Engin: Türk devletine karşı gücümüzü birleştirmeliyiz

Türk devletinin her yönüyle Kürtlerin kazanımlarına saldırdığını söyleyen PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, “Yapmamız gereken ilk iş TC devletine karşı gücümüzü birleştirerek halk olarak karşı durmaktır" dedi.

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin; Lozan Konferansında sömürgeci güçler tarafından amaçlananlar, konferans sonrası gelişmelerle beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşımı ve İngiltere ile ilişkileri, Lozan sonrası gelişmelerin Kürt halkı ve Türkiye halkları açısından etkileri, Sadabad Paktı ve Türk-İran-Irak devletlerinin Kürt politikaları ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkileri üzerine ANF’nin sorularını yanıtladı.

5 Temmuz’da Türk hava saldırısında KCK Genel Başkanlık Konseyi ve PKK Merkez Komite Üyesi Diyar Xarib'in (Helmet) şehadetine ilişkin konuşan Engin, "Büyük insan ve devrimci Helmet yoldaşın şahadeti de gösteriyor ki, sömürgecilerle işbirliği yapmak Kürtlere kazandırmıyor. Ancak bilinsin ki Kürtlere kazandırmayan eylemler son tahlilde Barzani ailesine de kazandırmaz” dedi.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması imzalandı. Ankara Antlaşması’yla Fransa’ya bırakılan Batı Kürdistan Lozan’da son haliyle onaylandı. Daha sonra Musul Sorunu olarak adlandırılacak; Güney Kürdistan’ın yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden koparılarak İngiliz yönetimine bırakılması bugün de bir mesele olarak varlığını korudu. Bu bağlamda Lozan Antlaşması’yla amaçlanan ve neye hizmet ettiğine ilişkin söyleyecekleriniz nelerdir?

Kürtler tarihlerinde hep büyük acılarla yüz yüze kalmışlardır. Öyle ki yer yer yüzlerce yıl işgali yaşamışlardır. Ancak Kürtlerin belki de en acılı ve trajik tarihinin 24 Temmuz 1923 yılında gerçekleştirilen Lozan Antlaşmasıyla başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Lozan Konferansı yaklaşık yüz yıldır Kürtleri yok sayan bir belge olarak, Kürtlerin yaşadığı acıların da temel kaynağı olmuştur. Lozan Konferansı 24 Temmuz 1923 yılında gerçekleşmiş olsa da Ortadoğu’nun ve Kürtlerin yaşadıkları büyük acıların temeli birinci dünya paylaşım savaşı esnasında 17 Mayıs 1916 yılında gerçekleştirilen Sykes-Picot-Sazonov antlaşmasıyla atılmıştır.

Sykes-Picot özü itibariyle henüz savaş sürerken Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağına dönük yapılan bir antlaşmaydı. Daha sonra bu plan deşifre olsa da bir şekilde yine sürdürüldüğü de bir gerçektir. Savaş sonrası 18 ile 26 Nisan 1920’de gerçekleştirilen San Remo Konferansı, 10 Ağustos 1920 yılında gerçekleştirilen Sevr Konferansı, 1919- Ocak 1921 yılında gerçekleştirilen Paris Konferansı, 21 Şubat ile 14 Mart 1921 yılında Londra Konferansları yapılırken, 1921 yılının Ekim ayında Fransa ile Ankara arasında bugünkü Suriye’nin sınırları çizildi.

Özelde İngiltere ancak genel anlamda Fransa da dahil bu konferanslarla amaçladıkları Musul’u Türkiye’den almaktı. Çünkü Mondros Mütarekesi’ne göre Musul Türkiye’ye dahildi. Musul ise sadece Musul şehri değildir. Musul; Kerkük, Süleymaniye, Hewler özcesi bugünkü güneyin tümüydü. Ancak Türkiye ikna olmuyordu. Ya güvenmiyordu ya da taleplerini yukarıya çekmek istiyordu ya da iç konjonktürü buna uygun değildi. Bunu gören hegemon güçler önce Kars Cumhuriyeti’ni 13 Ekim 1921 anlaşmasıyla Türkiye’ye dahil ettiler.

