Tutsaklar 200 gündür direnişte: Tecride karşı eylemler büyümeli

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik tecride karşı tutsakların açlık grevi direnişi 200. gününde. DTK ve HDP, direniş yeterince gündem olmadığı için özeleştiri verirken, tecride karşı eylemlerin büyüyeceğini açıkladı.

Dünyanın hiçbir yerinde bu denli haklı, meşru talep için insanlar ölümü göze almak zorunda kalmıyor. Ancak AKP-MHP iktidarının, Kürt soykırımını hedeflemesi ve ülkede demokrasiyi topyekûn ilga etmesi tecride, tecrit de sonu gelmeyen siyasi, ekonomik ve sosyal krizlere, çöküşlere zemin hazırlıyor.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, ağırlaştırılmış tecrit altında tutulmaya devam ediyor. Türkiye ve Kürdistan’daki cezaevlerindeki siyasi tutsaklar, İmralı’daki eşi benzeri görülmemiş tecride karşı 200 gündür süresiz-dönüşümlü açlık grevinde. Kararlılığı günbegün artan tutsakların talebi net ve makul; Kürt Halk Önderi ile düzenli görüşülmesi, tecridin kaldırılması, cezaevlerindeki hak ihlallerinin son bulması.

Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı, Kürt Halk Önderi'nin 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gönderdiği savunmasına ek olarak hazırladığı "Yol Haritası"nı bahane göstererek, 23 Eylül 2020'de 6 aylık "avukat görüş yasağı" getirmişti. Yine avukatların yaptığı başvurularda Ocak 2021 tarihinde Abdullah Öcalan’a yeni bir disiplin cezasının verildiği ortaya çıkmıştı. Ne var ki "görüş yasağı" 23 Mart’ta bitmesine rağmen avukatların yaptıkları görüşme başvurularına yanıt verilmiyor. Kürt Halk Önderi'nin avukatlarından Rezan Sarıca ve Nevroz Uysal, müvekkilleriyle 8 yıl aradan sonra 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019 tarihlerinde görüşebilmişti.

Yine 22 yıldır İmralı Yüksek Güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan Abdullah Öcalan, telefonla görüş hakkından ilk defa 27 Nisan 2020 tarihinde yararlanmıştı. Abdullah Öcalan, 25 Mart günü kardeşi Mehmet Öcalan’la yine telefonla görüşmüştü ancak Mehmet Öcalan, bu görüşmenin yarıda kesildiğini duyurmuştu.

TECRİT, AÇLIK GREVİ, FEDAİ EYLEMLER, KAZANIM...

Tutsaklar, sadece şimdi değil, geçmiş senelerde de açlık grevi direnişleri ile tecride karşı mücadele verdi. 2012 yılında 68 gün süren açlık grevlerinin sonucunda, 3 Ocak 2013'te Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekilleri Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata, İmralı Adası'na giderek Abdullah Öcalan'la görüştü. Bundan sonra ise Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve devlet heyeti, 5 Nisan 2015 tarihine kadar "çözüm süreci" adı altında İmralı'ya giderek görüşmeler yaptı.

Yine diyalog sürecinin sonlandırıldığı 5 Nisan 2015 sonrası ağırlaştırılan tecrit ve darbe girişiminin ardından kamuoyunda kaygıların artması üzerine 50 Kürt siyasetçi, tecride karşı 5 Eylül 2016’da Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Amed İl Örgütü binasında açlık grevi eylemi başlattı. Eylem sonucunda Kardeş Mehmet Öcalan, 11 Eylül 2016’da İmralı Adası’na gitti. Görüşme sonucunda 50 Kürt siyasetçi 8. gününde eylemlerini sonlandırdı.

İktidar tecritten hiç vazgeçmedi ve 8 Kasım 2018’de, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Hakkari Milletvekili Leyla Güven, rehin tutulduğu Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’nde süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemi başlattı. Güven’in ardından cezaevlerinde 16 Aralık’ta ve 1 Mart itibarıyla tüm cezaevlerine yayılan eyleme, Federe Kürdistan Bölgesi’nin Hewlêr kentinde HDP üyesi Nasır Yağız ve Maxmûr Kampı'nda Fadile Tok, Strasburg’da 14 kişi, Galler’de İmam Şiş ve Germiyan’a bağlı Kelar ilçesinde Herêm Mahmud da katıldı. HDP milletvekilleri Dersim Dağ, Tayip Temel ve Murat Sarısaç da partilerinin Amed İl Örgütü binasında 3 Mart 2019’da açlık grevi eylemine dahil oldu. Tecridin kaldırılmaması üzerine farklı cezaevlerinde bulunan 15 tutsak, 30 Nisan 2019’da ölüm orucu eylemi başlattı. Yine farklı cezaevlerinde bulunan 15 tutsak daha 10 Mayıs’ta ölüm orucu eylemine katıldı.

