31 yıl önce Düsseldorf’da yaşananlar…

31 yıl önce 24 Ekim günü Düsseldorf Eyalet Mahkemesi’nin tarihi binasında ülkenin büyük toplu siyasi davası başladı. Cam bölmelerde hakim karşısına çıkarttığı Kürt devrimcileri ve yurtseverleri yargılamaya çalışan Almanya, boyunu aşan bir işe kalkışmıştı.

Kürt özgürlük hareketinin 15 Ağustos 1984’te silahlı mücadeleyi başlatması sadece bölge ülkelerinin değil, aynı zamanda küresel güçlerin de gözünü Kürdistan’ın kuzey parçasına çevirmesine yol açmıştı. 12 Eylül 1980 cuntasının Kürdistan ve Türkiye’ye karabasan gibi çöktüğü yıllarda bir avuç Kürt devrimcinin silahlı ayaklanma başlatması bütün odakları şaşırtmıştı. Türk devleti ise “20. yüzyılın son çeyreğindeki son Kürt isyanını” bastırmak için Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyeliğinin bütün imkânlarından yararlanacak ve bunun için hemen batılı ülkelerin kapısını çalacaktı.

Uluslararası arenada Kürt özgürlük mücadelesine dönük ilk konseptlerin hazırladığı günlerde, 21 Mart 1985’te Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (ERNK) kuruluşu ilan edildi. Silahlı mücadelenin yanında kitlesel örgütleme için de bir start verilmesi, hareketin yönünü Kürdistan’ın yanı sıra yurt dışına çevirmesi, geniş bir örgütlenme ağı için düğme basması, batılı ülkelerin rolünü daha da artıracaktı.

O yıllarda Kürtlerin Almanya ve İsveç’te siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda aktif olması bu ülkeleri öne çıkaracaktı. Dönemin İsveç’teki Palme hükümeti, Türk devletinin “ortak mücadele” tekliflerini geri çevirirken, Bonn’daki Kohl iktidarı ise Stockholm’un aksine Ankara’daki cuntacı generallerle yakın ilişkiler, dostluklar içindeydi. Zaten 5 Kasım 1981 günü Ankara’ya giden Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası askeri rejimle yöneltilen Türkiye'yi ilk ziyaret eden batılı dışişleri bakanı olarak tarihe geçecekti.

Başbakan Helmut Kohl 1985’te, Cumhurbaşkanı Richard von Weizsaecker 1986’da Ankara’ya giderek 12 Eylül rejimi ile ilişkileri daha da pekiştireceklerdi. Kenan Evren ve ekibi Almanya ile bütün görüşmelerde “ortak mücadele” için beklentilerini dile getiriyordu. Zaten ileriki yıllarda Batı Almanya, Kürt özgürlük mücadelesinin bastırılması için Türk devletine her türlü siyasi ve askeri yardımı vermekten geri durmayacağını ispatlayacaktı.

PALME CİNAYETİ İLE BAŞLAYAN SÜREÇ

İsveç Başbakanı Olaf Palme’nin 28 Şubat 1986 akşamı öldürülmesinden sonra başlayan süreçte İsveç ve Almanya Kürt yurtseverlere/devrimcilere karşı başlatılan cadı avını birlikte koordine edecekti. Zira Kürtlerin Palme’nin öldürülmesiyle yakından-uzaktan bağlantısının olmadığının daha o günlerde bilinmesine rağmen, Palme’nin en çok sevdiği halk “olağan şüpheli” ilan edilmişti.

Yaygın İsveç, Alman ve Türk basını el ele vermişçesine 1986 Mart’ın ilk günlerinde PKK’lilerin Palme’yi öldürdüğü senaryosunu manşetlerine taşırken, İsveç’te Emniyet Genel Müdürü Hans Holmer, Almanya’da da Federal Başsavcı Kurt Rebmann Kürt devrimcilere ve yurtseverlere yönelik operasyonlar için ilk talimatları verdiler. İsveç’te Holmer’in marifetiyle Palme cinayetinde hayali “Kürt izinin” yaratılmasıyla paralel olarak Almanya’da da Kürt hareketini kriminalize etme siyaseti devreye sokuldu.

