Osmanlı hayalleri Sünni cepheyi çatışmalı hale getirdi

Yeni Osmanlıcılık hevesleri Arapların tarihi bilinçlerini canlandırdığı gibi İran’ın hegemonya arayışları karşısında oluşturulan Sünni cephenin önce dağılmasını şimdi de çatışmalı duruma girmesini sağladı.

Ortadoğu’daki savaşların dinsel-mezhepsel bir görünüm altında yürütüldüğü ve bu temelde bazı kamplaşmaların geliştiği biliniyor. Sünni cephede Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletler ve DAİŞ ile KDP gibi örgütler, Şii cephede ise İran, Irak, Suriye gibi devletler ve irili-ufaklı birçok örgüt bulunmaktaydı. Bu durum şimdi değişmiştir.

Her cephenin kendi içinde farklı akımları ve grupları bulunuyor. Örneğin Sünni cephedeki Katar ve Türkiye bir eğilimi, Suudi ve BAE merkezli gruplar başka bir eğilimi oluşturuyor veya destekliyor; bazen birlikte hareket etseler de aralarında çelişkiler de bulunuyor.

2017 ortalarında bölgedeki Sünni iki cihatçı akım arasındaki çelişkiler, etkinlik sahaları üzerindeki çekişmeler ve İhvan’cılara yaklaşım nedeniyle iyice gün yüzüne çıktı. Katar’ın İran ile ilişkileri de gündeme gelince Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Ürdün gibi devletler hep birlikte Katar’a karşı ambargo uygulamaya başladılar. Türkiye ise Katar’la ortaklığını her düzeyde sürdürdü.

DAİŞ’i en fazla destekleyenler Katar ve Türkiye oldu. Türkiye’nin siyasi ve meşru yüz olarak kullanmak istediği İhvan’a liderlik düzeyinde verdiği destek de biliniyor. Hikmetyar’la ilişkisinin baki olduğu açıktır.

Suudilerin ve BAE’nin başını çektiği diğer akım ise El Kaide’ye bağlı, Zerkawi’nin liderlik ettiği örgütleri desteklemeleri üzerinden tanımlanabilir.

Bununla bağlantılı olarak son dönemde bölgede iki önemli değişim yaşandı:

Bir: İsrail ile yan yana gelmeyen Arap ülkeleri tavırlarını değiştirip ard arda anlaşmalar yaptılar.

İki: Suudi Arabistan’da başlayan Türk mallarını boykot tutumu Arap bölgesi geneline yayıldı. Suudi Arabistan diğer Arap ülkelerinin de tavır alma kıvamına geldiğini görünce kontrollerindeki şirketler üzerinden bu süreci başlattı. Tunus’ta İhvan etkisinin kırılması ve boykota hemen katılmaları bunun göstergesidir. Sudan ve diğer birçok ülke de katılabilecektir.

Bu gelişmeler Türkiye’nin Suriye, Libya ve Akdeniz’deki saldırgan politikalarından sonra yaşandı. Katar’daki Türk askeri gücünün varlığı tüm körfezi tehdit ederken Mısır gibi büyük bir ülkenin iç meselelerine karışmaları, yine Suriye, Libya ve Akdeniz’deki işgal politikaları Arap dünyasında yankısını buldu. Yeni Osmanlıcılık hevesleri Arapların tarihi bilinçlerini canlandırdığı gibi İran’ın hegemonya arayışları karşısında oluşturulan Sünni cephenin önce dağılmasını şimdi de çatışmalı duruma girmesini sağladı.

Mısır ve Tunus’ta İhvan devrinin kapanması, Erdoğan’ın dostu Sudan diktatörü El Beşir’in tutuklanması, Cemal Kaşıkçı olayı ve son olarak Libya savaşına girmeleri gibi nedenlerle bir süredir dağılma yaşanıyordu ancak “boykot” kararı, dağılma aşamasından çatışma konumuna geçilmesi anlamını taşımaktadır.