Almanya’nın Krefeld kentinde 20 Şubat’ta mahkeme önünde bedenini ateşe veren Uğur Şakar, tedavi gördüğü hastanede 22 Mart’ta yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde ise tecridi protesto etmek amacıyla Zülküf Gezen (33) 17 Mart'ta Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi'nde, Ayten Beçet (24) 23 Mart'ta Gebze Kadın Kapalı Cezaevi'nde, Zehra Sağlam (23) 24 Mart'ta Oltu T Tipi Kapalı Cezaevi'nde, Medya Çınar (24) 25 Mart'ta Mardin E Tipi Kapalı Cezaevi'nde, Yonca Akici 9 Mart’ta Şakran Kadın Kapalı Cezaevi’nde, Siraç Yüksek 2 Nisan’da Osmaniye 2 No'lu T Tipi Kapalı Cezaevi'nde, Mahsum Pamay ise 5 Nisan’da Elazığ 1 No'lu Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde fedai eylem ile şehit oldu.

Leyla Güven öncülüğünde başlatılan ve 200 gün süren eylemler sonucunda Abdullah Öcalan'ın avukatları, 8 yıl aradan sonra 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019 tarihlerinde müvekkilleriyle görüşme sağladı. Kürt Halk Önderi'nin çağrısı üzerine 26 Mayıs'ta açlık grevi ve ölüm orucu sona erdi.

EYLEMDEKİ TUTSAKLAR HEDEFTE

Halihazırda ise 107 cezaevinde 200, Maxmûr'da 179, Yunanistan'da 162 gündür açlık grevi direnişleri sürüyor.

Tutsaklara dönük baskı ve saldırılar, açlık grevinden beri sertleşti. İzleme Heyetleri, cezaevlerindeki baskınların, disiplin cezalarının arttığını, sağlık kontrollerinin engellendiğini, açlık grevindeki tutsaklara B1-B12 vitaminlerinin, yine limon, tuz, şeker, su gibi ihtiyaçların verilmediğini belirtiyor. Ayrıca Adalet Bakanlığı’na, Meclis İnsan Hakları Komisyonuna, HDP, CHP gibi siyasi partilere, İHD’ye, CPT’ye ve bazı konsolosluklara yazılan mektuplara da el konulduğu öğrenildi.

Eylemlerin sürdüğü çoğu cezaevinde tansiyon, kilo, nabız ölçümü gibi sağlık kontrollerinin hiç yapılmadığı, bazı yerlerde sağlık kontrollerinin infaz koruma memurları tarafından yapıldığı belirtiliyor. Tutsakların en temel hijyen ve temizlik malzemelerine erişimlerinin de engellendiği öğrenildi.

Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Berdan Öztürk ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu’ndan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Ümit Dede, İmralı tecridi ve zindan direnişini ANF'ye değerlendirdi...

ÖZTÜRK: KENDİMİZİ SORGULAMALIYIZ

Berdan Öztürk, tutsakların açlık grevinin, kurumlardan partilere ve toplumun tüm kesimlerine kadar herkesin kendisini sorgulaması gerektiğini gösterdiğini söyledi. Öztürk, şöyle dedi: "Bu sorumluluğun cezaevindeki arkadaşlarımızın üzerinde kalması hepimizin bu anlamda öz eleştiri vermesini gerektiriyor. Sadece bu siyaseti yürütenler değil; 6 yıldır Türkiye'nin içindeki durum herkes tarafından biliniyor. Bunun sebebi de biliniyor. Bugün ortaya çıkan ilişkilere, ekonomiye baktığımızda, bu sorunların tecritle, çözümsüzlüğün dayatılmasıyla başladığını görürüz."

