Karasu: AKP-MHP'ye kaybettirmek için sandığa!

Karasu: Sorun İmamoğlu, CHP değildir. Sorun Kürt düşmanı olan, Kürt soykırımı politikası izleyen AKP-MHP'ye kaybettirmektir. Bu açıdan başta Kürtler olmak üzere demokrasi güçlerini sandığa gitmeye, sonra da sandığa ve oylarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, İstanbul seçiminin Kürtler ve demokrasi güçleri açısından ne anlama geldiğine ilişkin sorularımızı yanıtladı.

İstanbul, nüfus yoğunluğu, yapısı; kültürel ve ekonomik kapasitesi; tarihsel birikimi ve siyasi etkisi itibarıyla neden önemlidir?

Kuşkusuz İstanbul’un tarihsel bir birikimi ve derinliği vardır. İstanbul herhangi bir şehir değildir. Ankara gibi değildir. Ankara’nın bir tarihsel belleği, birikimi, derinliği, kapasitesi, insanı güçlendiren yanı İstanbul gibi değildir. İstanbul insanının, toplumunun tarihsel olarak avantajları vardır. Çünkü her şehrin bir dili ve kimliği vardır. Şehirleri kimliksiz görmemek lazım. Şehirlerin her birisinin farklı karakteri ve özellikleri vardır, üstün yanları vardır. Bu yönüyle İstanbul belki de Türkiye'deki şehirler içinde kalite, değerler ve üstünlük yanı itibariyle en önde olan bir şehirdir. Roma’nın, Bizans’ın başkenti olmuş, Osmanlının başkenti olmuş. Bu yönüyle İstanbul çok derin ve kapsamlı bir tarihi birikime sahiptir. Böyle bir şehir tabi ki kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi olarak bir gücü ifade eder ya da toplumunu güçlü kılar. Ekonomisini, kültürünü, siyasetini güçlü kılar. Oradaki nüfus 15 milyon olabilir ama herhangi bir yerdeki 30 milyon nüfus kapasitesinde etkisi, gücü olan bir şehir olarak anlamak gerekir. Bu bakımdan tabi ki İstanbul önemli bir şehirdir. Böyle bir şehirde iktidar olmak herhangi bir partiye üstünlük ve avantaj sağlar. Onu daha etkili ve itibarlı kılar ve gücünü artırır.

İstanbul’da belediye başkanı olmakla Ankara’da belediye başkanı olmak farklıdır. Ankara ve yanında 5-10 şehir bile alsan bir İstanbul etmez. Yani 30 milyon nüfusun olduğu başka şehirleri almak İstanbul kadar herhangi bir siyasi güce itibar kazandırmaz. Bu gerçeğin bir kere bilinmesi lazım, bu önemli bir özelliktir. Zaten şu anda coğrafi itibariyle ya da birçok faaliyetin, çalışmanın burada yoğunlaşması itibariyle de tabi önemli bir gücü ifade ediyor. Ekonominin yüzde 60’ı, kültürel faaliyetin çoğunluğu burada. Nüfustan öte bir özelliğe sahip. Bu bakımdan İstanbul çok farklı bir şehir. Kültürel ve ekonomik merkez. Toplumsal olarak da çok kozmopolit bir şehirdir; bunun da büyük avantajları var. İstanbul Türkiye için ne anlama gelir; her şeyden önce İstanbul’da Türkiye’nin her yerinden insan var. İstanbul’da akrabası olmayan insan kalmamış. Bütün Kürt şehirlerinden insanların da İstanbul’da akrabası var. Kürtler açısından da herkes açısından da öyle. Bu bakımdan İstanbul bir Türkiye şehri. Başka büyük şehirlerin de böyle özellikleri var; İzmir, Adana ve Ankara da biraz da böyledir ama İstanbul çok çok böyledir. Bu açıdan İstanbul’u kazandığın zaman Türkiye'nin hemen hemen bütün şehirlerini de kazanmış alıyorsun. Böyle bir özelliği var. Siyasi etkisi de çok fazladır. İstanbul 80-90 milletvekili çıkıyor. Ama bunlardan öte İstanbul’un bir gücü var.

Türkiye'nin siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve toplumsal yaşamını 5-10 şehir belirliyor. Bunlar İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Eskişehir, Konya ve Bursa’dır. Türkiye'nin siyasi, toplumsal ve kültürel yapısını buralar belirliyor. Buralarda iktidar olduğun zaman Türkiye'yi kontrol etmiş oluyorsun. İç Anadolu’da 10-15 şehirde, Karadeniz’de şu kadar şehirde belediye başkanı olmak İstanbul’da alınan oylar ya da İstanbul’un etkisi kadar önemli değil. Bu önemli bir durumdur. Bu nedenle 31 Mart seçimlerinde AKP iktidarı çok zorlandı. İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i, Adana’yı, Mersin’i, Hatay’ı, Antalya’yı, Eskişehir’i kaybetti. Elinde önemli şehir olarak bir Bursa kaldı. Bu aslında AKP iktidarının çok büyük darbe yemesiydi. Özellikle de İstanbul’u kaybetmesi yediği son darbe oldu. İstanbul’u alabilseydi Ankara’yı, İzmir’i buraları kaybetmiş olsa da kendisini kaybetmiş görmeyecekti. Ama buraların yanında bir de İstanbul'u kaybettiğinde artık o iktidarı ayakta tutmak mümkün değildir. O iktidar yönetim gücünü kaybetmiş bir iktidardır.

Şüphesiz İstanbul ekonomik kapasitesiyle, kültürel gücüyle, tarihsel toplumsal derinliğiyle, zenginliğiyle de tarih boyu siyasi bir merkez olmuş. Bugün Ankara her ne kadar merkez olsa da siyaseti etkileme, siyasal gelişmeleri yönlendirme konusunda İstanbul çok önemlidir. Örneğin bir Gezi Direnişleri İstanbul’da olduğu için Türkiye'yi sarstı. Belki Ankara, İzmir gibi başka yerlerde de oldu ama esas İstanbul'da oldu. İstanbul’da toplumsal olayların gelişmesi dengeleri sarsar ve altüst eder. İstanbul'da siyasi hakimiyetini kaybeden bir iktidar istediği kadar askeri ve başka gücü elinde tutsun ayakta kalması mümkün değildir. Ankara askeri ve güvenlik nedenleriyle bir siyasi merkez yapılmıştır. Yoksa zaten Osmanlının merkezi İstanbul’dur. Roma ve Bizans imparatorluğunda da öyleydi. İstanbul'dan başkenti Ankara’ya götürmekle bu siyasi etkisini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bu açıdan İstanbul Türkiye'nin siyasi hayatında çok çok önemlidir. Kuşkusuz ekonomik gücü ve kültürel gücü de fazladır. Toplumsal zenginliği çok çok fazladır. Türkiye’nin geleceğinin ne olacağını, nereye evrileceğini esas olarak İstanbul belirler. Yozgat, Çankırı, Kayseri belirlemez. Türkiye'nin tarihsel toplumsal yönünün esas belirlendiği yer İstanbul’dur. Bu yönüyle de tabi ki İstanbul’a hakim olanlar Türkiye'nin tarihsel toplumsal, kültürel ve ekonomik yönünü de belirleme gücüne sahip olurlar.

 

AKP-MHP iktidarı, Türkiye’nin başkenti Ankara’yı bile kaybetmeyi hazmetti ama İstanbul’u kaybetmeyi sindiremedi. Hiçbir inandırıcı argümana, yasal çerçeve ve içtihada gerek duymadan İstanbul seçimini yenileme kararı almaları, nasıl bir zihniyetten besleniyor ve toplum, nasıl bu kadar sessiz karşıladı?

İstanbul’u kaybetmeyi niye hazmetmediler sorusunun cevabı birinci soruya verdiğimiz değerlendirmelerde bellidir. İstanbul'u kaybetmek yönetim gücünü kaybetmektir, yönetim kabiliyetini kaybetmektir. İstanbul'u kaybedenler artık Türkiye'yi yönetmezler, yönetmeleri de mümkün değildir. Çünkü yönetim demek ekonomiyi, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamı yönetmek demektir. İstanbul da bunları belirleyen özelliklere sahiptir. Buraları kaybedenler tabi ki yönetim gücü olmaktan düşerler. Bir anda aşıl topuğundan vurulmuş gibi gücünü kaybederler. Böyle görmek gerekiyor. İstanbul'u kaybederek gerçekten de aşıl topuğundan vurulmuştur. Diğer taraftan da İstanbul önemli bir merkezdir. Ankara aslında  Kemalist zihniyet yapılanmasını ifade eder. Ankara’nın böyle bir sembolik özelliği var. İstanbul ise Osmanlı’nın başkenti. AKP-MHP ise kendilerini Osmanlı’nın takipçileri olarak görüyorlar. Bu açıdan burayı kaybettiklerinde tarihsel temelden de yoksun olacaklarını düşünüyorlar. Tarihsel toplumsal, siyasal, kültürel temellerini kaybetmiş olacaklar. Bu nedenle de sindiremiyorlar, sindiremezler de. Çünkü kendilerini var eden yer olarak görüyorlar. Özellikle de AKP iktidarı için böyledir.

 Siyasal İslam’a iktidarın yolunu açan da İstanbul belediye başkanlığının kazanılmasıdır. Siyasal İslam açısından belediye başkanlığını kazanmak bir dönüm noktasıdır. Bu açıdan tabi ki Tayyip Erdoğan için İstanbul önemlidir. Böyle bir dönüm noktasını başlatan kişidir. Şimdi orada kaybetmenin ne anlama geldiğini en iyi Erdoğan anlar. Yine orayı kazanmanın ne sonuçlar doğurduğunu da en iyi bilen odur. Bu yönüyle tabi ki belirttiğiniz gibi hiçbir inandırıcı argümana, yasal çerçeveye gerek duymadan İstanbul seçimlerini iptal ettiler. Bu zoraki bir iptaldir. MHP lideri tek oyla kazanılır dedi. Tek bir oyla kazanılırken, farkın 25 bin olmasıyla kazanılamazmış gibi bir algı yarattılar. Zaten bunu şimdi dile de getiriyorlar; 16 milyonluk şehir bilmem şu kadar farkla yönetilebilir mi gibi yeni bir teori üretiyorlar. O zaman anayasaya koyabilirler; İstanbul’da belediye başkanı olabilmek için üçte iki oy almak gerekir. Böyle bir kural konsa o zaman ona göre de toplum tutumunu ortaya koyar. İttifak ve ilişkiler ona göre gelişir. Bu yönüyle gerçekten de çamura yatılmıştır, oyunbozanlık, mızıkçılık yapılmıştır.

İstanbul seçimlerinin kaybedilmesini hazmedememe tabi ki demokratik olmayan bir zihniyetten kaynaklanıyor. AKP demokrasi mücadelesi vererek iktidara gelmedi. Güçlü bir demokratik kültüre sahip değil. Siyasal konjonktürden yararlanarak iktidar oldu. 2000’li yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi çatışmasızlık ilan etmişti, demokrasi güçleri zaten 20 yıldır çok hırpalanmış ve darbelenmişti. CHP ise bütün bu süreçte Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı devletin yanında yer almıştı. Demokratik karakteri olmayan bir partiydi. Bu ortamda AKP fırsatçı biçimde, demokrasi ve özgürlükten bahsederek savaşın olmadığı koşullarda iktidara geldi. Aslında sindirememelerinin nedeni demokratik olmayan karakterlerinden ileri geliyor. MHP’nin zaten demokratik karakteri yok. MHP öyle seçimle gelip seçimle gitmek isteyen bir parti değil. MHP, tamamen mevcut sistem içinde şovenizmi besleyen, bu nedenle devletin derinliklerinde desteklenen; kendisine otoriter faşist Kürt düşmanı devletin ayakta kalması için rol verilen bir partidir. Yoksa seçimle iktidara gelecek bir parti değildir. Zaten ne toplum destekler ne de böyle bir karakteri vardır. O sadece mevcut gerici devleti ayakta tutmak için vardır. Bu nedenle İstanbul seçimlerindeki kaybetmeyi bu gerici karakterdeki devletin kaybetmesi olarak gördüğünden İstanbul seçimleri beka sorunudur, dedi. 31 Mart seçimi için Türkiye’nin beka sorunu derken 31 Mart’tan sonra İstanbul seçimi için de beka sorunudur denildi. Son zamanlarda bekadan söz edilmiyor ama Devlet Bahçeli bunu açık söyledi. Aslında bu Erdoğan’ın da hepsinin de görüşüdür. Beka sorunu dedikleri İstanbul’dur, İstanbul'u almaktır.

31 Mart seçimleri kaybedilince en temel ideolojik siyasal argümanları olan beka kavramı darbe yedi. Bu açıdan demokratik olmayan karakterlerinden dolayı seçimle iktidarı bırakma niyetleri olmadığı için İstanbul seçimlerini iptal ettiler. Eğer İstanbul’u hileyle kazanırlarsa yine iktidarda kalabilirler. İstanbul’u kaybetmemek demek iktidarda kalma gerekçesi demektir. İktidarda kalabilecek bir parti olduğu, yönetim gücü olabilecek parti olduğu anlamına gelir. Öte yandan da İstanbul seçimlerini iptal ettirerek sonuçları tartışmalı kıldılar. İstanbul'daki seçimi tartışmalı kılarak aslında kazananı ve kaybedeni tartışmalı kıldılar. Kaybetmedikleri algısını yaratmak istiyorlar. Bu açıdan AKP-MHP’nin kabul etmemesi, sindirememesi anlaşılırdır. Baskı kurarak, beka sorunudur diyerek YSK üzerinde bu yönlü bir töhmet yaratarak seçimi iptal ettiler.

