Fermanlara inat yaşama tutundu - II

Hepimiz öyle ölümü beklerken, hatta ölüm biçimimizi konuşurken gerillaların gelişiyle birden her şey değişmişti. Gerillanın varlığını hissetmek çok güzeldi. İhanetten sonra kahramanlık ve umut konuşulmaya başlandı.

Hep ferman deyişimiz fermanlarla dolu geçen tarihimizden kaçamıyor oluşumuzdan ileri geliyor. Dile dolanan 74 ferman, tarihin saklı kalmış köşelerinde yüzlercesine uzanıp gidiyor. Yaşanan bunca fermandan sonra, Êzidî kadınları sadece intikam için değil, özlerini bulmak için eşsiz bir direnişi ilmek ilmek ördüler. Kendine kavuşmanın savaşını boyun eğmeden vermeyi öğrendiler. Êzdalığın ve kendine ait olmanın mücadelesini veren Nûhat’ın hikayesinin ikinci bölümünde son fermanın tarihe not düştüğü ihanet ve kahraman yüzünü göreceğiz.

“DAİŞ’in varlığını hemen hemen herkes bir biçimde duymuştu. Biz onlara cehş diyorduk. Irak ve Şam güçleri de deniliyordu. DAİŞ Musul’a saldırdığında Şengal’de DAİŞ ismi herkesin dilindeydi. DAİŞ sonra yönünü Telafer’e verdiğinde herkes korkmaya başladı. Binlerce Şii Arap, Şengal’e sığınmıştı. Şengal’in güneyi onlara ev sahipliği yapmıştı. Bizim de tanıdığımız aileler vardı ve hepsi o Şiilere kapılarını açmıştı. Şiiler, Şengal’e sığındıktan sonra DAİŞ’lilerin Şengal’e saldıracağını tahmin ediyorduk. Çünkü Telafer Şengal’den uzakta değil, Telafer’e gelen barbar çetenin Şengal’e gelmemek için herhangi bir sebebi yoktu. DAİŞ nereye saldırırsa orayı işgal ediyor, diyorlardı. İşte o dönem DAİŞ ile ilgili söylemler her yerden yükseliyordu.

DAĞDAN UZAK KÖYLERE SALDIRI

3 Ağustos 2014 sabahı her yerden telefonlar geldi, DAİŞ’in gece Gir Zerik ve Siba Şêx Xidir köylerine saldırdığını söylediler. Dağdan uzak olan tüm köylere saldırmışlardı. Biz dağın yamacında olduğumuz için ovadakiler kadar korkmadık. Ayrıca halk önce bu saldırılara ciddi yaklaşmadı ama sonra erkekler öldürülünce ve kadınlar götürülünce herkes durumun vehametini anladı ve herkesi bir korku nöbeti tuttu. Benim babam da ve ailemin hemen hemen hepsi de KDP güçleriyle hareket ediyordu. Babam da KDP’nin savaşacağını düşünüyordu. Halk KDP ve Iraklı güçlerinin kaçtığını görünce panikledi ve can havliyle dağlara ulaşmaya çalıştı. Ovadan kaçan halk, bizim olduğumuz tarafa sığınıyordu. Biz de insanlara yardım etmeye çalışıyorduk. Sabah başlayan göç dalgası, akşam hatta gece saatlerine kadar sürdü. akşamüstü olduğunda bulunduğumuz alan insan seline dönüşmüştü. Kadınların ağıtları dağın yamaçlarından kendini vadilere vuruyordu. Biz önce DAİŞ’liler bir iki yere saldıracak ve sonra geri gidecek, diye düşünmüştük. Bize gelenin ferman olduğunu hala anlamamıştık. Hatırlıyorum; büyüklerimiz orada ‘lawo lawo bu gelen beklediğimiz fermandır, bizi yıkacak’ diyordu. Dağların yamaçlarında sayı arttıkça su ve yiyecek sorunu çıktı. İlk gün elimizdeki erzaklar tükendi. Biz önceden bir hazırlık yapmadık. Durumun böyle olacağını bilseydik bu kadar tedbirsiz olmazdık. Kaçan KDP güçleri bize durumu anlatmış olsalardı hiçbir şey bu kadar ağır olmadı. Yanımıza gelen herkes KDP güçleri bizi sattı, diyordu ve babam buna karşı reflekssizdi.