ŞUBAT 1988 OPERASYONLARI…

Federal Savcı Rebmann’ın talimatıyla 21 Mart 1986 günü Duisburg’ta ERNK’nin kuruluşunun birinci yıl dönümü için yapılan merkezi Newroz gecesi Alman polisin hedefi olurken, 1987 yılında Kürtlere yönelik ev baskınları, gözaltılar ve tutuklamalar arttı. 1987 yılının Ağustos’unun ilk günlerinde bu kez 11 şehirde 43 Kürdün evi basıldı. Aynı yıl İsveç'te soruşturmayı yürüten Hans Holmer ve Rebmann’ın iş birliği ile Palme olayındaki “Kürt izi” daha da genişletildi. İsveç ve Alman polisinin elinde artık bir “katil zanlısı”nın fotoğrafı da vardı. Hürriyet gazetesi 2 Eylül 1987 günü “İsveç PKK’lı Hasan’ı arıyor” manşetiyle çıktı.

O yıllarda Almanya’da yaşayan Kürtleri ilgilendiren asıl gelişmeler 1988 yılının başlarından itibaren yaşanacaktı. 18-20 Ocak 1988 tarihleri arasında Düsseldorf’ta organize edilen uluslararası polis konferansında Avrupalı istihbarat örgütleri, PKK’ye karşı daha etkin ve ortak mücadele etme kararı aldı. Top artık Alman Federal Başsavcı Rebmann’ındaydı. Şubat ayının ortalarında Rebmann’ın talimatıyla Alman polisi harekete geçti. Aralarında PKK Merkez Komite Üyeleri Ali Haydar Kaytan ve Duran Kalkan’ın da bulunduğu 20’ye yakın Kürt devrimci ile yurtsever çeşitli kentlerde gözaltına alındı.

Türk medyasının “Palme’nin katil zanlısı” olarak hedef gösterdiği Hasan Hayri Güler tutuklanan ilk isim oldu. 18 Şubat 1988 günü basının karşısına çıkarak operasyonu duyuran Kurt Rebmann’ın bu sözleri işin içinde Türk devletinin olduğunun en açık itirafıydı: “Yakaladıklarımız buz dağının tepesindekiler. Bu militanların serbest bırakılmasını sağlamak için PKK’nin önümüzdeki günlerde eylem yapmasını bekliyoruz. Sanıklar, Federal Almanya’da yasal görülen FEYKA, ERNK ve Hunerkom gibi kuruluşlarla Türkiye’de Kürt devleti kurmak için verilen silahlı mücadeleyi destekliyorlar. Devlet içinde devlet gibi hareket edip, Türkiye'deki teröre yardımcı oluyorlar.”

‘ÖZEL BİRLİKLER KAPILARIMIZI KIRIP İÇERİ GİRDİ’

Dönemin Almanya’daki Kürt kurum ve kuruluşlarının basıldığı, evlerin teker teker arandığı Şubat 1988 operasyonlarında gözaltına isimlerden birisi de Hüseyin Çelebi’ydi. 1992 yılında Güney Kürdistan’da şehit düşecek olan Çelebi, gözaltına alınması sürecini daha sonra bir söyleşisinde şöyle anlatacaktı:

“SEK birlikleri (özel timler) kapıları kırıp içeri girdiğinde ben Köln’deki Kürdistan Komitesi’nde oturuyordum. Bize neden gözaltına alındığımızı söylemeden hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Ertesi gün de helikopterle Karlsruhe’ye götürüldük ve tutuklama hakiminin karşısına çıkarıldık. Bana tutuklama kararını okuyan hakim şu suçlamalar yöneltti; 129a maddesine göre 'yabancı bir terör örgütüne üye olmak', zorla alıkoyma ve cinayete teşebbüs. Diğer arkadaşların neyle suçlandığını bilmiyordum, çünkü Karlsruhe’ye varır varmaz, bizi birbirimizden ayırdılar.