Göz göre göre İstanbul seçimlerinin iptal edilmesine bu kadar sessiz kalınması irdelenmeye değer bir konudur. Ankara, İzmir vb. büyük şehirler kazanılmış. Yani İstanbul'u kazanan adayın böyle bir siyasal desteği ve toplumsal gücü de var. İç ve dış koşullarda da AKP-MHP faşist iktidarı en zayıf durumda. Bu dönemde böyle bir haksızlığa, böyle bir seçim oyununa, hukuk dışılığa karşı tutum konulabilirdi. Bu tutum büyük bir toplumsal destek alırdı. Belki Gezi direnişleri sırasında hala AKP bu kadar yıpranmamıştı, bu kadar zayıf bir dönemi yaşamıyordu. Ama şimdi gerçekten de en zayıf dönemini yaşıyor. Böyle bir dönemde tepki gösterilmemesi demokratik bilincin ve tutumun eksikliğidir. Nasıl ki seçimi iptal ettirenler demokratik tutum eksikliğinden dolayı buna başvurdular ve seçimle gitmek istemiyorlar; oylarına sahiplenmeyenler de aslında kendi iradelerine sahip çıkma gücünde değiller. Böyle bir demokratik gücü ve iradeyi gösteremiyorlar. Kaybedenler seçimle gitmek istemiyor ama seçimi kazananların da seçimi sahiplenme iradesi yok ve iradesi güçlü değil. Bu konuda da tabi CHP’nin rolü belirleyicidir. CHP her zaman AKP'nin bütün uygulamalarına meşruiyet ve haklılık kazandırmıştır. Vatan, millet, Sakarya adına AKP'nin faşist, haksız, adaletsiz uygulamalarına göz yummuştur. AKP’nin anti-demokratik uygulamalarına karşı açık mücadele etmemiştir. Sadece eleştiri yapmıştır, o da sözde kalmıştır. Ama karşıdaki gücün yaptıkları sadece sözle giderilecek nitelikte değildir. Bu yönüyle CHP AKP'nin bu tutumlarını ortadan kaldıracak toplumsal iradenin ortaya çıkmamasında gerçekten de rol sahibidir.

Türkiye'de haksızlıklara karşı etkili bir toplumsal mücadelenin ortaya çıkması için tutarlı bir demokratik siyasi iradeye sahip olunması gerekir. Bu yönüyle Türkiye'de kendi iradesine sahip çıkacak bir demokratik iradenin ortaya çıkması lazım, demokratik toplum gerçeğinin ortaya çıkması lazım. Aslında böyle bir toplumsal gerçeklik Türkiye'de o kadar zayıf değil; bu Gezi direnişlerinde görüldü. Türkiye'de onlarca yıla dayanan bir demokrasi mücadelesi vardır. Yüz yıllık bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi var. Kürtler zaten çok büyük bedeller ödeyerek demokrasi ve özgürlük bilincini ve kültürünü kazandılar. Türkiye'de de bu zayıf değil. Özellikle 1970’lerde büyük bir demokratikleşme bilinci ve kültürü ortaya çıktı. 1960’ların sonundan başlayarak Türkiye'deki devrimci gençlik hareketinin geliştirdiği mücadele toplumda çok önemli değişiklikler yarattı. Bugün Türkiye toplumunda biraz demokratikleşme eğilimi, bilinci ve kültürü varsa bunun temeli 1960’ların sonu ve 70’lerdeki mücadeleyle atılmıştır. Kuşkusuz öncesi de vardır, sonrası da vardır.

Bu dönemde toplumsal mücadelenin gelişeceği demokratik kültür zemini önemli oranda bulunmaktadır. Ama bu potansiyelin pratiğe geçmesi önünde engeller vardır. Bunun önünü açacak bir demokratik devrimci güce ihtiyaç var. CHP bunu önlüyor. Bazı eski sol ve sosyalist partiler de CHP’nin adeta kuyruğuna takılarak ya da bu tutumunu eleştirmeyerek, bu tutumuna karşı etkin mücadele vermeyerek toplumdaki demokratik bilincin önünün açılmasında, bu demokratik bilincin ve birikimin harekete geçmesinde olumsuz rol oynamaktadırlar. Bunlar aşıldığı takdirde Türkiye'de var olan çok güçlü demokratik devrimci birikim kendini toplumsal hareketlilik olarak dışa vuracaktır. Zaten HDP'nin rolü de budur. Tarihte var olan Türkiye'nin devrimci demokratik birikimin önünü açmaktır. Onun önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu birikimin önünü ideolojik-politik olarak tutan ve geriye çeken etkenleri aşıp bu devrimci demokratik birikimin hamle yapmasını, patlamasını sağlamaktır. Türkiye'deki devrimci demokratik birikimle Kürdistan'daki devrimci demokratik birikimin birleşip Türkiye'nin devrimci demokratik geleceğinde belirleyici rol oynaması gerekmektedir. HDP'nin zaten tarihsel rolü budur. Bu sessizliğe, haksızlığa ve zulme karşı yeterince verilmeyen tepkinin, örgütlenmenin, duruşun ortaya çıkmasını sağlama rolü bulunmaktadır.

 

Bildiğiniz gibi aslında 7 Haziran’dan itibaren AKP-MHP koalisyonu, beğenmediği sonuçları yok sayma; kabullenmediği seçilmişleri görevden uzaklaştırıp rehin alma; belediyeleri gasp etmeyi derneklere, şirketlere kadar vardıran zorbalığını gösterdi. 23 Haziran’a giden yol, biraz da bunları seyredenlerin eseri değil mi?

Kuşkusuz AKP iktidarı 7 Haziran’da kaybetmişti. AKP'nin seçimle gitmeyeceğini gösteren en büyük kanıt 7 Haziran seçiminden sonra ortaya koyduğu tutumdur. Doğrudan savaş politikasına yönelerek kendisini ayakta tutmuştur. Faşist iktidarların, yani seçimle gitmeyenlerin her zaman başvurduğu şovenizmi ve savaş politikasını esas almıştır. Nitekim 7 Haziran sonrası hemen MHP’ ve tüm demokrasi ve Kürt düşmanlarıyla ittifak kurmuştur. Buna karşı demokrasi güçleri 7 Haziran’da gereken tutumu ortaya koyamamışlardır. AKP'nin politikalarını boşa çıkaramamışlardır, AKP'yi teşhir edememişlerdir. AKP'nin gerçek yüzünün açığa çıkmasını sağlayamamışlardır. AKP de buna dayanarak 7 Haziran seçimlerini yok saymış ve 1 Kasım’da seçime gitme dayatmasını meşrulaştırmıştır. AKP'nin bu yaklaşımı biraz da demokratik güçlerin etkili ve doğru mücadele vermemesi sonucu olmuştur.

Bu dönemde HDP ve kuracağı demokrasi ittifakı bir demokratik program ortaya koyarak hem AKP'ye bunu dayatma ve böylelikle AKP'nin gerçek yüzünü açığa çıkarma yapılamamış hem de gerçek demokrasi programını CHP’nin ve diğer güçlerin önüne koyarak, bu temelde bir demokrasi ittifakı yaratarak seçimlerde kaybeden AKP iktidarının önü alınamamıştır. HDP'nin apolitik yaklaşımları, acemilikleri olmuştur. Çünkü HDP böyle bir sürece öncülük yapmalı ve demokrasi güçlerini peşinden sürükleyebilmeliydi. Hem AKP'yi teşhir etmede öncülük edebilmeliydi hem de CHP ve diğer güçleri demokratik mücadele içine çekme açısından öncülük yapabilmeliydi. AKP'nin önüne bir demokratik program koyup buyur bu demokratik program çerçevesinde koalisyon kurulsun, -koalisyonlar da demokrasilerin, seçimlerin bir yöntemidir- eğer demokratik zihniyetin varsa böyle bir programı kabul et ve Türkiye'de yeni bir dönem başlatalım diyebilirdi. Kuşkusuz bunu AKP yapmazdı, yapamazdı. AKP'nin böyle bir politik zihniyeti yoktu, reddettiğinde teşhir olacaktı. Böylece attığı adımların siyasal meşruiyeti zayıflayacaktı. Böylece teşhir olmuş AKP'ye karşı güçlü demokratik birikime dayanan cepheyle, ittifakla AKP'nin 7 Haziran seçimlerini yok saymasının önüne geçilebilirdi. Bunlar yapılamadı.

Öte yanda AKP-MHP ittifakına dayalı faşizme karşı etkili bir mücadele verilemedi. AKP-MHP ittifakı demek faşizm demek. Eğer öyleyse o zaman tüm demokrasi güçlerinin buna karşı tutum koymaları gerekirdi. Ama bu gerçek ortadayken AKP-MHP faşizmi demokrasi güçlerine, Kürt Özgürlük Hareketine saldırırken demokrasi güçleri gerekli aktif mücadeleci duruşu gösteremedi. Sosyalistler başta olmak üzere, Türkiye’nin demokrasi güçleri HDP'yi, Kürt demokratik hareketini ve Kürtleri AKP faşizmine karşı mücadelede desteklemediler, yalnız bıraktılar. AKP-MHP’ye karşıyız dediler ama bu karşı olmanın gereği olan demokrasi ittifakını kuramadılar. AKP-MHP’ye karşıyız diyorlar ama buna karşı mücadele veren güçlerle ortak mücadele içine giremediler. Türkiye'deki demokrasi güçleri AKP-MHP faşist iktidarının ne olduğunu, bu iktidarın nasıl bir iktidar olduğunu görüp ona karşı etkili mücadele verme yerine çok sıradan bir yaklaşım içinde oldular. Sadece açıklamalarla, meclisteki konuşmalarla bir tutum içinde oldular. Bununla faşizminin geriletilemeyeceği açıktır.

Ancak Kürt demokratik hareketi de AKP-MHP faşizmine karşı mücadelede yetersiz kalmıştır. AKP-MHP faşizmi karşısında toplumsal mücadeleyi geliştirmeden sadece mecliste seçilen 80 milletvekili, -daha sonra bu 60’a düştü- 60 milletvekiliyle sanki Türkiye'de demokrasi mücadelesini verebilecekleri, faşizmi geriletebilecekleri gibi bir yanılgı içinde oldular. Bu açıdan da toplumsal mücadeleyi geliştiremediler, hatta toplumun yürüttüğü mücadeleye gereken desteği veremediler. Zamanında AKP-MHP faşizmine karşı tutum alamadılar. Sonra tutum almaya çalışsalar da bunun etkisi olmadı, AKP-MHP faşizmi şehirleri yakıp yıktı. Daha sonra milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırıldı ve zindanlara atıldı, belediye eşbaşkanları zindanlara atıldı, buna karşı da etkili geliştirilemedi. Demek ki ne milletvekilleri ne de belediye eşbaşkanları toplumla bağlarını güçlendirmişler, toplumu örgütlemişler. Toplumu örgütlemeden sadece üstte siyaset yaparak faşizme karşı mücadele etmek mümkün müdür? Bu yönüyle de toplumu örgütlemeyen, topluma dayalı bir demokratik siyaset yürütmeyen, örgütlü topluma dayalı demokratik siyaset temelinde faşizme karşı mücadele etmeyen, yine belediyelerde komünal belediyecilik yaparak toplumla bütünleşmeyen bu tutumlar faşizme karşı mücadelede zayıf kaldı. Bu nedenle de belediyeler gasp edilince ve milletvekilleri tutuklanınca toplum harekete geçmedi. Bırakalım belediye eşbaşkanlarını, milletvekillerini, yerelde bir ilçe başkanı tutuklandığı zaman, demokratik siyasetçilere saldırı olduğu zaman bile tutum konulması ve buna izin verilmemesi gerekirdi. Demokratik siyasete karşı her bir müdahalenin toplumun tepkisiyle karşılaşması gerekirdi. Demokratik topluma yönelik her saldırı örgütlü toplumu karşısında bulmalıydı. Ama bunlar olmadı, seyredildi ve normalleşti. Böyle olunca da bir zamanlar Almanya’daki bir papazın söylediği gibi, herkes içeriye alındı, herkes tutuklandı, herkes öldürüldü, herkes ezildi ama ses çıkarmadık, sonunda bize sıra geldiğinde de ses çıkaracak kimse kalmamıştı durumuna düşüldü. Bu yönüyle hem geçmiş dönemde AKP-MHP faşist uygulamalarına karşı gereken tutum gösterilmedi hem de referandum sırasında, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, yine 31 Mart seçimlerinde o kadar hile yapılmasına rağmen, zorla, hileyle seçim sonuçları değiştirilmesine rağmen tepki gösterilemedi. 31 Mart’ta açıkça seçilmiş belediyeler gasp edildi ama gereken tepki gösterilmedi. Bundan hem Türkiye'deki demokrasi güçleri sorumlu hem de Kürdistan'daki demokratik siyaset sorumlu. Bu açıdan geçmiş dönemdeki bu sessizliklerin yarattığı sonuçlardan ders çıkararak bundan sonra AKP-MHP faşist iktidarının saldırılarına, uygulamalarına, gasplarına ve yolsuzluklarına karşı mücadele verilir diye düşünüyoruz. Çünkü ders çıkarmak önemlidir. Eğer doğru ders çıkarılmışsa bundan sonraki uygulamalar karşısında toplumun mücadele vereceğini düşünüyoruz. Aslında toplumda sorun yok; toplumun öncüleri doğru tutum takınırlarsa toplum mücadele etmeye hazırdır.

 

Hem AKP hem de MHP, İstanbul’a manevi anlamlar da atfediyor. Türk dinciliği ve Türk milliyetçiliğinin ‘İstanbul kompleksi’ni nasıl izah ediyorsunuz?