'HERKES TECRİDE KARŞI TAVIR ALMALI'

Eşit, özgür ve demokratik bir ülkede yaşamak isteyen herkesin tecride karşı tavır alması gerektiğini vurgulayan Öztürk, şöyle devam etti:

"Abdullah Öcalan'ın fikirlerini benimsemeyenler de tecride karşı çıkmalı. Çünkü şöyle bir gerçeklik var; Kürt sorunu var ve bunun çözümünde siyasal tek aktör Abdullah Öcalan'dır. Bu sorun çözülmediği için iktidarlar kendi varlıklarını sürdürmek adına her türlü kirli anlaşmaya girebiliyor. Çünkü bir gerekçe vermiş oluyorsunuz...

200. günü olan açlık grevinde vicdanımızı sorgulamamız lazım. Türkiye'nin geldiği nokta açısından, halklar açısından da gözden geçirmemiz gerekiyor. Kürt dili ile ilgili 'eğitim dili olmaz' söylemi de gelişiyor. Kimin işine yarıyor bu söylemler? Ne Türkiye halklarının ne de Kürdistan halklarının işine yarıyor.

Son 6 yılda yapılmadık şey kalmadı, bu sistemin yapmadığı şey kalmadı. Ancak inandığımız şeyi söylemeye devam etmeliyiz. Eşit ve özgür bir yaşam dışındakini yaşam olarak bile nitelendiremeyiz."

TECRİT VE DEMOKRATİKLEŞME İLİŞKİLİ Mİ?

İmralı tecridi ile demokratikleşme arasındaki ilişkiyi de sorduğumuz Öztürk, şunları dile getirdi:

"2013-2015 arası en somut örneğidir. Görüşmeler sırasında yaşananlara, ülkede o 2 yıl içinde yaşananlara bakın; insan hakları, hukuk, demokrasi, ekonomi açısından bakalım... Bir de 98 yıllık bu sistemin kurulduğu günden beri olan verilerini karşılaştıralım. 2 yıldan, çok kısa bir süreden bahsediyoruz. Tek bir insanın burnu kanamadı, Türkiye halklarının umudu yükseldi, Kürt halkının onurlu barış için umudu yükseldi. Şimdi yaşananlara baktığımızda tecridin kaldırılmasının ne kadar hayati olduğu bir kez daha ortaya çıkar.

Asimilasyondur, tasfiyedir, yok etmedir; sonuç alamadıkları görülüyor, Türkiye halkları da görmelidir. Siyaseti belirleyen Kürt halkıdır. Belediye seçimlerinde de gördük. Newroz'da, 8 Mart'ta Kürt halkı, Abdullah Öcalan'ı iradesi olarak gördüğünü bir daha haykırdı.

Sadece İmralı değil, tüm toplum tecrit altındadır bugün. Tecrit çürümüş sistemi koruyan anlayış dışında hiçbir ferdin işine yaramıyor. Ahlaki çürümeler, kopuşlar, ekonominin hali, dış ülkelerin ciddiye almaması; bunların hepsi tecridin sonucudur. Ayrıca sadece avukat görüşmeleri kabul edilebilir değildir. Bu sorunun muhatabı Abdullah Öcalan'dır ve onun da misyonunu oynayabilmesi için fiziki olarak özgür koşullarını oluşturmamız gerekiyor. Demokrasiyi savunanlar olarak hep birlikte sesimizi yükseltirsek, hem İmralı tecridini hem de kendi tecridimizi kırarız, tüm sorunları da çözeriz."

'AVRUPA, PRENSİPLERİNE SAHİP ÇIKMIYOR'

Öztürk, uluslararası kamuoyundaki sessizliğe de tepki göstererek, şu değerlendirmeleri yaptı:

"Uluslararası komplodan bahsediyoruz. Abdullah Öcalan'ın Kenya'da rehin alınması, İmralı Adası'na getirilmesiyle 'nasılsa burada halkla ilişkileri kopacak, Kürt halkını da böylece bitireceğiz' hesabı vardı, Türk devletinin. Avrupa da Abdullah Öcalan'ın ideolojisini, felsefesini hedef almıştır. Ancak İmralı'daki direniş, yeni bir paradigma bunların hepsini boşa çıkarmıştır. Avrupa Birliği (AB) insan haklarından bahsediyor, hepimiz de bunu savunuyor, bunun mücadelesini veriyoruz. Ancak bunların altına imza atan ülkeler tecridi görmezden geliyor. CPT tecridi görmezden geliyor. Öncelikle bu ikiyüzlülüğü bırakmaları gerekiyor. Avrupa halklarına da seslenmek lazım; en büyük işkence tecrittir. Her gün bir insanı öldürmektir ancak Abdullah Öcalan üzerinde başaramadılar. Avrupa kurumlarının prensiplerini yerine getirmesi gerekiyor. Kendi halklarını da kandırmış oluyorlar. İşkenceye karşıyız, diyorsunuz ama en büyük işkence '99'dan beri İmralı'da yapılıyor. Türkiye'den beklentileri var, NATO'nun üyesidir, Suriye'deki iç savaşla bağlantıları var... AKP-MHP faşist iktidarı Suriye'den gelen insanlar üzerinden şantajda bulunuyor, pazarlık yapıyor. Başta Almanya olmak üzere İngiltere vb. ülkeler şantaja boyun eğiyor. İnsanların yaşamı üzerinden pazarlıklar yapılıyor. Avrupa halkları Kobanê için Kürt halkına borçludur, Rojava için borçludur. Orada insanlık adına mücadele verildi; büyük bedellerden sonra insanlığın haysiyeti, şerefi kurtarıldı. Avrupa halkları tecride tepkisini göstermelidir."

'DAHA SONUÇ ALICI EYLEMLER LAZIM'

DTK Eşbaşkanı Berdan Öztürk, halk, kurum ve partilerin daha sonuç alıcı eylemlerle tecridi kırması gerektiğini vurgulayarak, şunları söyledi:

"Seçimden seçimi beklemeye gerek yok. Faşist zihniyetler seçimle gitmezler, dünyada örneği yok. Bizim planlamalarımız tabii ki var. Sadece bizi ilgilendirmiyor ama, tabii ki bizim temel sorunumuzdur ama Kürt sorunu tüm ülkenin de temel sorunudur. Bu kadar hak ihlali, zulüm, kirli ilişkiler ortaya çıkıyor. Demokratik anlamda yaratıcı eylemler vardır, olmalıdır. Bu eylemleri çeşitlendirebilirsiniz ama sadece Kürdistan coğrafyası ile sınırlı bırakırsanız olmaz. Biz elbette sonuç alacağız ama zaman kaybediyoruz. Bu anlayış herkesi korkutmaya, susturmaya çalıştı; herkesi hedef alıyorsa hepimiz karşı çıkmalıyız. Bunu yapabildiğimizde tecrit de kalkar açlık grevleri de sona erer. Abdullah Öcalan'ın zaten direnişi var, asıl bizim ihtiyacımız olan cesarettir. Baskı uygulayanları demokratik yol ve yöntemlerle ortadan kaldıracak şey cesarettir. Bu kadar kirlilik ortaya çıktıktan sonra cesaretimiz artmalı. Sesimiz yükseldikçe, sesler birleştikçe faşist iktidarın varlığını sürdürme imkânı kalmayacak."

DEDE: BAŞ SIRAYA OTURMAMASI ÖZELEŞTİRİ KONUSU

Dede, açlık grevlerinin yeterli düzeyde gündem olamadığı için özeleştiri vererek değerlendirmelerine başladı. Dede, şunları söyledi: "Açlık grevleri ülkede yaşanan sorunların ve dolayısıyla gündemin oldukça yoğun olması ve sürekli yeni gündemlerin kamuoyunun ilgisini dağıtması nedeniyle çok gündem olamadı. Tabii burada 200 güne varan açlık grevlerinin ve açlık grevi eylemcilerinin taleplerinin kamuoyunun gündeminde baş sıraya oturmamış olması HDP olarak bizim ve sivil toplum örgütleri açısından öz eleştiri konusudur. Açlık grevi eyleminin gündem olamamasının sebeplerinden biri olarak da eylemin dönüşümlü olması ve mahpusların sağlığı üzerinde çok fazla zorlayıcı etkisi olmadığı gösteriliyor. Oysa bu büyük bir yanılgı. Zira 200 günü bulan açlık grevi eyleminde birçok eylemci dönüşümlü olarak da olsa, günlerce yeterli beslenememe durumunu yaşıyor. Kaldı ki salgından kaynaklı getirilen kısıtlamalar ve salgının insan vücudu üzerindeki etkileri göz önünde bulundurulduğunda, açlık grevine katılan mahpuslar açısından yaşamları ve sağlıkları açısından büyük bir riskle karşı karşıya olduklarının kabul edilmesi gerekir."