Suçlamaları duyunca çok şaşırdım, özellikle de Federal Başsavcı’nın PKK’yi 'yabancı bir terör örgütü' olarak nitelendirmesi karşısında. Daha sonra da hakkımda verilen tutuklama kararının gereği olarak Wuppertal’daki cezaevine gönderildim. Tutuklama kararını baştan sonra birkaç kez okumama rağmen, aklıma yatmayan bir sürü şey vardı. Kaldığım hücrede ise tam bir izolasyona tabii tutuldum, 24 saat boyunca yalnız kaldım, 1 saat avluya çıkartılıyordum, orda da yalnızdım. Sadece üniformalı insanlar görüyordum, onların sayısı da üç ve dördü geçmiyordu. Yargılamaların ilk aşamasında ne gazete ne kitap ve ne de radyo hakkın var, her şeyden tamamen izole ediliyorsun, sanırsam bu süreç üç ay sürdü.”

ALMANYA’NIN EN BÜYÜK TOPLU SİYASİ DAVASI

“Düsseldorf mahkemeleri” olarak özgürlük mücadelesinin yakın tarihine geçecek yargılamalar ise 24 Ekim 1989 günü Düsseldorf Eyalet Mahkemesi’nde başladı. 1970’li yıllarda Baden-Würtemberg Eyaleti’nde Alman Kızıl Ordu (RAF) militanlarının yargılandığı ve tutulduğu Stammheim’den sorumlu savcı olan Rebmann, yıllar sonra bu kez Kürt devrimci mücadeleyi bitirmek için “görev” başındaydı. Onun talimatıyla hazırlanan 250 sayfalık iddianame Düsseldorf’ın tarihi mahkeme binasında kurulan yüksek güvenlikli özel bölmede yargılanan devrimcilerin yüzüne okuyordu.

“En büyük toplu siyasi dava” olarak Almanya'nın tarihe bu duruşmalarda 18 kişiden 15’i tutuklu yargılanırken, deyim yerindeyse Alman devleti boyunu aşan bir işe kalkışmıştı. Çünkü 200’den fazla kişinin tanık sıfatıyla dinlendiği, dosya sayısının 400’ü geçtiği, duruşmaların gittikçe uzadığı o günlerde Alman yargısı işin içinden çıkamıyordu. Üstelik PKK’yi de RAF gibi “terör yasası” 129. maddeden yargılanmasını isteyen federal başsavcı Rebmann “PKK bir Alman örgütü değildir” eleştirileri karşısında zorlanıyordu. (2003'te Alman devleti bu karışıklığa bir çözüm bulacak, 129. maddesine bir de “b” bendi ekleyerek “yabancı terör örgütü” yasasını çıkaracak, PKK’ye yönelik tutuklama ve yargılamaları da 2011’den itibaren bu madde içine alacaktı.)

Mahkeme en çok da konuşma ve belgelerin Almancaya çevirisinde zorlanıyordu. Çoğu zaman Kürtçe ve Türkçe çevirilerde yanlışlar oluyor, Hamburg’da bir işçi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hüseyin Çelebi de ikide bir mahkeme başkanından söz isteyerek tercümelere müdahale ediyordu. Savcı ve soruşturma birimleri ise en çok PKK’den ayrılan ve itirafçı olan Ali Çetiner’e umut bağlamışlardı. 1989 yılının Ocak ayında İsveç’ten iade edilen, mahkemeye de sürekli özel bir polis helikopteriyle getirilen Çetiner’den umduğunu bulamayan Alman yargısı zordaydı. PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, geçtiğimiz Temmuz ayında ANF’ye verdiği bir söyleşide Düsseldorf yargılamaları ile Çetiner’in rolüne dair şu değerlendirmeyi yapacaktı:

“İsveç devleti ve polisi de Alman devleti ve polisi kadar Düsseldorf davasının savcılık makamındaydı. Gelip mahkemelere katıldılar. İtirafçı tanık tuttular, onları beslediler. Davayı PKK’nin aleyhine sonuçlandırabilmek için Palme cinayetiyle PKK’yi ilişkilendirebilmek için insanlara yalan söylettiler. Para verip ajan yaparak ‘itirafçı tanık’ adı altında davada kullanmaya çalıştılar. Ali Çetiner kişiliği nerededir, araştırılabilir. Hala İsveç onu besliyor. Niye besliyor? Araştırılsın, Ali Çetiner kimdir, neredir, kim besliyor? Fakat bütün bunlara rağmen Düsseldorf davasında Palme cinayetine ilişkin en küçük bir iz bulamadılar. Öyle Düsseldorf iddianamesinde de yazılanlarla dava sürmedi, o davanın esas iddianamesi Palme cinayetiydi. Aylarca Palme cinayetiyle bir ilişki var mı diye başta Alman ve İsveç istihbaratı olmak üzere Avrupa’nın bütün istihbaratı yoğun bir çalışma yürüttü. Her türlü şeyi araştırdılar ama en küçük bir iz dahi bulamadılar. Eğer bulabilselerdi mahkemenin seyri zaten çok farklı işlerdi. Dolayısıyla PKK’nin ve Kürtlerin Palme cinayetiyle herhangi bir ilişkilerinin olmadığı Düsseldorf davasında netleşmişti.”

“APO’YA KARŞI ÇIKIN, SİZİ BIRAKILIM” DEDİLER…

Palme cinayetini PKK’ye mal ederek Kürt özgürlük mücadelesinde ilk küresel tasfiye konseptini hayata geçiren güçlerin hedefinde şüphesiz Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan vardı. Öcalan’a göre 9 Ekim 1998 günü düğmeye basılan ve 15 Şubat 1999’da Kenya’da esir alınıp Türk devletine teslim edilmesiyle devam eden “Uluslararası Komplo”nun başlama fişeği Palme’nin öldürülmesi ve ardından gelen Düsseldorf yargılamalarıydı. Kürt Halk Önderi 9 Ekim 1998 günü Şam’dan çıkışının hemen ardından, 15 Ekim günü MED TV’ye yaptığı o tarihi konuşmada, Düsseldorf sürecine de dikkat çekerek şunları söyleyecekti:

“Palme'nin öldürülmesiyle birlikte yalnız bir cinayet değil, yalnız PKK'nin terörist ilan edilmesi ve Avrupa'da karalanması değil, İsveç'in çizgisi değiştirildi. Bu çok önemli ve hala da öyledir. Bu komployla birlikte Almanya'da bir furya başladı. Çok sayıda tutuklama gerçekleşti. PKK'nin önderliği karşısında bir muhalif önderlik oluşturulmak isteniyordu. 1988, yani tutuklamaların başladığı yıl, çok ciddi komploların devrede olduğu bir yıldı.

O zaman ‘karşı çıkma' gibi bir kavram geliştirildi. ‘Siz Apo'ya karşı çıkın, sizi yarın bırakalım’ denildi arkadaşlarımıza. Sanıyorum A. Haydar Kaytan arkadaşımız bunu açıklar. Bu arkadaş beş yıl zindanda çürütüldü ve Alman polisi kendisine, ‘Yeter ki siz PKK önderliğine karşı olduğunuzu itiraf edin, sizi serbest bırakalım’ diyordu. Düşünün, beş yıl zindanda çürütüyor; sırf ne zaman teslim olacaklar ne zaman Öcalan'a karşı farklı bir söylemle ortaya çıkacaklar diye.”

ALMANYA KÜRT HALK ÖNDERİ’Nİ ŞAM’DAN İSTEDİ

Aynı şekilde yıllar sonra PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan da verdiği başka bir röportajda Düsseldorf davasının bir numaralı sanığının Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan olduğunu söyleyecekti: “Dönemin Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher Önder Apo’nun iadesini talep etmek için Şam’a üç sefer gitti. Güya Suriye iade edecek, Düsseldorf davasında yargılayacaklardı. Önder Apo Alman hukukuna göre o zamandan 1999’a kadar yargılananlar listesindeydi. Roma’ya gidip Avrupa toprakları içine girince Almanya’nın ilk yapması gereken iadesini istemek ve yargılamak olacaktı.”