Önceki sorularda AKP’nin ve MHP’nin İstanbul konusunda neden hassasiyet duyduklarını belirttik. İstanbul fethedilerek Avrupa kapıları açılmış. İstanbul fethedilerek büyük bir imparatorluk olunmuştur. İmparatorluk olmanın önünü açan İstanbul’dur. İstanbul'un coğrafi konumuna, tarihsel ve kültürel birikimine dayanarak, İstanbul'un söz konusu toplum için yarattığı güce dayanarak ve oradan güç alarak Osmanlı büyümüştür. Bu tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir. İstanbul'un böyle bir etkisi ve gücü olduğu açıktır. MHP milliyetçi karakteriyle, AKP ise Osmanlının dinsel motifleri önde olan bir imparatorluk olması nedeniyle İstanbul'a böylesi bir önem veriyorlar. İstanbul'u kaybetmeyi kendi ideolojik-politik yaklaşımlarının temelden yoksun kalması ve gerilemesi olarak görüyorlar. Kendilerinin aşılacağını düşünüyorlar. Belirtiğimiz gibi İstanbul Türkiye'nin geleceğini belirleyen, Türkiye'nin siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel yapısının nereye yöneleceğini belirleyen önemli bir faktördür. Bu açıdan İstanbul üstündeki bir mücadele ideolojik-politik mücadeledir. Sadece bir şehirdeki hakimiyet değil, bir şehirdeki belediye başkanlığı değil, ideolojik-politik hakimiyet mücadelesinin açık yapıldığı yerdir. Bu yönüyle orayı kaybetmek istemiyorlar. İstanbul söz konusu olduğunda çok gerici bir direnç gösteriyorlar. Her türlü yol ve yöntemi deneyerek İstanbul'daki etkinliklerini, hakimiyetlerini kaybetmek istemiyorlar. İstanbul seçimlerinin iptal edilmesinde bunun önemli bir rolü olduğu açıktır. 

Öte yandan siyasi İslamcılığın devlet içinde geriletilmesinde Ankara merkezli ideolojik siyasi anlayışın etkisi vardı. Bu bakımdan İstanbul’da hakim olarak bu etkiyi de kırmak istiyor AKP iktidarı. Bu açıdan İstanbul'daki mücadeleyi sıradan bir mücadele olarak görmemek gerekiyor. Ancak şu da var ki, İstanbul gerçekliği aslında bu iki ideolojik akımın da gelişmesine zemin sunacak karakterde değil. Evet İstanbul'a dayanarak Osmanlı imparatorluk oldu, güçlendi, bu gerçek, ama İstanbul'un bir de batı yüzü var ya da evrenselliği taşıyan, evrensel değerlere yakın olan, ona doğru açılan bir karakteri var. İstanbul’un böyle bir kültürel yaklaşımı, sosyal temeli, bir tarihi kimliği, kişiliği var. Bu yönüyle de aslında AKP, MHP hakim olmak istese de çağdaş karaktere yakın ve ona açılan kapı olması itibariyle İstanbul bu iki ideolojik siyasi çizginin önünü alacak bir karaktere sahiptir. İstanbul demokrasi, insan hakları gibi 21. yüzyılın değerlerine sahip ya da 21. yüzyıl değerlerine açılan bir kapı olacağından buradaki toplumsal ve kültürel yapı aynı zamanda AKP'nin ve MHP’nin Türkiye'yi 20. yüzyıl otoriter sistemine çekmesine, yine 19. yüzyıldaki ulus-devlet anlayışının diğer kimlikleri yok eden yaklaşımına müsaade etmeyecek bir karakterdedir. Özellikle İstanbul'da Ermeniler, Rumlar ve diğer etnik kesimler yok edilmek istenmiş olsa da ama İstanbul bu halkların kültürlerini yaşamış ve kendi kültürünün parçası yapmıştır. Böyle bir kültürel temeli olan İstanbul'u AKP ve Erdoğan zihniyetinin kendi çağdışı gerici zihniyetlerine oturtması da kolay değildir. Bu bakımdan şimdi İstanbul demokratik değerlerin canlandığı, demokrasi mücadelesinin yükseldiği bir alan haline gelmiştir. Kuşkusuz bunda emekçi yapısının, sosyal yapısının, demokrasi ve özgürlükten yana olan Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin yoğunlaştığı, çağdaş kültürel değerlerin ve birikimin yoğunlaştığı alan olmasının da önemli bir payı vardır. Ama İstanbul'un tarih içinde oluşmuş birikiminin yeni gelişmelere açık ve gelişme eğilimi taşıyan karakteri tabi ki demokrasi mücadelesinin, demokratik değerlerin daha etkili öne çıkmasını ve bu temelde de AKP-MHP gerici ittifakının geriletilmesini sağlayan bir dinamizmi taşıdığı da açıktır.

 

İstanbul’da büyük bir Kürt nüfusu da yaşıyor. Cumhuriyet öncesine dayanan Kürt nüfus, ‘Kürtlük’ için de İstanbul Osmanlı’nın son döneminden itibaren önemli bir merkezdir. İstanbul’daki Kürtler, bugün sadece kentin ucuz işgücü değil, ticaretten kültür sanata, bilgi üretiminden siyasete kadar hatırı sayılır bir güç. Kürtler ile İstanbul ilişkisini nasıl tarif ediyorsunuz?

Kürtler tarih boyu emekçi, göçmen bir halk olmuş. Komşu ülkelerin önemli şehirlerine göç etmişlerdir. Özellikle egemen ülkenin merkezlerine çeşitli göçler olmuştur. Öte yandan yine tarih içinde çeşitli isyanlar, toplumsal sorunlar nedeniyle Kürtlerin zorunlu göçe tabi tutulduğunu da görüyoruz. Buna en somut örnek Konya başta olmak üzere İç Anadolu’ya yapılan zorunlu göçlerdir. Öte yandan 19. yüzyılda belli bir göç olduğunu görüyoruz. Bu ikili biçimde olmuştur. Bir; isyanlardan sonra çeşitli ailelerin İstanbul'a, merkeze getirilip orada kontrol edilme politikası izlenmiştir. Öte yandan19. yüzyılda oluşan isyanlardan dolayı Abdülhamit Kürtler üzerinde farklı bir politika yürütmüştür, özel savaş yürütmüştür. Kürtlerden Hamidiye Alayları oluşturulmuş. Yine aşiret mektepleri kurulmuştur. Bunlar vasıtasıyla Kürt işbirlikçiliği yaratılıp devlet zihniyetiyle şekillendirdiği kişiliklerle Kürdistan'ı kontrol altına almak istemiştir. Bu yönlü de İstanbul’a giden, yerleşen bir Kürtlük gerçeği vardır.

Seyit Abdulkadir gibi Osmanlı ayan meclisinde yer alan, hatta başkanlığını yapan bir gerçeklik de vardır. Bu yönüyle İstanbul özellikle 19. yüzyıldan itibaren Kürtlerin de belli düzeyde yerleştiği ve var olduğu bir merkez olmuştur. Hatta Abdülhamit’in tahttan indirilip 2. Meşrutiyete geçilmesiyle birlikte Kürtler de siyasi ve toplumsal örgütlenmeler içine girmişlerdir. Kürt Teali ve Kürt Hevi Cemiyeti’nin kurulduğu şehirdir. Bu yönüyle Kürtler İstanbul'da bir düşünce gücü olmuşlardır. Hatta İttihat Terakki’nin kurucularının önemli bir kesimi Kürt’tür. Türkiye'de pozitivizmi geliştirenlerden ve bu yönüyle de Türkiye'deki pozitivist felsefenin, hatta Kemalist ideolojinin temellerini atan İttihat Terakki’nin kurucusu da olan Arapgir’li Kürt Abdullah Cevdet’tir. Bu yönüyle Kürtlerin belli bir etkinliğinin olduğunu görüyoruz. O dönemde Osmanlı’da milliyetçilik olmadığı için Kürtlüğü bilinçli biçimde soykırıma uğratma gibi bir politika yok. Kürtleri kontrol etme, denetime alma, işbirlikçilik temelinde hakimiyetlerini sağlama politikası var ama bir halk, bir millet olarak yok sayma politikası yoktur. Örneğin İttihat Terakki’nin kurucularından Abdullah Cevdet Kürt Tali Cemiyeti kurulduğunda gidip ziyaret etmiş; Kürtlerin gelişmesi ve ilerlemesi için çalışılması gerektiği biçiminde değerlendirmelerde bulunmuştur. Zaten cumhuriyet öncesi Osmanlı meclisinde Seyit Abdulkadir’in önemli bir etkinliği vardır. Hem de Kürt olarak vardır. Öyle Türk veyahut da başka bir kimlikte değildir. Böyle bir Kürtlük gerçeği cumhuriyetten önce bulunmaktadır. Cumhuriyet sırasında da Osmanlı’nın bu geleneğinden, yani Osmanlı’nın ulus-devlet olmamasından kaynaklanan özellikler nedeniyle Müslüman bir topluluk olarak Türklerle birlikte hareket edilmiştir.

Kürtlerle Türk siyasal eliti açısından esas sorun cumhuriyetle birlikte başlamıştır. Yeni Türkiye’nin Kürtlere dayanılırken cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtleri soykırıma uğratan bir politika yürütülmeye başlanmıştır. Bu açıdan cumhuriyetin ilk dönemleri Kürtler açısından gerçekten de zor geçmiştir. Bu yönüyle Kürtlerin cumhuriyetin ilk dönemlerinde İstanbul’la, Ankara’yla, Türkiye'nin batısıyla ilişkileri çok farklı olmuştur. Artık Kürtlerin kendilerini ifade ettiği, var ettiği bir durum yoktur. Kürtlerin İstanbul'da giderek yoğunlaşmalarını sağlayan Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi, yine bu temelde Kürdistan'ın belli düzeyde kapitalizme açılması olmuştur. Özellikle 1950’lerden sonra Kürtlerin de Türkiye'nin metropollerine yöneldiğini görüyoruz. Hatta şunu söyleyebiliriz; en fazla da Alevi Kürtlerin İstanbul'a, metropollere yönelimleri vardır. 1960’la birlikte Kürdistan'da ekonomik dengelerin bozulması, yine kapitalizme açılma temelinde ucuz iş gücü biçiminde Türkiye'ye bir göç olmuştur. Gerçekten de Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde Kürt ucuz iş gücünün önemli bir etkisi vardır. Türkiye'de kapitalist birikimin ortaya çıkmasında Kürtlerin ucuz iş gücü olarak sömürülmesinin rolü çok büyüktür. Böyle bir durum Türkiye'de kapitalist birikim yaratılmasında etkili olmuştur.

1960’lar, 70’ler hem Alevi hem de Sünni Kürtlerin İstanbul'a yoğun göç ettiği dönemlerdir. Özellikle de Şark Islahat Planı çerçevesinde Fırat’ın batısının Kürtsüzleştirilmesi, Alevi Kürtlerin Türkleştirilmesi yönündeki politikalar yürütülmüştür. Buralardaki Kürt nüfusunun seyreltilmesinin, Fırat’ın batısında Türk etnisitesinin hakim kılınarak demografyanın değiştirilmesi politikaları temelinde Alevi Kürtler yoğun olarak İstanbul başta olmak üzere Türkiye'nin metropollerine göçertilmiştir. Göçleri sadece ekonomik nedenlerle görmek gerçekten yanılgıdır. Sivas, Malatya, Maraş’ta araştırmalar yapılırsa bu gerçeklik görülür. Oralarda Türklerin göç etmediğini, Türklerin köylerinde kaldığını bunun karşısında köyleri ekonomik olarak; tarım ve hayvancılığa daha elverişli olsa da Kürt köylerinin göç ettiğini görürüz. Bu gerçeklik sorunun ekonomik olmadığını, esas olarak siyasi nedenlerle bilinçli bir politika temelinde Fırat’ın batısındaki özellikle Alevi Kürtlerin İstanbul’a göçertildiğini göstermektedir. Türkiye'de kapitalizmin geliştirilmesi ve Kürdistan’ın bu temelde kapitalizme açılması sonucu kır-şehir dengesindeki ekonomik yapının bozulması sonucu Sünni Kürtlerin de ucuz iş gücü olarak metropollere göçertildiğini görüyoruz. Burada da esas olarak siyasal nedenler etkili olmuştur. Özellikle Sünni Kürt nüfusunun yoğun olduğu Serhat’tan göçertilme kesinlikle politik amaçlıdır. Sivaslılar gibi Serhatlıların da İstanbul’da en fazla nüfusa sahip olması Şark Islahat Planının Serhat’ta uygulanmasının sonucudur. Bu gerçekliğin de görülmesi gerekiyor. Çünkü Serhat’ta tarım ve hayvancılık açısından önemli imkanlar olduğu halde orada da göç edenler Kürtlerdir. Türkler değildir, veyahut da diğer etnik yapılar değildir. Amed’ten, Siirt’ten, Hakkari’den, Mardin’den, belli yerlerden göç ekonomik nedenlerden dolayı olmuşsa da esas göçün politik nedenlerden kaynaklandığı açıktır. Bu durum İstanbul'daki nüfus oranında, nüfus bileşiminde farklı özellikler ortaya çıkarmıştır. Kürtler, Alevi’siyle, Sünni’siyle İstanbul'da çok önemli bir nüfusa ulaşmışlardır.