ÖLÜMÜ BEKLERKEN BEYAZ BAYRAK KALDIRIN, DEDİLER

DAİŞ, Borik ve etraf köylere de gelmeye başlayınca herkes daha fazla korktu. Biz bulunduğumuz yerden genel yolu görebiliyorduk. DAİŞ konvoylarının gelişini görüyorduk. Borik’in tam karşısına gelen DAİŞ’lileri uçaklar vurdu ve onların iki arabası yandı. Bu bizi sevindirdi ve sonra devamını bekledik, çünkü o yanan arabalara aldırış etmeden sürekli arabaları geliyordu ama onların önünü tutacak hiçbir şey yapılmadı. Borik köyüne doğru gidiyorlardı. Bizi kaderimizle baş başa bıraktılar. DAİŞ’liler yakınlaştıkça biz dağlara çıkmaya başladık. DAİŞ gelip bizi yakalayacak, öldürecek, tecavüz edecek, kaçıracak sohbetleri, vadi ve dağlarda yankılanıyordu. Umutsuz düşmüştük. Biz ölümü bekledik. Sonra bize beyaz bayrak kaldırın, dediler. Suyun bulunduğu Siba’nın (suyun toplandığı büyük su depoları) üstüne bir beyaz bayrak astılar, bayrağın üstünde kedi ve fare resmi vardı. Bize kaldırın dedikleri bayrak teslimiyet bayrağıydı. Benim bulunduğum yerde kimse onlara inanmadı ve aşağıya inmedi.”

Öyle görünüyor ki ferman öncesi başlayan sonrasında ferman ve ferman sonrasında ihanet, o dağların peşini hiç bırakmamıştı. Neyse ki dağların asiliği binlerce Êzidîyi korumuştu ve ovadan gelen ihaneti kendine yanaştırmamıştı. Nûhat’ın anlattıklarına öfkelenmeden geçemiyor insan. En çok da binlerce savunmasız kadın ve çocuğun nankörce yakalanıp götürülüşleri bu toprağın fotoğrafı olarak hafızalarda kaldı. Tarih bir insanın ömründen daha canlı ve daha uzun ömürlü,hatta ölümsüzdür. İşte Şengal’de yazılmaya başlayan tarih, hepimize bunun derslerini sunan binlerce örnekle dolu. Nûhat’ın hikayesi onun değil, bu topraklara yapılanların hikayesi, zaten kendi duygularını kendi toplumsallığından hiç kopuk ele alamadı. Olan her şeyin farkında. Devam ediyor:

QASIM ŞEŞO ÇAĞIRDI, DAİŞ BASKIN YAPTI

“Ferman günlerinde gündüzleri çok sıcak, geceleri de çok soğuktu. Büyükler bir biçimde dayanıyordu ama çocuklar dayanamıyordu. Kimse dağlarda uzun kalacağını bilmiyordu. Bu nedenle hiç kimsenin yanında onu ve çocuklarını sıcak tutacak bir şeyi yoktu. Aradan birkaç gün geçmişti DAİŞ, Borik ve çevre köylerin tamamını ele geçirmişti. Bir tek Kersê ve Şerefedîn’e girememişti. Sonra bir gün Qasim Şeşo dağa haber gönderdi ve tüm aşiret reislerini çağırdı. Aşiret reisleri gelsin, bir durum değerlendirmesi yapalım, ne yapacağımızın kararını verelim, dedi. Bu durum benim de dikkatimi çok çekmişti. Ben de konuşulanlara hep kulak veriyordum, ne olacağını merak ediyordum. Ben, teyzem ve bir amcamın kızı, bizim aşirete ait silahlar ve cephanenin nöbetini tutuyorduk. Bize bu görev verilmişti. Tüm cephane bir aracın arka bagajında toplatılmıştı ve araç vadide duruyordu. Biz de görevimize sahip çıkmak için her şeyi yapıyorduk. Bize, ihtiyacımız bir şeye olursa getirin, diyorlardı. Yani biz dağa çıkış yolunu da tutuyorduk. Erkekler yüksek yerlerde mevzilenmişlerdi, olur da DAİŞ gelirse oradaki halkın savunmasını alacaklardı. Biz de onlara cephane sağlayacaktık. Neyse, Qasim Şeşo toplantı alırken yanınızda olan tüm cephaneyi de getirin, demiş. Bizim aile büyükleri de bizim nöbetini tuttuğumuz cephaneyi Qasim Şeşo’nun yanına gönderdi. Aşiret büyüklerimiz orada bir oyun olduğunu hissetti ve son dakikada gitmeyeceklerini söylediler. Etrafta olan diğer aşiret reisleri gitti ve toplantı başladıktan kısa bir süre sonra  DAİŞ oraya baskın yaptı. Orada olanların bir çoğunu öldürdü. Qasim Şeşo’ya bir şey olmadı, nasıl olmadı bilmiyorum. Bize ait olan cephane de orada patlatıldı. Böylece Şerefedîn’in yakınlarını da aldılar ve kısa çatışma sesleri geliyordu. Biz de bu durumdan sonra korktuk ve daha fazla yukarılara çıktık. Orada nasıl bir oyun vardı bilmiyorum ama bir şeylerin doğru gitmediğini herkes anlamıştı. Elimizdeki cephane böyle alındı. Onun ötesinde orada birçok insan katledildi.

12 SUVARİ’NİN GELİŞİ

DAİŞ saldırdıktan bir gün sonra herkes gerillalardan bahsediyordu. Gerillalar Şengal’e gelmiş diyorlardı ama biz daha görmemiştik. Tabii ben, annem, teyzelerim onları sabırsızlıkla bekliyorduk. 12 Suvari gelmiş, diyorlardı. Onlar Heval Dilşer, Heval Memo, Heval Hedar, Heval Agit, Heval Sexwebûn ve diğerleri… Toplamda 12 gerilla, 12 Suvari Şengal’deydi. Ağırlıklarını Şengal’in güneyine vermişlerdi, çünkü DAİŞ’in güneyde yaptıkları çok ağırdı ve halk orada mahsur kalmıştı. Binlerce insanı Şengal’in Qandil’inden kurtardılar. Çilmêra’dan Şerefedîn’e doğru gelen aileler, bize o gerillaların kahramanlığını anlatıyordu. Belliydi ki gerillaların varlığı hem cesaret hem de umut vermişti. Çok ilginç bir durumdu. Hepimiz öyle ölümü beklerken, hatta ölüm biçimimizi konuşurken gerillaların gelişiyle birden her şey değişmişti. İhanet, talan, yok olma korkusu ve geride binlerce şehit, esir bırakılmıştı. O yamaçta yaşadığımız büyük bir travmaydı. Bu psikolojiye açlık ve susuzluk da eklenmişti. İşte böylesi bir durumda gerillanın varlığını hissetmek çok güzeldi. Öyle ki tarif edilmeyecek bir duygu. Etrafımız sarılmıştı ve çember gittikçe daralıyordu.

HERKES DİRENSİN, ÊZDALIK BİTMEYECEK

Teyzemin oğlu Süleymaniye’den telefon açtı ve ‘biz gerillalarla birlikte Şengal’e doğru yola çıktık. Bir iki güne yanınızda oluruz. Herkes dirensin, Êzdalık bitmeyecek’ diyordu. Biz ailece buna yabancı değildik. Gerillaları, Rêber Apo’nun Şengal halkına yaklaşımını biliyorduk, bizi savunacaklarına inanıyorduk ama halk bunu bilmiyordu. Herkese gerillaların insanlık koridoru açmak için büyük bir savaşa girdiğini söyledik. Önce kimse inanmadı. Aralarında bazıları Şengal Dağı’nda gördüğümüz 12 Suvari’ye benziyorlarsa o zaman biz onlara inanıyoruz, diyordu. Genel sohbetler bu minvaldeydi. İhanetten sonra kahramanlık ve umut konuşulmaya başlandı.