Ancak Duran Kalkan’ın sözünü ettiği “Roma sürecinde” dönemin Alman hükümeti, Düsseldorf yargılamaları sırasında Öcalan için 12 Ocak 1990’da çıkartılan tutuklama kararını güncellemesine rağmen, Kürt Halk Önderi’ni İtalya’dan istemeyerek Kenya’da sonuçlanan kaçırılma sürecine bir anlamda kapı aralayacaktı.

 

Kürtlerin başından sonuna kadar hemen her gün gösteri ve yürüyüşlerle protesto ettiği Düsseldorf yargılamalarında ise zaten “dağ fare doğurmuştu." Çünkü birçok kişi delil yetersizliğinden peş peşe soruşturma dosyaları kapatılarak serbest bırakılıyordu. 350 günden fazla süren duruşmalar Alman devletine 70 milyon Mark’a mal olmasının ardından 7 Mart 1994 günü sonuçlandığında geriye sadece 4 isim kalmıştı. O gün duruşma salonuna zafer işaretleri ve sloganlarla giren Duran Kalkan’a 6 yıl, Ali Haydar Kaytan’a 7 yıl, Hasan Hayri Güler ve Ali Aktaş’a da müebbet hapis cezaları verildi.

KÜRTLER YARGILANIRKEN TÜRKİYE’YE SİLAH AKTI

Ertesi gün mahkeme başkanının açıkladığı karar “Bir daha Almanya böyle davalarla yüz yüze kalmamalı” sözüyle Alman medyasında geniş yer aldı. Peki 4,5 yıl süren Kürt devrimcileri ile yurtseverler yargılanmasında Türk devletiyle iş birliği hangi düzeydeydi? Kuzey Kürdistan’da kirli savaşın, köy yakmalar, cinayetler ve katliamların sıradanlaştığı 1989-1994 zaman aralığında hiçbir dönem olmadığı kadar Almanya’nın Türk devletiyle siyasi ve askeri iş birliği arttı.

1991 yılına kadar Almanya silah anlaşmaları çerçevesinde Türkiye’ye 6,3 milyar Mark değerinde silah sattı. Bunun yarısı Kürdistan’daki gerilla savaşının başladığı 1985’ten sonrasına tekabül ediyordu. Soğuk savaşın ardından birleşen iki Almanya’nın tıka basa silah depolarının kapıları Türk ordusu için açılacaktı. Almanya 1990’ın hemen ardından Türkiye’ye 100 Leopord tankını, 187 M-113 panzeri, 45 Phantom uçağı ve 131 ağır silahı hibe etti. Şüphesiz bu silahların hepsi Kürdistan’da Türk devletinin belli başlı savaş aygıtları/ölüm makineleri olacaktı.

Düsseldorf mahkemelerinin sürmekte olduğu günlerde, 16 Ekim 1992 günü Özgür Gündem gazetesi “İnsanlık sürükleniyor” manşetiyle çıktı. Manşetin altında verilen fotoğraflar; çatışmada öldüğü iddia edilen bir sivilin Alman yapımı BTR-60 adlı askeri araca bağlanarak sürüklendiğini gösteriyordu. Olay ise 6 Eylül 1992 günü Cizre ilçesi Şeyh Değirmenci köyünde yaşanmıştı. Fotoğraflar ve araçların seri numaraları Almanya’yı işaret ediyordu.

1990 yılında Almanya, NATO’nun anlaşmaları çerçevesinde Türkiye’ye 300 adet BTR-60 tipi askeri aracı satmıştı. Fakat hem Türkiye hem de Almanya NATO’nun anlaşmasını ihlal etmişti. Çünkü NATO her iki ülkeye bu askeri araçların sadece “dış güçlere karşı” ve ülke savunmasında kullanılmasını öngörüyordu. Ancak Türk ordusu söz konusu Alman yapımı askeri araç-gereçlerle Kürt sivilleri katletmişti. Dönemin başkenti Bonn’da siyasi krize yol açan, daha sonraki yıllarda muhalefetin baskısıyla sadece 40 gün sürecek olan Türkiye’ye silah ambargosuna yol açan Özgür Gündem gazetesinin o manşetinden Düsseldorf mahkemesinin başkanı haberdar mıydı?