 Şimdi Kürtlerin en büyük şehri İstanbul deniliyor. Bu da bir gerçektir. Burada Kürtler derken sadece Sünni Kürtleri ifade etmemek lazım, Alevi Kürtleriyle birlikte ifade etmek lazım. Örneğin İstanbul'da en büyük nüfusun Sivaslı olduğu söylenir. İstanbul'a göç eden Sivaslıların yüzde 80’i Alevi Kürt’tür, yüzde 15 Alevi Türk’tür, yüzde 5’i Sünni Kürt’tür. Böyle bir gerçeklik vardır. Bu bile İstanbul'daki Kürt nüfusunun ne düzeyde olduğunu gösterir. İkinci sırada Karslılar vardır, bunların büyük çoğunluğu Sünni Kürtlerdir. Şark Islat Planı’nın, yani Kürtsüzleştirme politikasının hem Fırat’ın batısında hem de Kürdistan’ın Kuzey bölgesinde uygulanması İstanbul'a yoğun Kürt nüfusunun göç etmesini beraberinde getirmiştir. 1980’lerden sonra Kürdistan'daki gelişen özgürlük mücadelesi nedeniyle yoğun baskının etkisi ve 90’lardaki kirli savaşın sonucu Kürdistan’ın bütün şehirlerinden; Amed’ten, Urfa’dan, Mardin’den, Hakkari’den, Siirt’ten, Van’dan her yerden İstanbul’a yoğun bir göç olmuştur. Diğer şehirlere de olmuştur ama çoğunluğu İstanbul’a olmuştur. Bunun sonucu Alevi Kürtlerle birlikte ele alındığında İstanbul’da çok önemli bir Kürt nüfusu ortaya çıkmıştır. Kürdistan'daki baskı, yine Alevi toplumu üzerindeki baskı bu toplumsal kesimin demokratik özlemini ve demokratik tutumunu ortaya çıkardığından aynı zamanda İstanbul'un en önemli demokratik dinamiği haline gelmişlerdir.

İstanbul'da artık gelinen aşamada sadece ucuz iş gücü değillerdir. Ama özellikle de Suriye savaşına kadar, İstanbul'a Suriyelilerin göçüne kadar Türkiye'deki ucuz iş gücü Kürtlerdi. Türkiye'yi ekonomik olarak ayağa kaldıran Kürt emek gücüydü. Bu durumun trajik yanı Kürtler emekleriyle Türkiye ekonomisini ayağa kaldırıyorlar, Türkiye ekonomisi Kürt ucuz emeğiyle güçleniyor ama Türk devleti bu ekonomik gücünü daha sonra Kürt soykırımı için kullanıyor. Bu da gerçekten çok trajik bir durumu ifade etmektedir. Gelinen aşamada İstanbul’da Türkiye’nin her bölgesinden insan vardır. Ama bu durum esas olarak Kürtler için geçerlidir. Kürdistan'ın bütün şehirlerinden İstanbul'da büyük bir nüfus gücü vardır. Hemen hemen her şehirden önemli bir nüfus İstanbul'a göç etmiştir. Bir nevi Türkiye'deki vatanları olmuştur. Ekonomik, kültürel, siyasi, sağlık vb. sorunları nedeniyle İstanbul'a yönelim vardır. Öte yandan İstanbul üniversite merkezidir. Kürtler de giderek okullaşmayla birlikte üniversitelere yönelmişlerdir. İstanbul'da i üniversiteli Kürt gençlik nüfusu da ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar temelinde artık İstanbul’la Kürtlerin ilişkisi sadece bir Türkiye metropolü ilişkisi değildir. Bir nevi Kürtlerin Türkiye'deki dayanak yerleridir. Ya da Türkiye-Kürdistan diyalektiğini en güçlü biçimde yaşayan bir şehir haline gelmiştir. Kürtler burada ekonomik güç de siyasi güç de kültürel güç de oluyorlar. Toplumsal olarak önemli bir nüfusa sahipler. Bu yönüyle artık İstanbul Kürtsüz düşünülecek, Kürt gerçeğinin dikkate alınmayacağı bir şehir değildir. Artık İstanbul'da ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal yaşam söz konusu olduğunda Kürtler mutlaka bu dengeler içinde vardır ve bu dengeler içinde dikkate alınmak durumundadır.

İstanbul Kürt özgürlük mücadelesinin de önemli bir parçasıdır. Kürtlerin özgürlük mücadelesinin bir alanı da artık İstanbul’dur, metropollerdir. Çünkü Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesi ekseninde ele alıyorlar. Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından da İstanbul’un çok önemli olduğu açıktır. Bu bakımdan Kürtler için İstanbul sadece göç edilen, çalışılan bir yer değildir. Artık Türkiye'nin demokratikleşmesinde, Kürt sorunu çözümünün gerçekleşeceği temel mücadele alanı haline gelmiştir. İstanbul'la Kürtlerin ilişkisini böyle değerlendirmek gerekiyor. Bu durum Türkiye'deki soykırımcı sömürgecilikte gedik açacak önemli imkanlar ortaya çıkarmaktadır. Artık soykırımcı sömürgeciliğin Kürdistan’la Türkiye'yi birbirinden koparıp Türkiye toplumunu tümüyle Kürt düşmanlığı çerçevesinde Kürdistan'ın üzerine sürme politikasında önemli gedik açacak bir şehir haline gelmiştir. Bu yönüyle de demokrasi ve özgürlük mücadelesi açısından, Kürtler için bir nevi cephe gerisidir. Böyle bir özelliği de vardır. Hem de soykırımcı sömürgeciliğin merkezinde bir cephe gerisi olma özelliği vardır. Bunun da gerçekten Kürt halkının özgürlük mücadelesinde pozitif etkileri olacaktır, olmuştur, olmaya da devam edecektir. Türk devleti Kürtleri sürerek, Şark Islahat Planı temelinde Kürdistan'daki demografyayı bozarak bu temelde Kürdistan'ı soykırıma uğratmak isterken bu zorunlu göçler bu temelde ortaya çıkarken, Kürtler de örgütlenerek, demokratik siyasal bilinç edinerek bu politikayı tersine çevirecek bir güç haline gelmektedirler. Özellikle Kürdistan'daki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kesintisiz sürmesi nedeniyle Türk devletinin bu göçertme, Kürdistan demografyasını değiştirme politikasını tersine çevirecek bir imkana kavuşmuşlardır. Bu bakımdan başta İstanbul olmak üzere Türkiye’deki Kürt nüfusu soykırımcı sömürgeciliğin geçmişten beri uyguladığı politikaları tersine çevirecek bir dinamiğe sahiptir. Artık Kürtlerle İstanbul ilişkisi böyledir. Kuşkusuz İstanbul bir yönüyle Kürtlüğü yutan bir şehir durumundayken, diğer yandan Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine güç verilecek bir yer haline gelmiştir. Tabi bunu derken esas mücadele yine Kürdistan’dır. Kürdistan'da var olmadan, yaşamadan Kürt halkının özgür ve demokratik mücadelesini kazanması mümkün değildir. İstanbul'daki bu potansiyel ve imkan ancak Kürdistan'daki özgürlük mücadelesi güçlü olduğu zaman anlam kazanabilir. Bu bakımdan İstanbul’daki Kürt nüfusunun, toplumunun en temel görevlerinden biri Kürdistan'daki özgürlük ve demokrasi mücadelesine gereken desteği vermesi olmalıdır. Şimdiye kadar vermiştir, bundan sonra da yapılması gereken budur. Bu bakımdan Kürtlerle İstanbul ilişkisi artık derinlikli bir siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik bir ilişki haline gelmiştir. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi güçleri bunu doğru değerlendirirlerse İstanbul’la Kürtler arasındaki bu diyalektik hem Kürt halkının özgür ve demokrasi yaşamı açısından bir güç kazanacaktır hem de Türkiye’nin birliği içinde Kürtlerin özgür yaşama kavuşması açısından önemli bir etkisi olacaktır. Bu aynı zamanda Türkiye'deki Kürt halkıyla Türkiye halklarının birliğini güçlendirmesi açısından da önemli bir etken olacaktır.

 

Sadece HDP’nin aldığı bir milyon 200 bini aşkın oyun büyük oranı Kürt oyları. Bu da neredeyse 7-8 Kürt kentinin toplam nüfusuna tekabül ediyor. Nitekim HDP İstanbul’da 3. parti oldu. Sizce HDP’nin buradaki gerçek potansiyeli nedir?

HDP'nin İstanbul'daki potansiyeli çok güçlüdür. Yani hala mevcut aldığı oy oranının üç katını alabilir. Kuşkusuz Kürt oylarının önemli olduğu açık. HDP İstanbul’da da oyların çoğunluğunu Kürtlerden alıyor. Tabi bu Kürtlerin içinde Alevi Kürtler de var. Ancak HDP'nin İstanbul’da daha fazla oy alması gerekiyor. İstanbul'un bir özelliği de aslında HDP’nin Alevi Kürtler üzerinden Alevi Türklere ulaşacağı bir alan oluyor. Çünkü Alevi Türkler de önemli oranda Türkiye metropollerine göçertilmişlerdir. Türkiye coğrafyasını Sünnileştirme politikaları sonucu Alevi Türkler de İstanbul’a, Ankara’ya, Türkiye'nin diğer büyük şehirlerine, hatta Avrupa’ya göçertilmiştir. Kürtlerin ve Alevilerin de demokrasiye ihtiyacı var ve bu nedenle HDP’nin onların oylarını alması önemlidir. Ancak bu yetmez. HDP'nin Türkiye'nin demokrasi ittifakı, demokratik gücü olarak tüm demokrasi güçlerini kapsaması, onlara yönelmesi, onların oyunu alması gerekmektedir. Bu konuda herkesin çaba göstermesi gerekiyor. Kürtlerin de İstanbul'un diğer toplumsal kesimlerin, demokratik güçlerin, emekçilerin oyunun alınmasında çaba göstermesi, diğer toplumsal kesimlerle, emekçilerle ilişki geliştirmesi önemlidir. HDP’nin sadece Kürtlere dayanarak İstanbul'da güç olması kuruluş felsefesine uygun düşmez. Kuşkusuz İstanbul'da Kürtlerin oyu önemlidir ama tüm demokratik güçlerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, Alevilerin, Çerkeslerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların oyunu alması gerekiyor. Yine dini inancı yüksek olan, dindar olarak ifade edilen kesimlerin oyunu alması gerekiyor. Dindarlık demek sadece AKP'ye oy verecek demek değildir. Ya da dindarlık sadece muhafazakarlık olarak anlaşılamaz. Dinler tarih içinde toplumun demokratik dinamizmi, gelişim dinamizmi olmuşlardır. Dinsel gerçekliği sadece muhafazakarlık olarak ele almak tarihteki rolünü bütünlüklü ele almamak olur.

Önderlik, tarih boyu demokratik uygarlığı değerlendirirken iki kanaldan aktığını söyler; bir, kırdaki etnisitenin; yani komünal demokratik değerleri yaşayan sınıflaşmamış kesimleri demokratik uygarlığın önemli gücü olarak değerlendirirken diğer taraftan da dini toplulukları demokratik uygarlığın önemli gücü olarak değerlendirmiştir. Bir yönüyle de günümüzün sosyal demokratları olarak ele almıştır. Sosyal demokrat derken bugün liberalize olmuş, tamamen kapitalizmin çıkarlarını esas alan sosyal demokratlar olarak değil de, ezilenden, emekten yana bir politik yaklaşımı da olan sosyal demokrasi gücü olduğunu söylemiştir. Bu açıdan HDP’nin dindar kesimlere de yönelmesi gerekiyor. HDP dindar Kürtlerin oyunu da almaktadır. Ancak daha fazla alması gerekmektedir. Sadece dindar Kürtlerin değil tüm dindar kesimlerin oylarını almayı hedeflemesi gerekir. Geçmişte İstanbul'un dindar kesimleri demokratik toplum gücüydü ama AKP iktidara gelerek sahte demokrasi, insan hakları ve adalet söylemleriyle bu kesimlerin oyunu almıştır. Ama artık AKP'nin dinde var olan hak, adalet, eşitlikten uzak olduğu, tamamen baskıcı, sömürücü güçlerin parçası haline geldiği gerçeği dikkate alındığında artık dindar kesimlerin yeri de çoğunlukla HDP’dir. Bu yönüyle HDP'nin onlara da seslenmesi, dindar toplumsal kesimde var olan hak, adalet, eşitlik ve özgürlük değerlerine seslenerek o tabanı kendi tabanı haline getirmesi gerekmektedir. Zaten Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan gerçeğinde dinde var olan hak, adalet, eşitlik, ahlak ve vicdani değerlere seslenmeden, bu değerler demokrasi mücadelesi parçası haline getirilmeden ya da demokrasi güçleri kendi değerleriyle bu değerleri sentezleyip onları demokrasi mücadelesinin etkili parçası haline getirmeden demokrasi ve özgürlük mücadelesini tümüyle başarıya götürmek mümkün değildir.

Önder Apo HDP'nin Türkiye genelinde yüzde 30 gücü, var dedi. Ama İstanbul söz konusu olduğunda bunun yüzde 60’lara ulaşması gerekiyor. HDP’nin tabi ki bütün bu demokratik birikimi etkileyecek politik yaklaşımı ortaya koyarak bu amaca ulaşabilir. Bugün CHP’ye oy veren kesimlerin önemli bölümü HDP’nin tabanı olabilecek kesimlerdir. Hala Alevilerin önemli bir kesimi oylarını CHP’ye veriyor. Onların da yeri kesinlikle HDP’dir. Çünkü farklı etnik ve dinsel kimliklerin, inançların, hak, adalet, eşitlik ve özgürlüğünü tutarlı olarak savunan tek parti HDP’dir. Bu bakımdan HDP Alevilerin büyük çoğunluğunun oyunu alabilir. Zaten Alevilerin de demokrasiye ihtiyacı var. Kürtlerin ve emekçilerin demokrasiye ihtiyacı var. Bu bakımdan Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin ve tabi ki en başta da kadınların bu demokrasi ittifakının temel bileşenleri haline getirilmesi gerekiyor. Özellikle kadınların HDP'nin en temel bileşimi, dinamizmi olmaları gerekiyor. HDP bunu hak ediyor. Eşbaşkanlık sistemiyle, milletvekilliği ve belediye eşbaşkanlığında kadınlara tanıdığı pozitif ayrımcılıkla, hatta eşit temsili savunarak HDP esas olarak kadınların partisi haline gelecek pozisyondadır. HDP kendisini bir kadın partisi olarak da ilan edebilir. Gerçeği de budur. Bu açıdan HDP'nin İstanbul'daki potansiyelini sadece Alevi’siyle, Sünni’siyle Kürt toplumuna dayandırmak ve öyle görmek yanlıştır. Bütün demokrasi güçlerini içine alan bir parti haline gelmesi gerekiyor. Emekçileri, özellikle de kadınları içine alan bir parti haline gelmesi gerekiyor.