Yetmedi Kahire’de 1921 yılında gerçekleştirilen konferansta çok bağlayıcı bir şekilde Türklere asla ve asla bir Kürdistan ve Ermenistan’ın kurulmasına yol vermeyeceklerini, verseler bile sadece Musul’da Kürtlere kültürel haklar tanıyacakları sözünü vermişlerdi. Ancak Türklerin ikna edilmesinin zor olduğunu bildikleri için Hindistan’a sürgüne gönderdikleri Şex Mehmud Berzenci’yi yine Kürdistan’a getirerek hem Türklere karşı çıkarmaya hem de Kuzey'deki Kürtleri İngiltere’yi desteklemeleri için ikna etmesini ondan istediler. Ancak Şex Mehmud Berzenci oyunlara gelmemiş ve İngiltere’ye karşı başkaldırmıştı.

İNGİLTERE, ŞEX SAİD İSYANINDA DA TÜRKİYE'YE DESTEK SUNDU

İngiltere işlerin sarpa sardığını görünce 11 Ekim 1922 yılında Mudanya Mütarekesiyle İzmir ve Trakya’yı Yunanlardan alarak Türklere verdi. Ve nitekim 24 Temmuz 1923 yılında gerçekleştirdikleri Lozan konferansıyla Kürtlere, Ermenilere, Süryani-Keldanilere ve diğer halklara sözde Sevr ile vaat ettikleri tüm kararlardan hatta Boğazlardan vazgeçtiklerini -yeter ki Musul İngiltere’ye bırakılsın- sözleriyle Türklere söz verdiler.

Nitekim Lozan ile birlikte tümden Türklere destek sunan İngiltere, Şex Said Efendi’nin İsyanı’nda da Türkiye’ye açıktan destek sunarak Türkleri yanlarına çekmiş ve 5 Haziran 1926 yılında İngiltere-Ankara anlaşmasıyla Musul’u tümden aldılar. Kürtleri ise hem sattılar, hem de soykırıma uğramalarına göz yumarak TC devletine destek çıktılar. Lozan’da Kürtleri, Ermenileri yok sayarak esasta Ermeni Soykırımı’nı üstü örtük bir şekilde onaylarken Kürtlerin de soykırıma uğramalarının yolunu açtılar.

Eğer bugün tam yüz yıldır Kürtler soykırım cenderesine alınmışlar ise hatta Türklerin egemenleri aralıksız olarak tam yüz yıldır Kürt katili olmuşlarsa bu İngiltere gibi hegemon güçlerin marifetindendir. Kürtler katledilerek zayıf düşürülmüşken Türkler katlederek anti demokratik hale getirilmiştir. Yine yüz yıldır eğer Kürtler Türk devletine karşı kesintisiz bir direniş sergiliyorlarsa, bu da yine bu Lozan’ın marifetlerindendir.

Türk Devleti Musul Sorununa ilişkin; İngilizlerin desteğiyle gerçekleşen Nesturî Ayaklanması ve Şeyh Sait önderliğindeki isyan sebebiyle Musul’a dönük bir harekat gerçekleştirilmediğini öne sürse de sayın Öcalan desteklenen tarafın Şeyh Sait önderliğindeki isyan değil Beyaz Türk Faşizminin ta kendisi olduğunu defalarca vurgulamıştır. Bu temelde, 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı’ndan Lozan Antlaşması sonrasına Türk rejiminin değişen karakteri ve Şeyh Sait İsyanı temelinde rejim ile İngilizler arasında gerçekleşen mutabakata ilişkin ne söyleyeceksiniz?