Arabistan coğrafyasında Erdoğan’ın desteğiyle İhvan’ın yeniden harekete geçme hazırlıkları bu boykotu tetiklemiştir. İhvan olayının önemli bir unsur olduğunu hep hatırda tutmak gerekir ki boykot kararının açıklanmasının hemen ardından Türkiye Sakarya’da bir kişiyi BAE için casusluk yapmak suçlamasıyla tutukladı. Gerekçe İhvan hakkında bilgi toplamasıdır! Buna benzer misillemelerde bulunsa da ekonomik boykot Arabistan ve Afrika coğrafyasında yayıldıkça Türkiye geri adım atmak zorunda kalacaktır.

Boykotun başını Suudi firmaların çekmesi ve aynı süreçte BAE, Bahreyn gibi ülkeler şahsında İsrail-Arap yakınlaşmasının olması manidardır. Bu işte ABD teşvikinin olduğu da sır değildir. Nasıl bir ortak nokta vardır diye sorgulandığında yine her şeyden önce çıkarların çakışması, Katar’ın desteklediği Taliban ile ABD diyaloğunun sürmesi, İran’ın hegemonya arayışlarıyla Erdoğan’ın Padişahlık heveslerinden duyulan korku gibi hususlar sıralanabilir.

Bu sonuncusunun Ortadoğu’dan Kuzey Afrika'ya, Kafkaslardan Balkanlara dek tarihi bir korku kaynağı olduğu bilinmektedir. İsrail ve Arap dünyasından gelen tepki Yahudi ve Arap yakınlaşması şeklinde olmuştur. Bu durum Sünni kesimin önemli bir çoğunluğunun Batı ile uzlaşma eğilimi göstermesi anlamına gelmektedir. ABD-Taliban diyaloğu da bunun önünü açmıştır. İsrail ile anlaşmayı Arabistan coğrafyası açısından boyun eğme olarak yorumlayanlar olsa da bu durum anlaşmaların niteliğine bağlıdır. Demokratik nitelikte olması elbette savaş karşısında tercih edilmesi gereken bir yöntemdir ve bölge açısından yararlı sonuçlar doğurabilir. Fakat ABD bu ilişkilere dayanarak İran karşısında yeni bir Arap bloku oluşturmak istediğinden durum biraz çetrefilli hal alacak gibi görünüyor.

Türk işgalciliği ve yayılmacılığı karşısında Kürt-Arap yakınlaşması da gelişmekte; demokratik konfederal birliklerin zemini oluşmaktadır. Bunun tarihi ve toplumsal temelleri daha güçlü olduğu gibi güncel reel durum da buna bir hayli ihtiyaç duymaktadır.

Kürt-Arap diyaloğundan rahatsız olan kesimler de olacaktır. Buna rağmen halkların birliği için her türlü bedeli göze almaya değer. Ortadoğu’nun kaostan çıkışı ve rönesansı her şeyden çok halkların demokratik birliğine bağlıdır. Arap-Kürt ittifakı yeni bir çağ açacak kadar önemlidir.

Yüz yıl önce bölgede sadece Arap, Fars, Türk egemenlikleri üzerinden ulus-devlet faşizmleri tesis edildi. Halkların inkârı ve soykırımı bu şekilde gerçekleştirildi. Ancak Ortadoğu halklarının kalbinde ve beyninde öyle bir özgürlük tutkusu ve bilinci uyandı ki kimse artık Filistin, Süryani, Dürzi, Çerkes, Ermeni, Êzidi, Alevi, Kürt, Yahudi halk gerçekliğini ve demokratik birlik özlemini yok sayamaz. Önder APO’nun ve PKK’nin yaklaşımı bu temeldedir. Bu yaklaşım küresel kapitalizmin ve uluslararası komplo sisteminin rahatsızlık duyduğu, karşı olduğu ve her gün yeni bir komplo saldırısıyla engellemeye ve yok etmeye çalıştığı demokratik çizgiyi ifade etmektedir. Yani öyle kolay gelişmeyecek, büyük mücadelelerle ve en önemlisi de zihniyet dönüşümleri ve toplumsal inşalarla adım adım örülecektir.

İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki anlaşmalar demokrasiye hizmet edecek kadar açık ve ileri düzeyde olursa Türk faşizminin kullandığı zemin büyük ölçüde altından kayıp gidecektir.

Yine İsrail-Arap anlaşmaları bir zihniyet değişimine yol açabilirse her şeyden önce Filistin sorununun demokratik çözümü ve Yahudi halk varlığının Ortadoğu’daki güvencesi sağlanabilir. Tabi bunun gerçekleşeceğini belirtmek için henüz erkendir. Sırf İran’a karşı bir cephe oluşturmak temelinde yaklaşılırsa İsrail-Arap ilişkilerinde de tıkanma yaşanır.

Ayrıca bölge genelinde yürütülen savaşlar ve özellikle de Türk faşizmi aşılmadan demokratik çözümler çok zor görünüyor. Elbette demokratik konfederal anlayış gelişirse faşizm daha kolay yıkılır; bu iş karşılıklı bir etkileşim işidir ve tüm Ortadoğu’da köklü bir çözüm şansını ortaya çıkabilir. En büyük tehlike Türkiye’nin bölgeyi tehdit eden saldırganlığıdır. Şimdi Arap ülkelerinin tavrı bu saldırganlığın önüne kısmen geçmeyi başarabilir. Asıl büyük barikat halkların devrimci-demokratik direnişiyle sağlanabilir. Yaşanan gelişmeler buna daha fazla olanak sunmaktadır.

HER KARŞI TOPRAK İLLA BİR DEVLETE BAĞLI OLMAK ZORUNDA DEĞİLDİR!

Türkiye’deki Avrasyacıların “Mavi Vatan” hayali Akdeniz sularına batarken Ermenistan’a karşı savaşla bunu perdelemeye çalıştılar; bu hayallerini terk etmemiş olsalar da bir süredir boşluğu doldurmak için Ermenistan’a Azerbaycan eliyle savaş ilan etmiş durumdadırlar.

Çoğunluğu Şii olan Azerbaycan adına sürekli konuşan, günlük demeç veren bir TC var.

İran’ın direkt karışma durumu yok ama bu savaş onları da bölmüş. Dini liderlik yani Kum Azerbaycan’ı, Tahran yönetimi ise Ermenistan’ı destekleme eğilimindedir. Bunlar insanlığı çok fazla ilgilendirmiyor. Olan yoksul halka oluyor.

Bir de bu savaşın Kürt sorunuyla bağı hiç görülmek istenmiyor. İnkarcılık burada da yaşanıyor. Kaldı ki Kürt sorunu olmasa Türkiye’nin bulduğu her fırsatta her yerde sürekli savaş hali yaratmasına da gerek kalmayacaktı. Kendini başka türlü ayakta tutamayan bir korku imparatorluğu var karşımızda.

Dağlık Karabağ sorunu yüz yıldır çözümsüz bırakılan Kürt Sorunundan bağımsız ele alınamaz. Bu bir varsayım ya da Kürt sorununun bölgedeki her sorunu etkilemesiyle alakalı bir genellemeyle ulaşılan sonuç değil, tarihi bir gerçektir. Türkiye’nin Kürt düşmanlığı olmasa 100 yıldır orada yaşayan demokratik bir otonom yapı olacaktı ve bugünkü sorunlar yaşanmayacaktı. Sorunun tarihi hatırlanırsa bu durum daha iyi anlaşılır.