Koridor için başlayan savaşın sesini uzaktan duyuyorduk. HPG, YJA Star, YPG ve YPJ, barbar DAİŞ’lilere ve ihanete karşı Êzidîleri, yani bizi korumak için büyük bir savaş verdiler. O koridorda yüzlerde gerilla, şervan şehit düştü ve en sonunda insanlık koridoru açıldı. Bu herkes için büyük bir umuttu. Gelen gerillalar halkı sağlam bir biçimde koridora yöneltti. Getirebildikleri kadar araç getirmişlerdi; hasta, yürüyemeyecek ve durumu ağır olan insanlar araçlara bindirildi. Biz kalanlar da Digur köyünden Rojava sınırına kadar yürüdük. Saatlerce yürüdük. Yol boyunca önümüze gelen her gerilla bize su ve yiyecek getirmişti. Çocukları ve yaşlıları sırtlıyorlardı. Bu yaklaşım beni çok etkiledi ve ben de onların yanında kalmak istedim. Bunu ailemle paylaştım, onlar da bana sınıra kadar gel, sonra onların yanına gidersin, dedi. Tabii öyle yapmadılar. Ceza’ya ulaştıktan sonra beni orada bırakmadılar. Rojava’ya ulaştığımızda gördüğümüz manzara hepimizi çok etkiledi. Küçük çocuklar bile bizi karşılamaya gelmişti. 6-7 yaşlarında çocuklar ellerinde su şişeleri bizi bekliyordu. O küçük ellerden aldığımız su bize hayat gibi geldi. Biz o gün ikinci kez dünyaya geldik.

KÖLE SÜRÜLERİ GİBİ BAKIYORLARDI

Başûr ve Rojava sınırında bir gece kaldık ve sonra Başûrê Kurdistan’a geçtik. Biz Rojava’da kalmak istedik ama bize öncülük eden bir amcam ve onun çevresi bizi kandırarak Başûrê Kurdistan’a geçirdi. Orada bir okulda 6 ay kaldık. Herkes o okulda, geride bıraktıkları ve yaşadığı acılardan kaynaklı yas tuttu. Bana anlamsız gelen, bize ihanet edenlerin evine neden gittiğimizdi. Yaşadığım çelişki, amcam ve babamdan daha fazla kopartıyordu. Çünkü onlar bizi oraya götürmüşlerdi. Bize yemek getirirlerdi, getirdikleri yemek ya pirinç pilavı ya da sadece ekmek olurdu. Tabii o yemeği vermek için de bizi sıraya dizerlerdi. Elimize bir kağıt tutuştururlardı ve biz o kağıtları göstererek bir avuç pirinç alırdık. Köle sürüleri gibi bize bakıyorlardı. Bu durum çok gurur kırıcıydı. Katliam yaşamış bir halka yapılacak en kötü yaklaşımdı. Ben Şengal’de fermanın orta yerinde kalmayı, orada yaşadığımız duruma tercih ediyordum; en azından kendi topraklarımızda onurluca ölürdük, diyordum. Bu durum, annemin ve kardeşlerimin de zoruna gidiyordu. Sonra oradan ayrıldık ve Rojava-Başûr sınırına gidip orada bir süre kaldık. Geçimimiz çok zorlaşmıştı. Yiyecek ve barınma konusunda çok zorlanıyorduk. Göç hayatı hepimizi çok zorladı.