Lozan’ın Kürtlere faturasını çıkarmaya kalkışsak, belki de altından çıkamayız. Acıları, tahribatları, zararları halk için hesaplanamaz düzeydedir. Dikkat edersek Kürtler Lozan’ı delmek için yüz yıl boyunca yer yer insan aklının almayacağı, alamayacağı direnişler sergilemişlerdir. Bu direnişleri çoğu zaman muhteşem olsa da devletlerarası düzeyde oluşturulmuş olan bu yok sayılma statüsünün parçalanması neredeyse imkansız olmuştur.

Ve hatta imkansızlığın da ötesinde bu ağır statüden kaynaklı Kürtler parçalanmış, bölünmüş ve iç ihanetin körüklemesinde ise neredeyse temel bir rol oynamıştır. Çaresizliğe mahkûm edilmiş olma gerçeğinin tam da kendisi budur. Evet, Lozan’ın Kürtlere faturası çok ağır olmuştur. Bir avuç petrol yatağı ve birkaç kuruş daha fazla kar için bir halkı kabuslarla, karabasanlarla yüz yüze bırakanlar kendilerinde utansınlar. İnsanlıklarından utansınlar, hatta ne kadar insan olduklarını sorgulasınlar.

Birinci dünya paylaşım savaşı bazılarının kendi arasında savaşıyken, bu savaşın faturasını Kürtlere, Ermenilere, Süryani-Keldani-Asurilere çıkarmak tek kelimeyle ifade edecek olursak, buna yol açanlar açısından lanetli olma durumudur. Yukarıda da ifade edildiği gibi olup biten tüm kıyımların esas nedeni Musul’u Türkiye’den almak üzerine gelişmiştir.

HEGEMON GÜÇLER MUSUL KARŞILIĞINDA KÜRTLERİN YOK SAYILMALARINA YOL AÇTI

Lozan’da bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti devletine verilen sözler ile Kürtler yok sayılmış bunun karşılığında ise Musul ve Kerkük yani Musul Eyaleti alınmıştır. Nitekim bu pazarlık 5 Haziran 1926 günü Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile İngiltere arasında yapılan antlaşmayla mühürlenmiştir. Özcesi, Musul’u emperyalist devletler almış bunun karşılığında ise Kuzey Kürtlerini hatta tüm Kürtleri satarak hem kıyımlarına yol açmışlardır, hem de yüz yıllık yok saymalarına yol açmışlardır.

Bu durumu en iyi belgeleyen cümleler zamanının İngiliz Trabzon konsolosunun Ankara’da bulunan kendi büyükelçilerine çektiği telgrafta ifade ettikleridir. Özcesi, yok Nesturiler TC’ye karşı isyana kalkmış yok Şex Said’i İngilizler desteklemiş, bunların tümü tarihle bağı yoktur. Nesturileri İngilizlerin desteklemeleri sadece ve sadece Türkiye devletine baskı uygulayarak Musul’u almak içindi.

Kürtlere destek verdiklerini söylemeleri de aynı amaçlaydı. Amaçlarına ulaştıklarında yani Musul’u aldıktan sonra Nesturiler katledilmiş, Kürtler katledilmiş, Rumlar katledilmiş, Çerkezler katledilmiş hatta diğer renkler katledilmiş, bunların hiçbirinin İngiltere için değeri yoktur, olmamıştır da. Onlar için önemli olan Musul eyaletinde bulunan petrol yataklarıydı. İngiliz soğukluğu ya da aklı dedikleri gerçek herhalde bu biz gibi ahlaki değerlerden yoksun siyaset tarzıdır.

Öcalan 12 Haziran tarihli görüşmede Anadolu’da Türklüğün, Mezopotamya’da Kürt varlığı ile güçlü diyalektik ilişki içerisinde geliştiğini vurgulamıştı. Bu bağlamda Lozan Antlaşması ve sonrasında ortaya çıkan gelişmelerin Kürt halkı ve tüm Türkiye halkları açısından önemi nedir?