Dağlık Karabağ sorunu Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkmış bir sorun değildir, Sovyetlerin kuruluşunda gündeme gelmiş bir sorundur. 1920’lerde Sovyet yönetimi Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı üçlü bir ortak Sovyet halinde örgütlemek istemişti fakat Gürcistan Komünist Partisinin bu projeyi kabul etmemesi nedeniyle üç ayrı sovyetik cumhuriyet şeklinde kurulmuşlardı. Ayrı devletler demek aralarındaki sorunların da sürmesi demekti. Azerbaycan ve Ermenistan arasında bir tampon bölge olarak Dağlık Karabağ ve onun batı tarafında da Kızıl Kürdistan düşünülmüştü. Sovyet yönetiminin düşündüğü bu çare sorunları soğumaya bırakmışsa da yine Türk devletinin devreye girmesiyle Kızıl Kürdistan gerekçe yapılarak oluşturulan düzen bozulmuş; Laçin merkezli Kürt otonomu son bulduğu gibi Dağlık Karabağ bölgesi de ihtilaflı halde kalmıştır. Sovyetler dağıldıktan sonra bölge yine çatışmaların gerekçesi olmuş, bugüne dek Türk devleti her fırsatta bu çatışmaları kızıştırarak kendine menfaat sağlamaya çalışmıştır.

Bu savaşta tarafların hiçbir stratejik kazancı olamaz. Savaşsız ve devletsiz çözüm bunların aklına gelmiyor. Sanki yeryüzünün her karış toprağı bir devlete bağlı olmak zorundaymış gibi egemenlik peşinde koşuluyor. Bu mantıkla sorunlar köklü bir çözüme kavuşamaz. Neticede diyalogla çözülebilecek sorunlar Türkiye’nin kışkırtması neticesinde dünya gündemine girdi. Ancak Türkiye sadece savaşı kızıştırma rolünü oynadığından, ateşkes ve çözüm arayışlarında Rusya dümeni eline aldı. Rusya’nın hamlesi Türkiye’yi oyun dışı bıraktı. Bu nedenle Türkiye savaşın sürmesi için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.

Her ne kadar bu savaşla Rusya’yı meşgul etmiş olsa da Türkiye değil Rusya prestij kazanmıştır. Türkiye sorun çözen değil sorun kaynağı olan taraftır ve bu şanını sürdürmek dışında bir kabiliyete ve zihniyete sahip olmadığını bir kez daha tüm dünyaya göstermiştir.

Türkiye küçük oyunlara muhtaç hale gelmiştir; Rusya ile Kafkas sahasında karşı karşıya gelirken Suriye topraklarında bazı konularda uzlaşı içine girebiliyorlar. İdlib’de sıkışan Türk güçlerini çıkarmak karşılığında Ayn İsa saldırısı hemen gündeme geldi.

Kürt halkı üzerinden bu kadar çok pazarlık yapan Rusya ne kadar güvenilmez olduğunu her olayda kanıtlamaktadır.

AKP ileride seçim malzemesi yapmak için Karabağ savaşından sonuna dek yararlanacaktır. Şimdilik içerideki milliyetçi kabarmaya bununla ivme kazandırıyor ancak savaşın daha uzun sürmesi durumunda her şey tersine dönebilir. Savaş kışkırtıcısı TC görüntüsü dünya çapında şiddetli bir tavırla sonlanabilir. Şimdiden prestiji yerle bir olmuş durumdadır.

Şimdi karşılaştığı boykotun etkisini kırmak için İran’a silah satışı ambargosu süresinin dolmasını fırsat bilerek daha çok yanaşırken kendisini yine pazarlayacaktır. Bu kez alan olur mu belli değil.

KATAR NASIL BİR ÜLKEDİR, NEDEN ÖNEMLİDİR?

Erdoğan tek adamdır ve her tek adam rejiminde olduğu gibi yalnızlığa mahkumdur. O bir demagojik söylem olarak bu yalnızlığı değerli görse de Erdoğan’la hareket edenler de çirkeflikten, şiddetten, diktatörlükten kaynaklı bu yalnızlığı paylaşmak durumundadır.