TEKRAR ŞENGAL’E DÖNDÜK

DAİŞ, biz Şengal’den çıktıktan sonra insanlık koridoruna saldırmış ve kapmıştı. Arkadaşlar, tekrar büyük bir savaşla koridoru açtılar ve biz de ailece 2015’te tekrar Şengal’e döndük. Tabii benim hayalimde olan gerillalarla olmaktı. Daha önce ailem bırakmamıştı ama ben bunu unutmamıştım. Yüreğimin bir yerinde tekrar Şengal’e dönmek ve hakikat arayışçılarına katılmak vardı. Bu anlamda tekrar Şengal’e geri dönmek benim hayatımda bir dönüm noktasıydı. Ben kararımı vermiştim; artık benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Döndüğümüzde Yusufan köyüne gittik. Dedemin eski köyüydü ve köye fermandan sonra tekrar geri dönmek benim için çok anlamlıydı. Şengal’de büyük bir direniş vardı ve ben bundan uzak duramazdım. Şengal merkez ve çevresinde olan köyler hala DAİŞ’in elindeydi. YJA Star ile YPJ ve YPJ-Şengal olan kadın şervanları görünce ben de onlar gibi olmak istiyordum. Şengal Özgürlük Hamlesi’ne katıldım. Heval Dersim Kobanê, Heval Hedar ve şehit Çiya’yı görünce çok etkilendim. Onlar DAİŞ’e karşı savaşırken bile yanlarındaki yiyecekleri halka veriyordu. Onların iradesi beni ve herkesi onlara daha fazla çekiyordu. Benim etkilenmemi gören gerillalar, bana sen de halkın için mücadele alanlarında yer alabilirsin, dedi. En çok da Heval Hedar beni etkiledi ve onun desteğiyle daha fazla kararlaşmayı yaşıyordum. Heval Hedar, 12 Suvari’den biriydi, yani o da bizimle ferman yaşamıştı.

Ben artık onların yanında kaldım. 2017’de ben de artık bu mücadelenin bir parçası olmuştum, sorumluluklarımın farkındaydım. 2019’da da bir Êzîdî kadını olarak gazetecilik yapmak istedim. Düşman gerçekliğini ve aynı zamanda yaşanan fermanların gerçek yüzünü halkıma, kadınlara aktarmak için gazeteci olmalıydım. O günden beridir elimde fotoğraf makinem Ezdalığın ve toplumsallığın korunması için deklanşöre bastım. Şimdiye kadar yazılmayan, çekilmeyen ferman, önümüzdeki nesiller için kalmalı ve bilinçli, kökleri üzerinde bir Êzîdî toplumu var olmalıydı. Önderlik sayesinde hakikatimizle buluştuk.

HALKIMIN, İNANCIMIN ŞERVANIYIM

Benim doğup büyüdüğüm ve ferman yaşadığım toplumda bir kadın olarak gazeteci olmak önce kabul edilmedi. Annem, beni çalışmada ve mücadelede hep destekledi. Annemin hep hayaliydi; benim kızım bu toplumun hakikatini dünyaya anlatabilmeli, bunun yolu gazetecilikten geçer, diyordu. Bunu da arkadaşlardan öğrenmişti. Bana senin için hayal ettiğim mücadele alanını buldum, sen bizim hakikatimizi yazıp, çizmelisin ve zaten senin bu konuda ısrarın ve azmin de çok önemli, derdi. Ben de bir nevi annemin hayalini gerçekleştirdim. Neresi olursa olsun mücadele içinde yer almak benim için önemliydi. Yaptığım çalışmanın zorlukları çok ama sonuçlarını görünce bu beni mutlu ediyor. Dışarıya kapalı olan bir toplumu konuşturmak, duygularını ve düşüncelerini paylaşmasını sağlamak öyle kolay olmadı. Bu topraklarda gazetecilik yapmak büyük bir azim istiyor. Ben bunu kendimde yaratmak için büyük bir savaş verdim. Ben kendimi halkımın, inancımın şervanı olarak görüyorum. Ömrüm yetebildiği kadar hakikat yolunda yürüyeceğim.”

Nûhat’ın hikayesi güneş batmamış olsaydı belki günleri bulabilirdi ama günün batımı ve güzel manzaraya olan hayranlığımız eşliğinde sonlandırıyoruz. Her Êzidî kadının yaşadıkları birbirine benziyor. Bu nedenle ben Nûhat’ı burada bitirmiyorum, bir başka Êzîdî kadının hikayesinde Nûhat ve diğer tüm kadınların hikayesi hep anlatılmaya devam edecek.