İstanbul her zaman kadın özgürlük çizgisinin, kadın dinamizminin en fazla olduğu yerdir. Eğer kadınların özgür ve demokratik yaşama kavuşmasında rol oynayacak ve bu konuda demokratik bir dinamizmle bir kadın potansiyeli varsa bu en fazla da İstanbul’da vardır. HDP'nin bunları kucaklaması gerekiyor. Kuşkusuz HDP sahip olduğu kadın çizgisiyle kapitalist modernitenin yarattığı sahte kadın özgürlük çizgisini de deşifre ederek kadın özgürlüğü için mücadele eden tüm kesimleri kendi etrafında toplayabilir. Bunu yapacak ideolojik ve politik doğrultuya sahiptir. Öte yandan HDP’nin sadece barajı aşmakla yetinen, belli yerlerde belediye eşbaşkanlığıyla yetinen bir parti haline gelmemesi gerekiyor. HDP bu konuda biraz yetinmecidir. Barajı aştın mı tamamdır yaklaşımı yanlıştır. HDP'nin artık baraj sorununun olmaması gerekiyor. En kötü koşullarda bile barajları aştı. Baskının en çok olduğu dönem 24 Haziran’dı, barajı aştı. 1 Kasım’da o kadar savaş ve şiddet politikası izlendi, barajı aştı. Bu açıdan artık HDP'nin barajın çok çok üstüne çıkan bir politik yaklaşım içinde olması gerekiyor. Zaten HDP olmadan Türkiye'ye demokratikleşme gelemez. Kuşkusuz diğer partiler ve diğer toplumsal kesimler de demokrasi mücadelesi içinde yer alacaktır. Sadece HDP’yle demokrasi mücadelesini başaracağız dememek gerekiyor, ama HDP kendisini demokrasi mücadelesinin motor gücü olarak görmeli ve bu gücünü etkili olarak kullanmalıdır. Bu konuda yaratıcı olması gerekiyor. Yaratıcı söylem ve taktikler uygulaması gerekiyor. Bu olursa başka partilere giden Kürt oylarını alabileceği gibi en geniş demokrasi güçlerinin oylarını da alacaktır. Dindarların, Alevilerin, Gayri Müslümlerin, Çerkezlerin, Boşnakların, Arapların, Karadenizlilerin bütün farklı etnik ve dinsel toplulukların oylarını alarak İstanbul'da birinci parti haline gelebilir. İstanbul'un sosyolojik yapısı HDP’yi birinci parti haline getirecek dinamizme, birikime ve potansiyele sahiptir. Yeter ki ufuklar, hedefler büyük olsun. Hedefler büyük olunca çabalar da büyük olur. Çabalar büyük olunca da hedefler gerçekleşir ve HDP de İstanbul'da birinci parti haline gelebilir.

 

HDP, 31 Mart seçimleri için ikili bir strateji izledi ve Türkiye metropollerinde AKP-MHP iktidarına kaybettirmeyi başardı. HDP seçmeninin bu konuda gerekli politik reaksiyonu gösterdiği görüldü. Bu stratejinin kaynağı neydi, neden zorunluydu?

HDP'nin izlediği stratejinin kaynağı açıktır. 7 Haziran’da HDP'nin barajı aşması AKP'yi iktidardan düşürdü. 7 Haziran’la birlikte AKP HDP'yi hedef aldı. HDP'nin barajı aşmasını kendisi için tehlikeli gördü. Bu yönüyle HDP'yi sınırlamak, daraltmak ve etkisizleştirmek için saldırı içinde oldu. Özellikle de 1 Kasım’da yeniden iktidar olduktan sonra tamamen bir HDP düşmanlığı yaptı. Bu hem demokrasi hem de Kürt düşmanlığı anlamına geliyordu. Zaten Kürt şehirlerini yakıp yıktı, ondan sonra HDP milletvekillerini, belediye eşbaşkanlarını zindanlara attırdı. Neredeyse HDP'de yönetici bırakmadı. İl, ilçe başkanlarını, hepsini zindana attı. Büyük bir baskı kurdu. HDP’yi demokratik siyasal alandan silmeye yöneldi. Bu açıdan bu kadar demokrasi düşmanlığı yapmak, HDP'yi demokratik siyasetten silmek tabi ki AKP'ye karşı bir duruşu ortaya çıkaracaktır. Zaten ilk dönemlerde HDP'nin AKP-MHP’ye karşı tutumunda zayıflıklar ortaya çıktı. Mücadele etme yerine sanki demokratik bir sistem var, parlamentonun varlığı demokrasinin gelişmesi için yeterliymiş gibi yanılgılı yaklaşımlara yol açmıştı. Ama AKP iktidarı HDP'nin varlığına tahammül edemiyordu. HDP’nin bırakalım mücadele etmesini varlığını bile kendisi için tehdit görüyordu. HDP'nin özellikle demokrasi mücadelesi, Kürt sorununa çözüm yaklaşımları AKP'yi zorluyordu. Bu bakımdan HDP'yi saf dışı etmek için eşbaşkanlarından milletvekili ve belediye eşbaşkanlarına kadar cezaevine attı. Bu durum karşısında HDP'nin tutumu ne olacaktı? Tabi ki bir genel seçimde kendisini güçlü çıkarmak, bu temelde demokrasi güçleriyle mücadeleyi esas almak, ama tek başına belediye başkanlığını alamayacağı yerlerde ise doğal olarak HDP'nin yapması gereken AKP-MHP faşizmini geriletecek politika izlemekti ve doğru politika da buydu.

HDP bir siyasi parti, tabi ki politika yapacak. Zaten politika yapmazsa yanlış yapar. Herkes politika yapacak HDP politika yapmayacak. Eğer HDP AKP-MHP faşizmini gerileten bir politika yapmasaydı, kendisi aday gösterseydi apolitik bir yaklaşım göstermiş olurdu. Politika yapmamış olurdu. Aslında varlık gerekçesine ters düşmüş olurdu. Bu yönüyle AKP-MHP faşizmini geriletmek için en uygun ve doğru politikayı izledi. Bunun nedeni de AKP-MHP faşizminin Türkiye’yi getirdiği noktadır. Kürt düşmanlığını zirveye çıkarmasıdır. Sadece Bakurê Kurdistan ve Türkiye'de değil, Rojava'da, Suriye'de, Başur’da Kürtlere düşmanlık yaptı. Her gün Kürt halkı üzerinde baskı kurdu, Kürt'ün varlığını kabul eden, Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını isteyen herkese saldırdı. Neredeyse Kürt halkının özgürlüğünü savunan herkes suçlu görüldü. Kürt özgürlük düşüncesinin kökünü kazımak istedi. Kimsenin Kürt halkının haklarından söz edemeyeceği bir ortam yaratmayı hedefledi.  Kürdistan'dan söz edenleri düşman gördü, çeksin gitsin dedi. Zaten yıllardır tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet diyerek bunu kabul etmeyenler çeksin gitsin dedi. Bu açıdan bu stratejinin kaynağı faşizme karşı tutumdur. Faşizmin olduğu yerde tek başına mücadele edilmez. Anti-faşist ittifak gerekir. Türkiye demokratik bir ülke değil ki. AKP-MHP faşizmine dayalı faşist bir iktidar var. Bunun karşısında tek başına mücadele edeceğim demek aslında politikasız kalmak ve politika yapmamaktır. Faşizm karşısında ezilmeye göz yummaktır. Kendisini ezmek isteyen düşmana karşı bir şey yapmamaktır.  Eğer HDP böyle bir strateji izlemeseydi politika yapmayan, politikadan uzak, özgürlük mücadelesinden uzak bir parti durumuna düşerdi.

Kürt'ün özgürlük ve demokrasi mücadelesi nasıl verilecek? Türkiye'de demokratikleşmeyi geliştirmekle Kürt sorununun demokratik çözümünü iç içe ele almadan bu mümkün müdür? Bazıları neredeyse herkes politika yapsın HDP ya da Kürtler politika yapmasın, yalnız kalsın, diyecek. Politika, politik mücadele, demokrasi mücadelesi böyle midir? HDP neden aday göstermedi demek aslında HDP'yi politikasız bırakmak, HDP'yi ezmek için çalışan bir iktidarı güçlendirmektir. O iktidardan yana tutum takınmaktır. Bu yönüyle HDP doğru politika izlemiştir. Sorun CHP, şu bu değildir. Demokrasidir, özgürlüklerdir, bunlara karşı yöneltilen saldırıdır. Bu saldırı nasıl geriletilecektir? Şu anda en temel görev AKP-MHP faşizminin geriletilmesidir, bu iktidar geriletilmeden de Türkiye'de ne Kürt sorunu çözülebilir ne de demokratikleşme gelişebilir. Hem zorunluluktu hem de doğrusu oydu.

HDP, Kürtler politika yapmayacak mı? Ya dar bir ideolojik ya da apolitik bir yaklaşım göstermiş olurdu bu politikayı izlememiş olsaydı. Ya da kendisi aday göstermiş olsaydı aslında politikadan uzak, politikadan anlamayan ve bu biçimde de Kürt halkının, Türkiye'deki demokrasi güçlerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürütecek kapasitede olmayan, bu güçte, bu zihniyette, bu nitelikte, bu birikimde ve bu kapasitede olmayan bir parti konumuna düşerdi. Bu yönüyle HDP’nin izlediği stratejiyi tartıştırmak bile yanlıştır. Anlamak gerekiyor. Niye HDP aday göstermedi demek gerçekten de Kürt halkının özgürlük mücadelesi üzerinde yoğunlaşmamaktır, Kürt halkı üzerinde uygulanan soykırımcı sömürgecilik üzerinde yoğunlaşmamaktır. Çok dogmatik, dar, apolitik bir yaklaşım göstermektir. Kırk yıldır mücadele yürüten Kürtlerin böyle mi davranması gerekir? Ya da onlarca yıldır mücadele yürüten demokrasi güçleri böyle mi yaklaşacaktı? Tabi ki böyle yaklaşması doğru değildi. Bu kadar tecrübe ve birikime dayanarak AKP-MHP faşizmine karşı doğru bir strateji gerekliydi ve bu doğru strateji uygulanmıştır. Doğru bir politik hamle yapılmıştır. Demokratik siyasal mücadele aynı zamanda doğru politik hamlelerle gelişebilir, güçlendirilebilir ve sonuç alabilir. Bu yönüyle HDP seçmeni tabi ki doğru tutum ortaya koymuştur. Kürtler kendilerine bu kadar zulüm ve baskı yapan bir iktidara karşı nasıl bir tutum takınacaktı? Efrîn’i işgal eden, Rojava’yı tehdit eden, Başûrê Kurdistan'a her türlü hakareti yapan, -hem referandum hem Kerkük krizi sırasında nasıl bir Kürt düşmanı olduğunu Başûrê Kurdistan’da gösterdi- gerektiğinde bölgedeki bütün Kürt düşmanlarıyla birleşen, herkese gelin Kürtler karşısında birleşelim diyen bir iktidara karşı Kürtler tabi ki tutum koyacaktır. Demokrasi güçleri bu iktidara karşı sessiz mi kalacaktı? HDP'nin hem Alevi tabanı hem Kürt tabanı hem diğer tüm demokratik güçler tabi ki AKP-MHP faşizmine karşı kaybettirme stratejisini destekleyecekti. Çünkü Türkiye tarihinde bu iktidar, bu ittifak kadar demokrasi ve Kürt düşmanı başka bir ittifak ve iktidar görülmemiştir. 12 Eylül faşizmi bile neredeyse bunlar yanında sütten çıkmış kaşık kalacak. Bu yönüyle neden böyle bir stratejinin izlendiği çok açıktır. Bunu anlamamak politikadan anlamamaktır, yada AKP-MHP faşizminin baskısını görmemek yada bu baskının amaçlarını anlamamak anlamına gelir. Bu da zaten kafayı kuma gömen apolitik kişiliklerin yaklaşımı ve tutumu olur.

 

Yeniden yapılacak İstanbul seçimleri için sayılı günler kaldı. HDP, 23 Haziran için de AKP-MHP’ye kaybettirip demokrasi güçleriyle birlikte kazanmak için çalışıyor. Siz de bu tavrı önemseyip destekliyorsunuz, niçin?

AKP-MHP faşizmi tabi en fazla da Türkiye ve Kürdistan'da demokrasi güçlerine saldırıyor. Özgürlük Hareketine karşı düşmanlık yapıyor. Zaten Kürt halkına yaptığı düşmanlık Özgürlük Hareketine yaptığı düşmanlıktır. Demokrasi güçlerine yapılan düşmanlık özgürlük mücadelemize yapılan düşmanlıktır. Biz Türkiye'nin demokratikleşmesini ve Kürt halkının özgürleşmesin istiyoruz. Mücadelemiz bunun içindir. Bu açıdan tabi ki Türkiye'de faşizmin geriletilmesi, demokrasi mücadelesi bizi de ilgilendiriyor. Bu nedenle AKP-MHP faşizmine kaybettirmek hem demokrasi güçleri hem de Kürt halkı açısından önemli bir kazanım olacaktır. Biz böyle görüyoruz. Savaş politikası ve yayılmacı politika izleyen, Efrîn’i işgal eden, Rojava’yı işgal etme tehdidinde bulunan, Kürt düşmanlığını her yere yayan, hatta Kürt halkının özgürlük mücadelesi nerede veriliyorsa oraya da giderim saldırırım yok ederim diyen bir AKP-MHP iktidarı var.