Sünni cephe ikiye ayrılırken Türkiye, KDP ve Katar yalnız kaldı. Türkiye ve KDP ilişkisi biliniyor. Katar’ın durumu ise bir muammadır; bir yandan İsrail ile diğer yandan İran ile ilişki halindedir. Haklarında genelde bilineneler bile hem cihadist hareketler hem de dünya kapitalist sistemi için nasıl bir merkez olduğunu sorgulatmaya yetiyor.

Öncelikle kişi başına düşen gelirle dünya birinciliğini elinde tuttuğu gibi çeşitli örgütler eliyle bölgeye taşıdığı şiddetle de birinciliği Türkiye ile birlikte paylaşmaktadır. Doğalgaz rezervi açısından dünya çapında 3. Sırada yer alıyor. Meşhur El Cezire kanalının finansörü ve merkezidir. Ayrıca 2022 FİFA Dünya Kupasına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Parası bol olunca sporu da şiddeti de finanse ediyor, gerektiği an oyun bozancılık yapmakta zorlanmıyor ama dünya da buna ses çıkarmıyor. Nüfusu dışarıdan gelenlerle birlikte 2 milyon civarındadır. Yani küçük ama dünya için önemli bir ülkedir.

Bu ittifak içerisinde DAİŞ de vardı ama o yenildi. Türkiye DAİŞ yerine yeni bir vahşet örgütü kurmaktadır. Bu yeni cinayet şebekesinin şu anda Rojava’daki işgal bölgelerinde ve KDP kontrolündeki köy mıntıkalarında toplandığına dair somut bilgiler bulunmaktadır. Bunlar Heftanin savaşında da kullanılan çetelerdir. Bir kısmı da Ermenistan’a karşı kullanılmaktadır. Bu temelde Serhat sınır hatlarını çetelerin yeni üs alanı haline getirmek istiyorlar. Bunu hem Kürt özgürlük mücadelesine hem de İran’a karşı kullanacaklardır.

TÜRKİYE-İRAN GİZLİ ANLAŞMALAR NE DÜZEYDEDİR?

Suriye ve Irak sınırında oluşturmaya çalıştıkları tampon çete bölgesinin benzerini İran sınırı boyunca geliştirmek isterlerken bunu İran’a karşı yaptıklarını söyleyecek değillerdir aksine “sınır güvenliği” adı altında şu an birlikte yapıyor görünmektedirler. Bu yönlü iddialar bulunmaktadır. Türkiye üzerinden ticaret ve silah akışının olması ve karşılığında kısmen İran içleri de dahil olmak üzere sınırlara Türk askerinin ve çetelerin yerleştirilmesi şeklinde bir anlaşma kısa vadede İran’a fayda sağlasa bile Türkiye’nin bir NATO ülkesi olduğu düşünülürse bu yığınağın İran karşıtına dönmesi kaçınılmazdır. Şimdilik İran’a nefes aldırıyormuş gibi görünen durum yanıltıcıdır.

Esas derdi Kürt kazanımlarını yok etmek olan Türk devleti Irak topraklarının önemli bir kısmını işgal etmiş durumdadır. İran’ın sınır içlerine de aynı şekilde yerleşmek istemektedir. İran sınırları içinde konumlanma isteği belki Irak’taki gibi işgal hareketiyle değil ortak sınır güvenliği adı altında gizlenmek istense de sonuç işgalden farklı olmayacaktır. Neticede Irak ve İran sınırları içindeki Türk askeri varlığı bir NATO varlığı olacak ve bu temelde kullanılacaktır. Dolayısıyla İran ve Irak’ın bu süreçte Türkiye ile değil Kürt halkıyla diyaloğu esas alması faşizm hariç herkesin çıkarına olacaktır.

Bunun için İran’ın ciddi bir demokratik değişimi göze alması gerekiyor. Tarihi bir süreç ancak bu şekilde başlatılabilir. Kaldı ki İran’ın içte sürdürdüğü baskı, tutuklama ve özellikle idam politikası en çok Türkiye’ye yaramaktadır. İran’ın faşist bir Türkiye’yle bir geleceği olamaz.