'TOPLUM ABDULLAH ÖCALAN İLE NEFES ALABİLİR'

"Ayrıca şu tespiti net olarak yapmak gerekir; açlık grevleri sebep değil, sonuçtur" diyen Dede, şöyle devam etti:

"Mahpusları bu zorlu koşullar altında açlık grevlerine iten sebeplerin ne olduğu hususuna odaklanılması gerekir. Bunlardan birincisi tecrittir. Abdullah Öcalan ve arkadaşlarına dönük yıllardır devam eden tecridin kaldırılmasını istiyorlar. Eylemin ikinci gerekçesi olan, cezaevlerindeki hak ihlallerinin sona erdirilmesi de doğrudan İmralı’daki tecrit uygulamalarının, diğer cezaevlerine yansımasıyla ilgilidir. Mahpuslar bir yönüyle -hukuki anlamıyla söylüyorum- kendi yaşadıkları tecrit durumunun İmralı Adası’nda üretildiğinin farkındalar; Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının hukuki güvenliği sağlanmadan hiçbir mahpusun güvence altında olmayacağını biliyorlar. Bundan daha önemli olarak ise İmralı’daki tecridin ülkenin toplumsal, siyasal durumuna etkisini de görüyorlar. Ülke ekonomik, diplomatik, sağlık, eğitim gibi tüm yönleriyle çıkmaza sürüklendi ve halk, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyor. Mahpuslar, bunun hükümetin güvenlikçi politikalarıyla doğrudan ilgili olduğunu biliyor. Kürt meselesinin demokratik, barışçıl yönlerden çözümü olursa diğerleri de çözülür; zira güvenlikçi politikalardan vazgeçilmesi durumunda, ülke daha şeffaf, hukukun temel ilkelerini, vatandaşın ihtiyaçlarını önceleyen şekliyle yönetilebilir. Bunun anahtarı da Abdullah Öcalan’dadır. 2013-2015 arası Abdullah Öcalan’ın büyük gayretiyle geliştirdiği süreçte toplum nefes alabilme imkânı buldu, birlikte yaşama umuduna sahip oldu. Dolayısıyla tecridin hem siyasal hem de toplumsal yaşama etkisinin nasıl olduğunu görüyoruz. Bu yönüyle talepler toplumsaldır. Toplumun bir arada yaşamasının İmralı tecridinin kaldırılmasından geçtiği görülmeli.

'HER TÜRLÜ EYLEM VE SÖYLEMLE TALEBE SAHİP ÇIKMALIYIZ

Eylemin tutsaklar üzerinde yarattığı olumsuzlukları, salgın koşullarında 200’den fazla gündür eylemi sürdürmelerinin sebebini anlamak gerekir. Siyasi partiler ve STK’ler, duyarlı tüm toplumsal kesimler açlık grevcilerinin taleplerine sahip çıkmalıdır; bunun meşruluğunu ve hatta yasallığını net şekilde ifade etmeliyiz. Her türlü eylem ve söylem biçimiyle bu talebe sahip çıkmalı ve iktidarın adım atmasını sağlamalıyız."

'İMRALI'DAKİ ÖZEL REJİM HER YERE YAYILDI'

Dede, İmralı'da uygulanan özel rejime ve yansımalarına dair ise şu tespitleri yaptı:

“99’da Abdullah Öcalan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak Türkiye’ye getirilmesinden sonra İmralı ada hapishanesinde özel bir rejim uygulanmaya başlandı. Dünyada benzeri yok. Guantanamo veya Mandela dönemleri, koşulları ile karşılaştırılıyor ancak İmralı bunlarla bile kıyaslanamayacak bir statüye sahip. Abdullah Öcalan’ın kendisi de ifade etti; İmralı’daki sistem sadece Türkiye değil, NATO tarafından oluşturulmuştur, yine komplo sürecinde Rusya’nın nasıl dahil olduğu da belirtildi. Yani uluslararası bir sistemdir ve jandarmalığını Türkiye yapmaktadır. İmralı’yı muktedirlerin, muhaliflere karşı geliştirilen hukukun laboratuvarı olarak ele almak gerekir. Bunun somut yansımalarını da görüyoruz. Özellikle 2013-2015 süreci sonrasında cezaevlerinde yaygınlaştırılan ve mahpusların en temel haklarını bile kullanmaktan alıkoyan uygulamaların büyük çoğunluğu İmralı ada hapishanesinde üretilen hukuksuzluk durumunun yansımasıdır. Birkaç örnek verecek olursak, örneğin bildiğiniz üzere idam cezasının kaldırılması sonrası yerine ikame edilen ceza yöntemiyle kişinin hayatı boyunca tahliye edilmeyecek şekilde hapis cezasına mahkûm edilmesi gibi hukuka aykırı bir cezalandırma şekli icat edilmiş oldu. Abdullah Öcalan’ın avukatlarının yaptığı başvuruya ilişkin AİHM; kişilerin tüm yaşamlarını, günün birinde tahliye edilme umudu olmaksızın geçirmeye mahkûm edilmelerinin hak ihlali olduğu tespitinde bulundu. Bakın, bu hukuksuzluk durumunun bir yansıması olarak, politik mahpuslar, hukuki olmayan keyfi gerekçelerle şartlı tahliye ve denetimli serbestlik imkânlarından mahrum bırakılarak cezaevinde geçirmeleri gereken süre dolmasına rağmen tahliye edilmiyorlar ve böylece tüm yaşamları boyunca tahliye olmama riskiyle karşı karşıya bırakılıyorlar. Belirtmek gerekir ki bu haksızlığa maruz bırakılan mahpusların çok önemli bölümü hasta mahpuslardır ve adeta cezaevinde ölüme terk edilmektedirler. Kişinin diyelim ki 30 yıl yatmasına karar verilmiş, tam 30 yılı dolacakken ‘Bize göre iyi halli değilsin, 6 yıl daha cezaevinde kalacaksın’ deniliyor. Yani Abdullah Öcalan’a uygulanan sistem tüm cezaevlerine yayıldı.

Bir diğer örnek, Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmeleri ilk günden beri kayıt altına alındı, biliyorsunuz. Şimdi aynı durum Kanun Hükmünde Kararname ile (KHK) ile tüm avukat ve mahpuslar açısından geçerli oldu. Son çıkarılan İnfaz Yönetmeliğinde de bu hüküm yer aldı. Avukatların mahpuslarla belge alışverişi de denetime tabi tutuldu. Ayrıca Abdullah Öcalan’ın ailesi ile görüşmesi keyfi disiplin cezaları gerekçe gösterilerek engelleniyor. Bu disiplin cezaları avukatlarına tebliğ edilmiyor, dolayısıyla bu disiplin cezalarının iptaline ilişkin avukatlar hukuk mücadelesi yürütemiyor. Bugün cezaevlerinden iletilen en önemli sorunlardan biri de, mahpuslara verilen keyfi disiplin cezalarıdır. Bu disiplin cezaları sebebiyle mahpusların telefon hakkı ve aile görüş hakkı kısıtlanabiliyor. Görüldüğü üzere İmralı ada hapishanesinde Abdullah Öcalan ve arkadaşlarına uygulanan hukuksuzluklar gittikçe tüm cezaevlerine yayıldı ve tüm politik mahpusların yaşamını doğrudan etkiliyor.

İmralı’da üretilen hukuksuzluk durumu, cezaevlerine ve gittikçe topluma da yayılıyor. Salgın, OHAL gibi gerekçelerle toplumun yaşam alanı her geçen gün daha fazla kısıtlanıyor. Önce OHAL ve ardından salgın bahane edilerek her türlü eylem etkinlik yıllardır yasaklanıyor. Kişilerin, STK’lerin, siyasi partilerin, kısacası tüm toplumun toplanması, basın açıklaması, yürüyüş, bildiri dağıtma, miting yapma gibi toplanma hürriyeti, düşünce-ifade hürriyeti kapsamında olan eylem ve etkinlikleri yasaklanıyor; eylem etkinliklere, bireysel veya toplu barışçıl protestolara kolluk tarafından gaz, tazyikli su, plastik mermi kullanmak gibi yöntemlerle müdahale ediliyor, protestocular gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Yine sosyal medyada düşüncelerini paylaşanlar, siyasi iktidarı eleştirenler, gözaltına alınıp tutuklanıyor ve hapis cezalarına mahkûm ediliyor. Nasıl ki Abdullah Öcalan’ın ailesiyle, avukatlarıyla görüşmesi, insanlara sözünü, düşüncelerini, itirazlarını, değerlendirmelerini ulaştırması engelleniyorsa, şimdi de bir bütünen toplumun düşüncelerini ifade etmesi, açıklaması engelleniyor. Bu durumu da İmralı Adası’nda üretilen hukuksuzluk durumunun topluma yansımasının bir örneği olarak ifade edebiliriz."