Kürtlerin tarihsel olarak Türklerle üç kez çok ciddi bir şekilde tarihi kavşaklarda buluşması söz konusudur. İlkini 1071 Malazgirt Savaşı sürecinde Alparslan’ın Mervanilerle olan ilişkisine endeksliyor tarihçiler. İkincisini 1500’lerin başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaki Yavuz Sultan Selim ile Kürt İdris’i Bitlisi arasında geliştirilen ilişkiye endeksliyor. Üçüncüsünü ise Mustafa Kemal Atatürk ile çeşitli Kürt Bey, ağa ve şeyhler arasında Türk ulusal kurtuluşu savaşı (1919-22) sürecinde geliştirilen ilişkilere endeksliyor bu buluşmayı.

Bu ilişkilenmede Türkler önce yurt edinmiş ardından Cihan İmparatoru olmuş ve 1920’lerde de tümden dağılacak iken Kürtlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Kürtler Malazgirt sürecinde beyliklerini sürdürebilmişler, yine 1500’lerde Kürt beylikleri ile Yavuz Sultan Selim arasında gerçekleştirilen Amasya anlaşmasıyla neredeyse 300 yıl boyunca beyliklerini sürdürmüşlerdir. 1920’lerde ise Kürtler aynen 1071’lerde ve 1500’lerdeki gibi tümden Türklere destek sunmuşlar ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin oluşumuna kanlarıyla ve canlarıyla katılmışken, Lozan antlaşmasıyla birlikte birdenbire yok sayılarak bin yıllık ortak kaderdaşlık alt üst edilmiştir.

Kader ortaklığı kader düşmanlığına dönüşerek İngiltere başta olmak üzere devletler arası güçlerin de destekleriyle Kemalist Türk devleti Kürtleri -insan aklının ve hayalinin almayacağı -soykırımlardan geçirmiştir. Önceleri Şex Said katliamı ardından Şark Islahat Planı olarak bilinen Soykırım belgesiyle Kürtler 1925’lerden başlayarak 1938’e kadar tümden Kızıl Soykırım denilen fiziki soykırımlarla yok edilmişlerdir. 1938 yılından sonra da bugüne kadar Beyaz Soykırım olarak adlandırılan kültürel soykırım politikaları ile yok edilmeye devam ediliyorlar.

ÖNDER APO CİDDİ UÇURUMLARIN ÖNÜNÜ ALDI

Bin yıl boyunca her cephede ortak olunacak, -onca acı yaşanmış olsa da esas diyalektik bu olmuştur- Lozan anlaşmasıyla da bu kaderdaşlık tersine çevrilerek düşmanlık duygularının gelişimine yol açmıştır ve esas olan bu düşmanlık duygularının gelişimi olmuştur. Önder Apo’nun mücadelesi tersine çevrilmiş bu makus talihin ve tarihin yeniden düzeltilme çabasıdır. Ancak biliyoruz ki, bu doğal olmayan, ters olan ve bizatihi hegemon güçler tarafından yaratılan yine Beyaz Türklerce de özenle desteklenip geliştirilen düşmanlık konsepti hem Türklere kaybettirmiştir, hem de Kürtlere kaybettirmiştir.

Önder Apo’nun 50 yıllık nefes nefese mücadelesinin özü esasta tersine çevrilmiş bu makus talihin ve tarihin yeniden düzeltilme çabasıdır. Biliyoruz ki Şark Islahat Planı ile birlikte yapılanlar ve sonrasında uygulanan katı inkarcı, imhacı uygulamalar Kürtlerin artık özelde Türklerle birlikte yaşamak istemediklerinin geliştiği süreçlerdir. 1970 öncesi gidip hangi Kürdün duygularını açarsanız açın -eğer ruhunu satmamış birisi idiyse- kesinlikle bir dakika bile birlikte yaşamak istemediğini size söylerdi. Birlikte yaşamayı yarım ağızla söyleyenler ise sözün tam manasıyla ya devletin adamlığını yapanlardı ya da ayrılmayı dile getirecek kadar yürekli olmayanlardı.