Kürt düşmanlığında sınır tanımayan Türkiye’nin hesabı çifte kazanç sağlamaktır. Yani ABD’yi de şöyle ikna etmektedir: Hem Irak hem de İran sınırlarındaki bu konumlanmayla ileride İran’ı tehdit edeceğini söylemektedir. Bu siyaset tutar mı belli değil. İran yaşadığı sıkışma yüzünden Türkiye’nin “sınır güvenliği” adı altında uygulamaya çalıştığı bu politikalarına ortak olabilir fakat kendi aleyhine dönebileceğini de bilir. Dolayısıyla aralarındaki anlaşma veya ilişkinin kırılgan olduğunu belirtmek mümkündür.

ŞENGAL'E YAKLAŞIM IRAK VE GÜNEY KÜRDİSTAN'IN GELECEĞİNİ DE BELİRLEYECEKTİR!

Türkiye ve KDP bu süreçte İran karşıtı rol oynadıkça ABD için belli bir önem arz edeceklerdir. Hewler kenti ve çevresi ABD planları temelinde İran’la savaşın merkezi haline getirilmiştir. Bunu fırsat bilen Türkiye işgal hareketini sürdürürken Şengal’i hedef haline getirmiştir. Türkiye’nin stratejisi parça parça Kürlüğü bitirmek şeklindedir. Şengal değil tüm Kürtlük ve Kürdistan’ın hedefte olduğunu anlamamak için KDP gibi dar maddi çıkarlara gömülmek gerekir.

Bu kez tehdit Saddam rejiminde olduğu gibi Irak tarafından değil daha çok Türkiye tarafından oluşturulmuştur. Güney’deki birçok parti şimdi bir kıvılcımın çakılmasını bekliyor ama bu kıvılcım çoktan çakıldı. Bu kadar sessiz kalmaları Kürt ve Kürdistan davası adına bir gaflet durumudur. Türkiye işgal hareketini her gün KDP eliyle kurdurduğu askeri üslerle ilerletiyor. Federe bölge statüsü tartışmalı hale geldi. Irak ve KDP Şengal üzerine tasfiye anlaşması yaptı; halkımızın yeni bir ferman olarak tanımladığı bu anlaşmanın esas mimarı Türkiye’dir ve her gün halkımıza sonsuz işkencelerle, hakaretlerle saldırıyor.

Irak merkezi hükümetinin Şengal’de ciddi bir sorunla karşılaşma durumu yokken böyle bir anlaşmayı onaylaması, Türkiye ve KDP’nin şantajıyla gelişebilir aksi halde Irak’ın bunda çıkarı yoktur. ABD Irak’tan, bölgedeki Haşdi Şaabi şahsında İran’a tutum almasını istiyor. Her şey zaten ABD’nin açık çağrısıyla başladı. Ancak bu o kadar kolay değildir. Bağdat’ta Haşdi Şaabi taraftarlarınca yakılan KDP bürosu çok şey anlatıyor! Yani hem İran faktörü hem de halk iradesi nedeniyle kriz büyüyecektir. Üstelik Türkiye’nin Bağdat’a dek uzanmak ve etkinlik kurmak için fırsat kolladığı biliniyor. Kürt gücü olmasa Türkiye’yi kim tutabilir? Faşizm her yere saldırıyor, Bağdat’ı mı tehdit etmeyecek? Bu durumları göz önünde bulunduran Irak, Şengal halk iradesini esas alırsa çözüm daha kolay olacaktır. Doğru ve hakkaniyetli olan yaklaşım da budur.

Irak hükümeti doğru yaklaşırsa Şengal’in statüsü Irak’ın demokratik şekillenmesinde bir model haline gelir. Bunu kavrayacak kapasite ve vizyona sahip olan aydın nitelikli şahsiyetler Irak’ta vardır. Onların da seslerini yükseltmeleri gerekir.