'AVRUPA ŞANTAJA UĞRUYOR VE SESSİZ KALIYOR'

Uluslararası kurumların ve Avrupalı devletlerin sessizliğine de tepki gösteren Dede, şunları ifade etti:

"Hem toplumun en çok bildiği hem de adından da anlaşılacağı gibi konuya en hassas yaklaşması gereken kurum Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT) olmalıdır. CPT, İmralı ile ilgili raporlar hazırladı ve son raporunda İmralı’daki durumun tecrit sistemi olduğunu, tecridin de işkence olduğunu açıkça vurguladı. Elbette CPT’nin doğrudan yaptırım gücü yok ama Avrupa Konseyi, CPT’nin raporlarında belirttiği ihlallerin ortadan kaldırılması için hükümet üzerinde baskı kurabilir. Ancak uluslararası kurumlar, başta İmralı ada hapishanesi olmak üzere, tüm hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri karşısında ne yazık ki yayımlanan raporlar dışında sessiz kalmayı tercih ediyor. Uluslararası kurumların sessiz kalmalarının iki temel sebebi var. Birincisi, Türkiye’nin göçmen politikasını siyasi şantaj haline getirmesidir. Bunun Avrupa üzerinde etkisi olduğunu net görüyoruz. Ne zaman böyle durum olsa Erdoğan, Avrupa’yı göçmenleri, sığınmacıları göndermekle tehdit ediyor. Salgının ilk günlerinde, tüm dünya, insan yaşamı üzerinde bu kadar etkili olan salgınla nasıl baş edileceğini tartışırken, çözüm yolları bulmaya çalışırken, hükümet mültecileri toplu olarak araçlarla taşıyarak sınıra yığdı. Açıkça insan hayatını şantaj aracı olarak kullandı.

Diğer bir boyutuyla da salgın nedeniyle tüm ülkeler içe kapandı. Tüm hükümetler uluslararası politikaları ikinci plana alarak, ülkelerinde salgın ile mücadeleye odaklandılar."

'TECRİDE KARŞI SESİMİZ YÜKSELECEK!'

Dede, Avrupa'daki Kürdistanlıların ve duyarlı kesimlerin tepkilerini ise kıymetli bulduklarını söylerken, önümüzdeki dönem için daha etkili olacaklarını belirtti. HDP Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu’ndan Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Ümit Dede, sözlerini şöyle bitirdi:

"Özellikle Avrupa’daki STK’lerin, duyarlı kesimlerin İmralı tecridine karşı ve açlık grevlerine ilişkin eylem ve etkinlikler gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Elbette çok önemli, kıymetli bunlar. Fakat en nihayetinde açlık grevlerinin, tecridin etkisini en çok biz yaşıyoruz ve bizim tecride karşı sesimizi yükseltmemiz gerekiyor. HDP olarak, hâlâ gündem olmaması, taleplerin kabul edilmemesini öz eleştiri konusu olarak gördüğümüzü bir kez daha ifade etmek isterim. Bugüne kadar elimizden geldiği kadar, Hukuk Komisyonu ve HDP olarak gayret içinde olduk. Özellikle önümüzdeki haftalardan itibaren açlık grevi ve tecridin kalkması talebinin toplumsallaşması için, topluma duyurulması için zorlayıcı eylem ve etkinlikleri artıracağımızı söyleyebilirim. Bu konuda alınan kararlarımız, somut planlarımız da var. Açıklamalar, yürüyüşler yapacağız, STK’lerle, partilerle buluşacağız. Açlık grevi eylemini gerçekleştiren mahpusların, haklı, meşru ve hukuki taleplerinin kabul edilmesi ve tecridin kırılması, Abdullah Öcalan’ın toplumsal barışın inşası için rolünü oynayabileceği olanaklara kavuşması adına yaptığımız planlamaları güçlü bir şekilde gerçekleştireceğiz.”