. Zaman zaman biz de Diyarbakır Barosu olarak iktidarın ya da belli çevrelerin hoşuna gitmeyen açıklamalarımızdan dolayı hedef haline geliyoruz. İktidar da kim olursa olsun bu anlayışın ülkeye katkı sunamayacağını çok rahat söyleyebiliriz.”