KDP daha çok intikam duygusuyla hareket ediyor. Demokratik, özerk bir Şengal’in model olması KDP’nin en büyük korkusu durumundadır.

Şengal halkı son fermandan sonra bu kararı vermiş, kendini yönetme iradesini açığa çıkarmıştır. Bu iradeyi yok etmeye kalkmak faşizmden başka bir anlam taşımaz. Şengal halk iradesinin tanınması temelinde sorunların diyalogla çözülebileceği açıktır, yeter ki Irak hükümeti Türk faşizminin dayatmalarına boyun eğmesin!

Bunlar kıvılcımdan öte gelişmelerdir, yangın her yeri sarmadan Güney’deki tüm güçler harekete geçmelidir. Şengal değil Güney Kürdistan elden gidiyor! Şengal’e sahip çıkmayanlar Güney Kürdistan’a da sahip çıkamazlar. Şengal’e dokunmak hem onun kutsallarına saldırmak hem de soykırımına ortak olmaktır. Böyle bir utancı bir daha yaşatmamak için öncelikle tüm gücümüzle Şengal halkının yanında olmalı; bu kirli anlaşmanın iptalini ve Şengal halkının iradesinin tanınmasını sağlamalıyız.

Türkiye’nin Kürt soykırımından başka derdinin olmadığını Rojava’ya yaptığı saldırılar yeterince açıklamaktadır. Şengal’i KDP eliyle düşürmeye çalışıyorlar. Rojava’yı DAİŞ eliyle düşürmek istediler yapamayınca kendileri saldırdı ve bu saldırılar halen sürüyor. Şengale de her fırsatta saldırılar düzenlemektedirler. Tüm bunların önüne geçecek tek çare AKP-MHP faşizmini yıkacak topyekün bir halk direnişidir.

ENKS İŞGALE KARŞI NE YAPACAK?

Son olarak ENKS’nin Rojava’daki birlik görüşmelerindeki çeşitli dayatmaları dikkat çekicidir: Halkın demokratik iradesini esas almak yerine bölgeyi yüzdelerle paylaşmak, diğer parti ve örgütleri katmamak ve hele ki eğitimde devletçi sistemi esas almak gibi tartışmalar çok anormaldir ve tepki çekicidir.

Basına da yansıdığı gibi halk her yerde soruyor: Hangi hakla, hangi yetkiyle bu tür tartışmalar yapılıyor? Üstelik Özerk Yönetim adeta Suriye Devleti yerine konuluyor ve ona muhalefet yapılıyormuş gibi abartılı bir hava yaratılıyor. Ortada işgal var. Bundan daha önemli bir gündem olamaz. Düne kadar Özerk yönetimi genel yaklaşmakla suçlayan, Arap halkı başta olmak üzere diğer halkların çıkarlarını gözetmekle uğraşmalarını eleştiren, en başta Kürt halkını düşünmeleri gerektiğini söyleyen ENKS şimdi Kürtçe eğitime karşı çıkıyor! Öte yandan askerliğe karşı tavır geliştiriyor. Bir toplumun demokratik inşasında eğitim ve öz savunma gibi en hayati konularda ENKS Türk devletinin ağzıyla konuşuyor. Zaten bu isteğin Türk faşizminden geldiğini anlamayacak bir durum yok ortada. Bunlar işi yokuşa sürmenin argümanlarıdır.

Bütün bunlar bir yana ENKS acaba Efrîn’i, Girê Spî’yi, Serêkaniyê’yi işgalden nasıl kurtaracağını da tartışıyor mu? Bu tür konular herkesi, hepimizi ilgilendiriyor. Amaç işi yokuşa sürmek, ittifakları bozmak değilse o halde daha gerçekçi ve demokratik yaklaşılmasını öneririz.

(*) PKK Eğitim Komitesi üyesi Nurettin Demirtaş