Biz gerçekten sorunları demokratik temelde çözmek istiyoruz. Önder Apo Kürt sorununun demokratik müzakereyle çözülmesinden yanayız, dedi. Biz Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde Kürt halkının özgürleşmesini istiyoruz. Ortadoğu’nun demokratikleşmesini istiyoruz. Ortadoğu’nun demokratikleşmesi açısından da Türkiye'nin demokratikleşmesi çok çok önemlidir. Türkiye demokratikleşmeden Ortadoğu’da demokratikleşme sıkıntıları yaşanmaya devam edecektir. Türkiye Ortadoğu’da da her ülkede de demokratikleşmenin önünde engeldir. Mevcut AKP-MHP iktidarı şahsında Türkiye böyle bir demokrasi düşmanlığı yapıyor. Demokratikleşme olursa Kürtler yararlanır, diğer halklar yararlanır diyor. Yani herkesi yok etmek isteyen, herkesi Türk yapmak isteyen, herkesi Sünni İslam yapmak isteyen bir iktidar var. Bu yönüyle tekçi, farklılıkları yok sayan bir iktidar var. Böyle bir iktidar, böyle bir Türkiye tabi demokratikleşmenin önünde engeldir. Bizim önemli bir mücadele hedefimiz de bütün ülkelerin demokratikleşmesi, Ortadoğu’nun demokratikleşmesidir. Evet Kürt sorununun çözümü için mücadele veriyoruz ama bu mücadelemiz diyalektik olarak, bütünlük içinde Ortadoğu’nun demokratikleşme mücadelesidir. Bu yönüyle de AKP-MHP’nin kaybetmesi, Türkiye'nin demokratikleşmesi sürecine girmesi aynı zaman Ortadoğu’nun demokratikleşme sürecine girmesi demektir. Kürt sorununun çözümünü Türkiye'nin demokratikleşmesinden, Ortadoğu’nun demokratikleşmesinden ayrı ele almak mümkün değildir. Bu yönüyle de Kürt halkına düşmanlık yapan, demokrasi düşmanlığı yapan AKP-MHP’ye kaybettirme politikalarını biz tabi ki destekleriz. Doğru politika olarak görürüz. Bunu hem ideolojik olarak hem de politik olarak doğru görüyoruz. Zaten HDP Türkiye'yi demokratikleştirme partisidir. AKP-MHP ise demokrasi düşmanı partisidir. Tabi ki HDP böyle faşist iktidara karşı demokrasi mücadelesi verirken biz de bu mücadeleyi doğru bulacağız.

Kürt halkının özgürlük sorunu demokrasi sorunudur, Türkiye'nin demokratikleşme sorunudur. Kürt halkının da demokrasi ve özgürlük güçlerinin de Kürt halkının devrimci güçlerinin tercihi de sorunların demokrasi içinde çözülmesidir. Tüm Kürtlerin hedefi demokrasi ve demokratikleşmedir. Bu yönüyle de demokratikleşme önündeki engelleri geriletmek Kürt halkının bütün siyasi güçlerinin sorumluluğundadır. Devrimci güçler de demokratik güçler de aydınları, yazarları ve sanatçıları da bu sorumluluğu duymalıdır. Çünkü bütün Kürtlerin sorunu demokratikleşme ve demokrasi sorunudur. Türkiye demokratikleşmediği müddetçe soykırımcı sömürgeci politikasını bırakmayacaktır. Zaten şu anda AKP-MHP iktidarı tam bir soykırımcı politika izlemektedir. Bu yönüyle böyle bir iktidara kaybettirme politikasını, stratejisini, politik tarzını ve mücadelesini doğru buluyoruz. Bu politikaya moral destek veriyoruz. Her türlü ideoloji-politik etkimizle bu politikayı doğru buluyor ve destekliyoruz. Halkımız da bu doğrultuda bu politikaya büyük bir destek vermiştir. 31 Mart’ta da bu politikaya destek vermiştir, 23 Haziran’da da destekleyecektir. Hatta 23 Haziran’da 31 Mart’tan daha fazla destekleyecektir. Sadece İstanbul gasp edilmedi. HDP’nin birçok ilçe belediyesi gasp edildi. Özellikle Tuşba ve Bağlar başta olmak üzere birçok büyük ilçede gasp yapıldı. Bu yönüyle bu gaspçı iktidara karşı, halkın demokratik iradesini tanımayan bu iktidara karşı Kürt halkının 23 Haziran’da daha fazla AKP-MHP’ye kaybettirecek bir tutum içinde olması gerektiğini düşünüyoruz. HDP de zaten bu doğrultuda çalışıyor. Bizim gerekçelerimizin ne olduğu bu çerçevede açık bir durumdur.

 

HDP’nin tavrı, Kürtlerin tercihi, sizin dahliniz ile ilgili AKP-MHP kaynaklı spekülasyonlar da var. 31 Mart’ta AKP’ye oy vermemiş bir Kürt veya HDP seçmeninin, 23 Haziran’da bu kez AKP’ye oy vermesini gerektirecek ne var?

AKP-MHP faşizmine karşı bizim mücadelemiz, tutumumuz yeni değil ki. Hatta herkesten önce AKP-MHP faşizmine, iktidarına karşı tutum alan ve mücadele eden biziz. Bu konuda her zaman CHP’yi de HDP'yi de eleştirdik. Bu açıdan bizim tavrımızda herhangi bir değişiklik yoktur. Sadece bu seçimlerle ilgili bir durum da değildir.  Özellikle çatışmasızlığın bitirilmesi sonrası Kürt halkına ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılar ortadadır. AKP 7 Haziran’da seçimi kaybettikten sonra tamamen savaş politikasına yönelmiş, o günden bugüne de savaş politikası yürütüyor. İçte ve dışta savaş diyor. Böyle bir iktidara karşı zaten bizim mücadelemiz var. Bugün eğer AKP-MHP faşizmi tümden hakim olamamışsa bu bizim mücadelemiz sonucudur. Yoksa ortada hiçbir muhalefet kalmazdı. Hepsini silindir gibi ezer geçerdi. Ama bizim mücadelemiz AKP-MHP faşizminin amaçlarına ulaşmasını engellemiştir. AKP-MHP’ye karşı bizim tutumumuz açıktır, bu konuda hiçbir tereddüt yoktur. Herkesin tutumunda, mücadelesinde sallantı ve tereddüt olabilir ama bizim AKP-MHP’ye karşı tutumumuz nettir. Bu açıdan bizim tutumumuz şu veyahut bunun tutumuna bağlı bir tutum değildir. Bir kere bunu özellikle belirtmemiz gerekiyor. Sanki AKP-MHP ittifakına yeni tutum alıyormuşuz, tutum sadece bu seçimle ilgili bir yaklaşımmış gibi bir algı çarpıtmadır. Biz tabi ki AKP-MHP faşizmine karşı mücadele ediyoruz, o da bizi yok etmek istiyor. Savaşla ezip yok edeceğim diyor. Tabi Kürt'ü de demokrasi güçlerine de yok edeceğim diyor. Bunun karşısında bizim tutumumuzun farklılaşması mümkün değildir.

Ortada gerçekler var. Kürdistan'da yürütülen savaş var. Her tarafın bombalanması var. Kürdistan yasak ülke haline getirilmiş durumda. Her gün şu kadar öldürdüm şu kadar vurdum diyor. Efrîn’de Kürt halkına neler yaptığı ortada; şimdi orada soykırım yürütüyor. Bütün çete ailelerini getirip oraya yerleştiriyor. Şimdi aynı politikayı yürüteceğim diyor. Binali Yıldırım’la Ekrem İmamoğlu'nun televizyon karşılaşmasında Binali Yıldırım açıkça biz Efrîn’i işgal ettik, benim başbakanlığım döneminde Efrîn işgal edildi, oraya Suriyelileri götürdük, diyor. Bu açıktan açığa bir soykırım itirafıdır. Efrîn demografyasının değiştirilmesi itirafıdır. Kürt coğrafyasından nasıl Kürtleri sürüp yerlerine farklı toplulukları getirme politikası yürüttüğünü itiraf ediyor. Bu Kürt düşmanlığı değil midir? Şimdi de Ekrem İmamoğlu’yla yapılan televizyon konuşmasında Binali Yıldırım yakında Fırat’ın doğusunu da temizleyeceğiz –temizleyeceğiz dediği Kürtlerdir- diyor. Nasıl ki Efrîn’de Kürtleri sürdü, yerine çetelerin ailelerini getirip yerleştirdi şimdi de aynı politikayı Fırat’ın doğusunda da uygulayacağım diyor. Buna karşı Kürtlerin tutumu ne olacak? Kürtlerin bir tutumu olmayacak mıdır? Utanmadan Amed’e gidiyor Kürdistan diyor. İstanbul’a geliyor Suriye politikasını belirtirken açıkça bizim Suriye politikamız Kürtleri yerlerinden uzaklaştırıp Suriyelileri oraya götürmektir diyor. Suriye politikasının bile Kürt soykırım politikası olduğunu açıkça söylüyor. Bu zihniyetteki Binali Yıldırım’a 23 Haziran’da Kürtler bir tokat gibi cevap vereceklerdir.

Binali Yıldırım Fırat’ın doğusunda da Efrîn’de olduğu gibi soykırım politikası uygulayacağız diyor. Bakurê Kürdistan’da da bunu yapmaya çalışıyor. Urfa’da, Mardin’de bunu yapmaya çalışıyor. Şırnak’ta ve başka yerlerde her yerde Kürtleri baskılayarak, saldırarak, şehirleri yakıp yıkarak Kürtleri Kürdistan'dan uzaklaştırıp yerine başka topluluklar getirmek istiyor. Şimdi böyle bir iktidar ortadayken Kürtler ne yapmalıdır? Ekrem İmamoğlu’yla yapılan televizyon konuşmasında Binali Yıldırım’ın Efrîn’i işgal ettik, Kürtlerden temizledik oraya Suriyelileri götürdük, ben seçilirsem Fırat’ın doğusunu da temizleyeceğiz ve buraya Suriyelileri götüreceğiz, demesi Kürt soykırımıdır, insanlık suçudur. Buna karşı Kürtlerin tabi ki tutumu olacak. Kürtlerin AKP iktidarına karşı tutumunu değiştirmesi için hiçbir neden yoktur. Zaten Kürtlerin AKP’ye oy verme durumu olamaz. Kürtlerin, demokrasi güçlerinin partisi var, HDP var. Kürtler ve demokrasi güçleri tabi ki bundan sonra da HDP’ye oy verecekler. Bu seçimde de HDP'nin yürüttüğü stratejiyi destekleyip AKP’ye kaybettirme oyu kullanacaklardır. Kürtler kendi varlığının yok edilmesine destek verecek kadar kendi kimliğini kaybetmiş, kendisini inkar etmiş bir toplum değildir. Bu yönüyle demokrasi güçleri de Kürtler de AKP'ye büyük ders vereceklerdir. En fazla da Kürtlerin ders vermesi gerekiyor. Kürtlerin Binali Yıldırım’ın benim başbakanlığım döneminde Efrîn’i işgal ettik oraya Suriyelileri götürdük, şimdi de Fırat’ın doğusunu temizleyeceğiz oraya Suriyeli götüreceğiz politikasına gereken cevabı sandıkta verecektir. Hem de çok güçlü bir biçimde. Bütün Kürtlerin, hastasından yaşlısına kadar herkesin buna bir tutum koyması gerekiyor. Bu yönüyle AKP'ye oy verecek Kürt kendi kimliğini inkar eden Kürt olur, yada çıkarı gereği gidip oy verebilir. Kürtlerin AKP'ye oy verebilecek hiçbir gerekçesi, hiçbir nedeni yoktur. Aksine Kürtlerin AKP'ye kaybettirmek için bin tane nedeni vardır. Bu bin nedeni Binali Yıldırım Ekrem İmamoğlu’yla yaptığı televizyon programında daha da netleştirmiştir, keskinleştirmiştir. Bu yönüyle de İstanbul seçimlerinde hem AKP-MHP iktidarına kaybettireceklerdir hem de Binali Yıldırım’ı bu sözlerinden dolayı cezalandıracaklardır.

 

Bir Kürt veya HDP seçmeninin, 31 Mart’ta AKP’ye oy vermediği halde 23 Haziran’da sandığa gitmeme veya bu seçimi önemsememe lüksü neden yok?

31 Mart’ta HDP ve Kürt seçmeninin büyük çoğunluğunun sandığa gidip AKP’ye kaybettirme yönünde oylarını kullandığı açıktır. Bunu zaten herkes kabul etmekte ve takdir etmektedir. Belki çok az bir kesim AKP-MHP faşizminin seçimle gitmeyeceğini düşünerek, neden sandığa gideyim demiş olabilir. Doğrudur, AKP-MHP ittifakının sadece sandığa gidip oy vererek iktidarı bırakacağını düşünmek yanlıştır. Çünkü sandıktaki oyları değiştirmektedir. Ya da sandığa giren oy sonuç alamamaktadır. Bu bakımdan sadece sandığa gidip oy vererek AKP-MHP iktidarını düşürmek mümkün değildir. Ancak sandığa gidip oy verip ardından bu oya sahip çıkılırsa, yine bunun yanında toplumsal mücadele yükseltilirse o zaman AKP-MHP’yi geriletmek ve iktidardan düşürmek mümkündür. Bunun 31 Mart seçimlerinde olabileceği görüldü. 31 Mart seçimlerinde AKP'nin ve MHP’nin sandıkta da geriletilebileceği, AKP'ye karşı mücadelenin bir boyutunun da sandığa gidip oy vermek olduğu görüldü. Bu bakımdan sandığa gitsem de bir şey değişmez anlayışı aşıldı. Bu bakımdan böyle düşünüp de sandığa gitmeyen HDP seçmeni de Kürtler de sandığa gidecek ve AKP-MHP iktidarına kaybettirmek için gerekeni yapacaktır.

Artık 23 Haziran İstanbul seçimi bir demokrasi referandumuna dönüşmüştür. Özellikle AKP-MHP’nin politikalarına, sandıkta çıkan iradeyi tanımamasına -bunu hem Kürdistan'da hem de İstanbul'da yaptı- artık bir cevap verilmesi gerekiyor. Ya bu anlayış geriletilip yenilgiye uğratılacak ya da bu anlayış tümden hakim olacaktır. Eğer önü alınmazsa bu iktidar ve ittifak tamamen kendisini yerleştirerek seçimle gitmeyecek bir duruma gelecektir. Bu yönüyle böyle bir demokrasi referandumunda, hatta Kürtler açısından belki de tarihinin en önemli seçiminde ya da bir Kürt için oyunun en önemli olduğu bir seçimde Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin sandığa gidip oy vermesi gerekiyor. Demokrasi için, Kürt halkının özgürlük mücadelesi için hiçbir seçimde olmadığı kadar oyun önemli hale geldiği bir seçimde Kürt halkının ve tabi ki demokrasi güçlerinin sandığa gitmeme lüksü olamaz. O zaman sorumsuz yaklaşılmış olur. Demokrasi önemsiz görülmüş olur. Kürt halkının özgürlük mücadelesi önemsiz görülmüş olur. Bu sadece bir seçimi önemsememek değil, demokrasi ve özgürlüğü önemsememek anlamına gelir ki tabi ki Kürtlerin de demokrasi güçlerinin de böyle bir lüksü olmayacağı açıktır.

31 Mart’ta sandığa gidenler yine gitmeli ve aynı tutumu yine göstermelidir. Çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyenler de bu seçimi tarihi bir fırsat ve dönemeç olduğunu görüp Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt halkının özgürlüğü açısından hasta da olsalar, herhangi başka bir gerekçesi de olsa bunların hepsini aşıp mutlaka sandığa gitmelidirler. Ve böylelikle Kürtler bilinçli bir toplum olduğunu, demokratik bilince sahip bir toplum olduğunu bu seçimde tüm dünyaya göstermelidirler. Kürtler gerçekten Türkiye'nin en önemli demokratik topluluğudur. Bu nedenle de her Kürt Türkiye'nin en politik topluluğu olan Kürt halkının parçası olarak, Kürt halkının özgürlüğüne karşı ve Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı sorumluluk duyarak sandığa gidip gerekeni yapmalıdır. Gitmemek gerçekten de lüksten öteye bir durum olur. Gitmeme lüksü zaten yok, gitmesi gerekiyor. Ama gitmezse gerçekten sorumsuzluk olur. Yani demokrasi ve özgürlük mücadelesini, Kürt halkının özgürlüğünü, Türkiye'nin demokratikleşmesini önemsememek olur. Bu açıdan biz bütün Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin büyük bir sorumluluk duygusuyla kendi özgürlüğüne oy verme heyecanı ve coşkusuyla gidip sandığa oy vereceklerini düşünüyoruz. Öyle bağrına taş basıp, zorunlu ve mecburiyetten gitmeyeceklerdir. Kimseye oy vermiyorlar, kendilerine oy veriyorlar. Bu bakımdan sandığa gidip oy vermeyi doğru anlamak lazım. Tamamen kendilerine verilen oy olarak görüp büyük bir heyecan, coşku ve istekle, hem de büyük bir sabırsızlıkla erkenden gidip oyunu kullanmalıdır. Biz zaten Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin bunu yapacağına inanıyoruz.

 

AKP-MHP’nin, bir yandan sayın Öcalan ile avukatlarını görüştürüp Binali Yıldırım’ı Amed’e gönderirken diğer yandan Kürtçe tabelaları bile söküp Xakurkê’ye işgal saldırısı yapmasının İstanbul seçimleriyle ilişkisi nedir?

Bir taraftan Önder Apo’nun avukatlarıyla görüştürülmesi, diğer taraftan Xakurkê’ye işgal saldırıları dikkatle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Her şeyden önce bir daha belirtelim ki, Önder Apo’nun avukatları ve ailesiyle görüşmesi büyük bir direniş sonucu olmuştur. Aylarca süren bir direniş olmuştur. Binlerce tutsak, yüzlerce devrimci ve yurtsever yaşamlarını ortaya koymuştur. Demokrasi güçleri, Kürt anaları büyük bir mücadele vermiştir. Dünyanın birçok ülkesinde demokrasi güçleri bu zindan direnişine destek vermiştir. Tecride karşı mücadele dünyada çok önemli bir destek görmüştür. Türkiye'de tecridin yanlış olduğu, kaldırılması konusunda geniş bir demokratik kamuoyu oluşmuştur. Bu yönüyle bu görüştürmelerin direnişler sonucu Türkiye'nin kendi anayasası ve yasasına uyması olarak ele almak daha doğrudur. Kuşkusuz başka etkenleri olabilir. AKP zorlanıp tecridi kaldırırken başka hesaplar da yapmış olabilir. Ama esas olarak direnişlerin sonucunda görüşme olduğunu görmek gerekiyor.

Binali Yıldırım’ın Amed’e gidip Kürdistan demesi seçim öncesi bir oyundu. Bu kadar Kürt düşmanlığı yapılacak, Kürdistan diyenler çeksin gitsin denilecek, Kürt-Kürdistan diyenler meclisten atılacak -hem de Binali Yıldırım’ın meclis başkanlığı ve başbakanlık yaptığı dönemde yapılacak bunlar- ama ondan sonra gidip Amed’te birkaç kelime Kürtçe konuşulacak ve Kürt kandırılmaya çalışılacak. Bu aslında Kürt’e hakarettir. Bu kadar yapılanlardan sonra gelip bunu söylemek ve Kürt’ten oy istemek kadar incitici, hakaret edici bir durum olamaz. Kürtler neyi unutacak? Binlerce siyasetçinin tutuklanmasını mı, coğrafyasının, şehirlerinin yakılıp yıkılmasını mı, Efrîn işgalini mi, Başûrê Kurdistan’a yönelik tehditleri mi unutacak? Kürtler her şeyi unutacak, bir-iki kelime Kürtçe konuştu diye kanacak, aldanacak! Bu mümkün müdür? Bir zamanlar kirli savaşın baş aktörü olan Doğan Güreş Şırnak’a gidip birkaç kelime Kürtçe konuşmuştu. Bunlar seçim oyunları, toplumu aldatma ve kandırma yöntemleri olduğu gibi Xakurkê’yi işgal girişimi de önemli oranda İstanbul seçimleriyle alakalıdır. Milliyetçi kesimleri ve Kürt düşmanlarını tatmin etmek istiyorlar. Böylelikle bir taraftan Kürt düşmanları ve milliyetçiler tatmin edilecek diğer taraftan da birkaç kelime Kürtçe konuşularak Kürtler kandırılacak. Böylelikle hem Kürt düşmanlarının hem de Kürtlerin oyunu alacaklar. Bu kadar ucuz bir yaklaşım var. Siyasete bu kadar savaşı alet etmek kadar çirkin bir şey olamaz. AKP kadar savaşı, işgali siyasete alet eden başka bir iktidar görülmemiştir. Bu yönüyle de çok kirli bir iktidardır. Çok kirli bir siyaset izlemektedir. Xakurkê işgalinin tabi önemli bir nedeni de seçimlerdir, bu açıktır. Daha önceki seçim öncesi, referandum öncesi bu tür savaş politikalarına yönelmiştir. Efrîn işgalinin bir boyutunun da bu olduğunu biliyoruz. Hem işgal etmek, işgalle seçim öncesini bir araya getirip bir taşla birkaç kuş vurma gibi bir politika yürütüyor. Kuşkusuz Xakurkê işgalinin uzun ve orta vadeli başka nedenleri de vardır ama kısa vadeli nedeninin İstanbul seçimlerinde milliyetçilerin oyunu almak olduğu açıktır.

 

HDP seçmeni olmayan, son seçime kadar da AKP’ye oy veren bir Kürt’ün veya dürüst Müslüman‘ın, bu kez neden AKP-MHP iktidarının vebaline ortak olmaması gerekir?

Bir kere şu yanlışı düzeltmek istiyorum. Sanki tüm dindar Müslümanlar gidip AKP'ye oy veriyormuş, muhafazakar olanlar AKP'ye oy veriyormuş. Bu dil de yanlış, bu yaklaşım da yanlış, bu algı da yanlış. Dindar Kürtlerin büyük çoğunluğu gidip HDP'ye oy vermektedir. Bu gerçekliğin görülmesi gerekiyor. HDP aynı zamanda dindar Kürtlerin oy verdiği bir partidir. Çünkü dindar Kürtler de Türkiye'nin demokratikleşmesini ve bu temelde Kürdistan'ın özgürleşmesini istiyorlar. Dindar Kürtlerin çoğunluğu AKP'ye oy veriyormuş demek dindar Kürtlere de saygısızlık oluyor. Onlar sanki yurtsever değil, demokratik karakterleri yok. AKP ben dindarım dediği için Kürt dindarlar da kanıyor, gidip hepsi AKP'ye oy veriyor, böyle bir şey yok. Bu doğru değil. Kuşkusuz bir kısmı gidip oy veriyordur. Din istismar edildiği için, bazı Kürtler bu gerçeği göremeyerek AKP’ye gidip oy veriyor olabilir. Bunu Kürdistan'da da metropollerde de görüyoruz. Ama dindar Kürtlerin çoğunluğunun HDP'ye oy verdiği açıktır. Kuşkusuz dindar Kürtler bu seçimde de HDP'nin çizgisinde oy vereceklerdir, buna kuşku yoktur.

Kürt dindarlığını herhangi bir sıradan dindarlıkla karıştırmamak lazım. Kürdistan'da ilk yurtseverler mellelerdir. İlk Kürt aydınları melleler olduğu için yurtseverlik de onlarda gelişmiştir. Bir dönemler Kürdistan'da aşiret liderleri isyanlara öncülük yapmışlardır, bir dönem şeyhler-melleler öncülük yapmıştır; bu gerçeği görmek gerekiyor. Bu yönüyle değerlendirmeler yaparken toptancı yaklaşımdan kaçınmak ve tüm dindarların sanki AKP'ye oy verdiği gibi yanlış algıya yol açmamak gerekiyor. Kuşkusuz AKP'ye oy veren Kürtler olmuştur. Sadece Kürtlerin değil AKP'ye oy veren dindarların da bu iktidara oy vermemesi gerekiyor. Dini bu kadar çıkara, baskıya, zulme ve hırsızlığa alet eden iktidar aslında din karşıtıdır. Önder Apo bunlara karşıt-İslam dedi. AKP'nin şu andaki duruşu karşıt-İslam duruşudur. DAİŞ nasıl karşıt-İslam’sa, İslam’da var olan hak, adalet, eşitlik ve vicdanı bir tarafa bırakıp insanlık dışı bir tutum ortaya koymuşsa AKP de aynısını yapıyor. Bugün Türkiye ve Kürdistan'da dini en kötü biçimde siyasete, baskıya, zulme ve çıkara alet eden AKP iktidarıdır. Bu bakımdan dindarların AKP'ye büyük öfke duymaları gerekiyor. AKP'ye oy veren dindarlar da gerçekten aldatıldıklarını, kendilerinin zulme ve baskıya alet edildiklerini görüp bu AKP-MHP iktidarına ders vermesi gerekiyor. AKP’nin zulmüne, haksızlığına ve baskısına alet olmamaları gerekiyor. Kürt soykırım politikalarına alet olmamaları gerekiyor. Sadece dindar Kürtlerin değil bütün dindarların bu soykırım politikalarına alet olmaması gerekiyor.

Türkiye'de dinin bu kadar zulme, baskıya ve sömürüye alet edildiği görülmedi. Böyle bir şey olmadı. Ne Menderes, ne Demirel, ne Turgut Özal, ne Erbakan bunu yaptı. Dini bu biçimde bu kadar kötü kullanma AKP döneminde olmuştur. Belki daha önce dindarlar, siyasi İslami kesimler devletten dışlanmışlardı ve bu nedenle tepkileri vardı. Erbakan veyahut da onların partisi bu haksızlığa, hukuksuzluğa, dışlanmışlığa karşı mücadele yürüttüler.  Bu yönüyle de tabi ki yaptıkları yanlış değildi. Kendilerinin dışlanmasına karşı tepki verdiler. AKP aslında buna dayanarak iktidara geldi. Erbakan’ın verdiği emekler sonucu iktidara geldi, ama iktidar ve devletle buluştuktan sonra karşı çıktıkları devletten daha zalim, daha haksız ve daha adaletsiz bir duruma düştüler. Hiçbir dönemde bu kadar partizanlık oldu mu? İşçiyi, memuru bile kendisinden seçiyor. Kendi partisinden olmayanı işçi, memur yapmıyor. Hiçbir şey yapmıyorlar. Böyle bir devlet Türkiye'de olmadı. Evet, baskı da zulüm de vardı ama farklı siyasi görüşten olanlar da bürokraside, memurlukta, devlet dairelerinde ve işletmelerinde yer alabiliyordu. İslami hassasiyeti olan dindarlar ne toplumdan ne siyasetten ne devlet kademesinden, hiçbir yerden dışlanmasın; dışlanmasına da karşı çıkmak lazım. Ama AKP'nin yaptığı bu değil. AKP'nin yaptığı, şu anda herkese zulüm yapmaktır. Hak, adalet ve vicdanı bir tarafa bırakmaktır. Bütün dinlerde adalet çok önemli bir ölçüdür. Adaletli olanlar her zaman dillendirilir. İslam’da en fazla öne çıkan kişilikler adaletli olan kişiliklerdir. Şimdi AKP iktidarı kadar adaleti çiğneyen vicdansız başka bir iktidar var mıdır, Türkiye’ye gelmiş midir? Bu yönüyle bu kadar vicdansızlığa, haksızlığa, adaletsizliğe ve hukuksuzluğa dindarların ortak olmaması, aksine sandığa giderek AKP iktidarına kaybettirmesi gerekiyor. O zaman dindarlıklarına uygun davranmış olurlar. Hak, adalet, vicdan ve ahlaka göre davranmış olurlar. Bu seçimde mutlaka dindarlar da bu muhasebeyi yapacak ve AKP iktidarına da gereken dersi vereceklerdir.

 

AKP-MHP iktidarı, bu kez de İstanbul’da tokat yerse bunun tüm Kürtler, demokrasi güçleri, hatta Türkiye için hayırlı sonuçları nelerdir, şu veya bu şekilde İstanbul’da ‘kazandığında’ olumsuz yansımaları neler olur?

İstanbul'da AKP-MHP ittifakı kaybederse otoriter, Kürt ve demokrasi düşmanı tek adamlığa dayanan bu sistem önemli bir darbe yiyecektir. İstanbul’u kaybetmek demek aslında Türkiye'nin böyle bir iktidarı istemediği anlamına gelir. Demokrasi ve özgürlük güçleri psikolojik olarak üstünlük elde ederler. Son 16-17 yılda siyasi anlamda psikolojik üstünlüğü hep AKP elde tuttu. Demokrasi ve özgürlük güçlerini, sosyalistleri geriletti. Onların elindeki psikolojik üstünlüğü aldı. Bir yönüyle de Türkiye'yi bu psikolojik üstünlükle yönetti ve seçimleri böyle kazandı. Ama İstanbul seçimlerini kaybettiğinde artık eskisi gibi kendine güvenen, psikolojik üstünlüğü olan bir AKP iktidarı olmayacaktır. İçerde ve dışarda bu iktidarın gidici olacağı görülecektir. Birçok kesim içerde ve dışarda bu iktidar gitmez deyip destek verdiler, iktidara yaltaklık yaptılar. Ama İstanbul seçimlerini kaybederse artık AKP-MHP ittifakına dayanan bu hükümete dışardan da içerden de destek azalacaktır. Bu yönüyle tabi önemli sonuçları olacaktır. Öte yandan demokrasi güçleri, ittifakı temelinde böyle bir sonuç ortaya çıktığı için, demokrasi güçlerinin ittifakının önemi anlaşılacak, bu yönlü Türkiye tarihinde bir türlü bir araya gelemeyen demokrasi güçleri bundan sonra Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından bir araya gelmenin önemini kavrayacak, bu yönlü birlikte hareket etme ve mücadele etme eğilimleri güçlenecektir. Bunun da Türkiye halkları açısından çok büyük kazanımları olacaktır.

Kürtler açısından da çok önemli sonuçları olacaktır. Hem İstanbul'daki, metropollerdeki Kürtler özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkılarının büyüklüğünü, kendilerinin duruşunun anlamını görerek büyük bir moral kazanacaklar. Bundan sonra demokrasi ve özgürlük mücadelesinde daha aktif yer alacaklar ve bu sorumluluğu sürekli taşıyacaklar. Öte yandan Kürdistan’daki halk da metropoldeki Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yanında olduğunu görecekler, bu yönüyle her zaman yanlarında böyle bir büyük gücün Türkiye cephesinde böyle bir Kürt ve demokrasi gücünün olduğunu görerek demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha özgüvenle yürüteceklerdir. Geleceğe daha güvenle bakacaklardır. Bunlar tabi önemli sonuçlar doğuracak ve İstanbul seçimleri kazanıldığı takdirde bunun sonuçları önümüzdeki döneme yansıyacaktır. AKP iktidarı eskisi gibi demokrasi ve özgürlük güçlerinin üzerine kolay gidemeyecektir. Artık karşısında güçlü bir muhalefetin olduğunu görecektir. Her an karşısına Gezi’den daha büyük toplumsal hareketlerin çıkabileceğini görecek, bu yönüyle de haddini bilecektir.

Hatta İstanbul seçimlerini kaybettikten sonra artık yönetim kabiliyetini kaybedeceğinden erken seçime de gidebilir. Eğer erken seçime gitmez ve eski politikalarında da ısrar ederse bunun karşısında toplumsal mücadele önüne çıkacaktır. Şimdiye kadar şikayet ettiğimiz, toplum mücadele etmiyor biçimindeki yaklaşımlar aşılacaktır. Toplum tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelmesiyle birlikte AKP’yi kaybettiği iktidarı bırakmaya zorlayacaktır. Seçimle gitmeyen AKP iktidarının toplumsal mücadeleyle gitmesinin önü açılacaktır. Bu gerçeğin görülmesi gerekiyor. Ama AKP İstanbul’da seçimleri kazanırsa bu, iktidarını sürdürmesine imkan verecektir. Hatta ilk seçimler hileyle kazanılmıştı, kazanan bizdik diyerek moral düzeyini yükseltecek ve buna dayanarak düne kadar izlediği otoriter, faşist ve baskıcı politikalarını sürdürecektir. İstanbul seçimlerini kazandığında hem Kürt halkına hem de demokrasi güçlerine yönelik saldırılarını artıracaktır. Eğer İstanbul seçimini kazanırsa yayılmacı politikalarında ısrar edecektir. Binali Yıldırım’ın İmamoğlu’yla yaptığı televizyon programında Suriye'ye gireceğiz demesi aslında seçimleri kazanması halinde bu planlamanın devreye konulmaya çalışılacağı anlaşılmaktadır.

Türkiye içerde ve dışarda büyük sıkıntılar yaşıyor. Bunu yaşatan AKP-MHP ittifakına dayalı politikalardır. Bu politikalar da sürdürülmeye çalışılacaktır.  Otoriter ve faşist güçler eğer karşılarında güçlü bir muhalefet ve mücadele görmezlerse her zaman politikalarında ısrar ederler. Faşist ve otoriter güçler iktidardan düşürülmeyene kadar politikalarında ısrar ederler. Bu yönüyle İstanbul seçimleri AKP-MHP ittifakı tarafından kazanıldığında Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak en önemli şehrinin kendilerine destek verdiğini düşünerek bundan önceki yürüttükleri politikada ısrar edeceklerdir. Bu, Türkiye halkları ve Kürt halkı açısından yeni sıkıntılar ve acılar demektir. Bu açıdan Türkiye'deki mevcut sıkıntı ve acıların sürmesi istenmiyorsa o zaman AKP iktidarının kazanmasını engelleyecek yaklaşımı, tutumu göstermek gerekmektedir.

 

Sandık başından oy sayımına, tutanaktan kamuoyuyla paylaşılmasına; seçmen iradesine, sandığa, oya ve pratik ifadesine kadar CHP ve HDP başta olmak üzere demokrasi güçleri ve aktif seçmenler nasıl bir duruş göstermeli?

Şimdi bir Türkiye gerçeği var. AKP-MHP ittifakına dayanan faşist iktidar seçimle iktidardan gitmek istemiyor. Bütün otoriter rejimlerde, diktatörlüklerde bu gerçeklik olduğu gibi, şu andaki tek adama dayalı AKP iktidarında da gerçeklik budur. Bunu birçok seçimde gördük. Referandumda gördük. Aslında AKP kaybettiği halde hile ve oyunlarla bu seçimleri kotardı. Nasıl ki 7 Haziran 2015 seçimlerinde iktidarı kaybetti ama bırakmadı, sonrasında da bütün seçimlerde devlet imkanlarını kullanarak, hile ve baskı yaparak, YSK’yı, il ve ilçe kurullarını kullanarak iktidarını sürdürdü. Bu gerçekliği bilmek gerekiyor. Bu durumu kamuoyu artık bilince çıkarmıştır. Kamuoyu, 24 Haziran seçimlerinde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muharrem İnce’nin, CHP yönetiminin halkın iradesine sahip çıkmadığını kabul etti ve eleştirdi. 31 Mart seçimlerinde de aslında aynı durum yaşanacaktı. Nitekim Binali Yıldırım’ın kazandığı söylendi ama İmamoğlu ısrarlı oldu, CHP bu defa daha fazla üzerinde durdu, kamuoyu bu konuda daha duyarlı oldu. Böyle olunca yerel seçimlerde istediği sonucu alamadı. Yerel seçimlerde açık ara bir hile yapamadığı için, daha doğrusu demokrasi güçlerinin oyları açık ara AKP-MHP ittifakının oylarından fazla olduğu için istediği sonucu alamadı. İstanbul'da yapacaktı ama bu da engellendi ve bu seçimde şu görüldü; bir, seçime gidip açık ara kazanmak gerekiyor, iki, oylara sahip çıkmak gerekiyor. Bu yönüyle 31 Mart önemli bir tecrübe oldu. Şimdi AKP-MHP ittifakı İstanbul seçimlerini çok önemli görüyor. Devlet Bahçeli beka sorunu dedi. Gerçek bir beka sorunu varsa AKP-MHP ittifakı için, bu İstanbul seçimleridir. İstanbul seçimlerini kaybederse iktidardan düşmüş olacaklar. Her ne kadar genel seçime dayanarak biz iktidarda kalacağız deseler de aslında yerel seçimdeki sonuçlar AKP’nin iktidardan düştüğünü açıkça göstermektedir.

Türkiye'nin en büyük 7-8 ilinde kaybetmek iktidarı kaybetmek anlamına gelir. Bu yönüyle hileyle, baskıyla, oyları iptal ettirerek ya da farklı yazdırarak İstanbul seçimini kazanmak isteyeceklerdir. Bunu tüm demokrasi güçlerinin de sandığa gidip AKP-MHP’ye kaybettirmek için oy verenlerin de bilmesi gerekiyor. Sadece sandığa gidip oy vermek yetmiyor. Sandığa gittim AKP-MHP’ye kaybettirecek oy verdim demekle AKP-MHP iktidarına kaybettirilemez. En başta da oylara sahip çıkmak gerekiyor. Birinci husus bu. Oyları çaldırmamak gerekiyor. Oyların boşa gitmesini engellemek gerekiyor. Bu konuda bütün partiler; CHP’dir, HDP’dir, tüm demokrasi güçleridir, hepsinin bu seçimde oylara titizlikle sahip çıkması gerekiyor. Yoksa AKP-MHP faşist ittifakı sandıkta kaybeder ama masada kazanır. Sandığa AKP-MHP’ye kaybettirmek için oy verenler oylarına sahip çıkmadığı için AKP anayasa referandumda, başkanlık seçimlerinde 24 Haziran’da olduğu gibi ben kazandım der, erkenden kazandığını ilan eder. 31 Mart’ta yapıp başaramadığını bu defa başarmak isteyebilir. Bu yönüyle kesinlikle demokrasi güçlerinin seçim günü öncesi, seçim günü ve sonrasında AKP-MHP iktidarına hile yaparsanız dünyayı başınıza yıkarız mesajı vermesi gerekiyor. Hile yapmanıza müsaade etmeyiz. Yaparsanız sonuçları ağır olur mesajı vermeleri gerekiyor. Oylarına sahip çıkacaklarını, ne olursa olsun bu oyların üzerinde oyun oynanmasına izin vermeyeceklerini göstermeleri gerekiyor. Bu konuda örgütlü bir duruş göstermeleri gerekiyor. Eğer örgütlü bir duruş gösterirlerse ve bu konuda kesinlikle sandığa sahip çıkacaklarını gösterirlerse, AKP-MHP ittifakı hile yapmaya, zorla seçimi almaya cesaret edemez. Çünkü sonuçlarının çok ağır olacağını düşünür, kaybedeceklerini düşünür ve sandıkta verilen oylara razı olurlar. Kaybettikleri İstanbul seçimini, İstanbul belediye başkanlığını kazananlara bırakmak zorunda kalırlar.

Bu gerçeklikler ışığında halk kesinlikle sandıklardan, sandık başlarından ayrılmamalı, son ana kadar, seçimlerin tamamen netleşmesine kadar sandık başında kalmalılar. Zaten bu defa sadece İstanbul seçimleri olduğundan sonuçlar Türkiye seçimlerinde olduğu gibi uzun sürmez. Kısa sürede belli olur. Şu da bir gerçekliktir; İstanbul seçmeni daha bilinçlidir, yani diğer alanlardaki seçmenlere göre. Bu yönüyle demokrasi güçleri İstanbul seçimlerine sahip çıkabilir. AKP-MHP’nin bütün oyunlarını engelleyebilir. Geçmiş pratikten bellidir; AKP-MHP iktidarı kesinlikle yüklenecektir, devlet imkanlarının hepsini kullanacaktır. Her türlü hile, oyun yapılacak, baskı ve zor kesinlikle kullanılacaktır. Bunu boşa çıkaracak kadar da örgütlü ve disiplinli olmak lazım. Ciddi yaklaşmak lazım. Hiçbir gevşeklik göstermemek gerekiyor.

Özellikle Kürt halkı bu konuda duyarlı olmalı. Kesinlikle bu seçim sonuçlarının esas olarak Kürt halkının özgürlük mücadelesini ilgilendirdiğini, Türkiye'nin demokratikleşmesini ilgilendirdiğini; bu açıdan da herkesten daha fazla kendilerinin oylarına sahip çıkmaları gerektiğini bilmeli. Biz oyumuzu verdik, evimize gidelim denmemeli. Biz oyumuzu verdik, İmamoğlu seçilir mi seçilmez mi dememelidir. Sorun İmamoğlu, CHP değildir. Sorun Kürt düşmanı olan, Kürt soykırımı politikası izleyen ve bu konuda ısrarlı olan AKP-MHP'ye kaybettirmektir. AKP-MHP'nin İstanbul seçimlerini kazanarak iktidarını güçlendirmesi demek Kürt soykırımının devam etmesi anlamına gelecektir. Bu açıdan başta Kürtler olmak üzere tüm demokrasi güçlerini ilk önce sandığa gitmeye, sonra da sandık başında duyarlı olmaya, sandığa ve oylarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.