Başka da dediğim gibi Kürtlerde Kürdistan’da ayrı yaşamayı, Türklerden kopmayı, kendi devletlerini oluşturmayı istemeyen çok az insan bulurdunuz. Bunca hakarete Kürtler artık “yaşayamayız” deyip iç dünyalarında isyana kalkmışlardı. Yani alttan alta yanan çok güçlü bir volkan gibi patlamaya hazır bir objektif durum söz konusuydu. Bunun patlayarak yüzlerce, binlerce metre yeryüzüne fışkırması ise sadece ve sadece an meselesiydi. Bir kıvılcımın doğru zamanda, doğru bir tarzda–acemilikleri olsa da-çakılması bu patlamayı tetiklemeye yeterdi.

Önder Apo böyle bir patlamanın Kürtlere de Türklere de zarar verebileceğini öngörerek hep Türk-Kürt kardeşlik söylemlerini öne vererek ciddi uçurumların önünü aldı. Bilelim ki bugün Türk devletinin çöplüğünde nemalanan sözde Kürtçüler her zaman Önder Apo’nun Türkiye devrimcileri ile olan seviyeli ve tarihi ilişkilerine hakaret dolu söylemlerle saldırmışlardır. Buna en iyi örnek bir kedisi bile olmayan Mustafa Kemal Burkay ismindeki zattır.

8 Temmuz 1937’de imzalanan Sadabad Paktı’nın 7. Maddesi sınır sorunlarının kalıcı şekilde çözülmesi adıyla Kürt halkına karşı ortaklaşmanın bir diğer ifadesi olmuştur. Öcalan tarafından ifade edildiği gibi Kürt sorununun kalıcılığında jandarma rolü oynayan Türk Devleti’nin Şeyh Sait İsyanı ve Musul Sorununda oynadığı role benzer şekilde katılım gösterdiği Sadabad Paktı’na ilişkin söyleyecekleriniz nelerdir?

Biliniyor Kürdistan ilk kez 17 Mayıs 1639 yılında Kasr-ı Şirin’de Osmanlı devleti ile Safevi devletleri arasında ikiye bölündü. Üçe bölünmeleri Fransızlarla Türklerin 1921 Ankara anlaşmasıyla gerçekleşmiştir. Resmi olarak dörde bölünmeleri ise 5 Haziran 1926 yılında Türklerle İngilizlerin Ankara anlaşmasıyla sağlanmıştır. Lozan anlaşması Kürdistan’ın dörde bölünmesinin resmileşmesine yol açan kirli anlaşmanın adıdır. Bu bağlamda Kürdistan’ı direk dörde bölen anlaşma Lozan değildir.

Ancak Lozan anlaşması ortaya koyduğu politik kararlarıyla-ki Kürtler bu anlaşmada yok sayılmışlardır-esasta anlayış bazında Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesinin yolunu hukuki olarak açmıştır. Daha doğrusu Lozan anlaşması Kürdistan’ın dörde bölünmesine yol açan temel belge olduğu gibi bu durumun resmileşmesine de yol açan kirli belgenin ve anlaşmanın adıdır. İran Kaçar devleti resmi olarak 1925 yılında tarih sahnesinden silinirken yerine Pehlevi hanedanını kuran Rıza Xan, namı diğer Mir Pençe gelmişti.

Rıza Xan’ı başa getirenler İngilizlerdi. İngilizlere yakın duran Rıza Xan’ı Mustafa Kemal ile bir araya getirmek zor değildi. Çünkü Şex Said direnişinde gördüğümüz gibi Türklerin yanında Kürtleri katledenler de İngilizlerdi. Daha önce Şex Mehmud Berzenci’ye saldırdıkları gibi. Yine biliyoruz ki Ortadoğu’da sınırları çizenlerin başında İngiltere gelir. Bu durumda Türklerle İranlıları 1937 yıllarında Sadabad Paktı’nda bir araya getirerek, 1955’lerde Türklerle Iraklıları –buna Pakistan ve Afganistan’ı da ekleyerek-Bağdat Paktı’nda bir araya getirerek, oluşturulmuş olan bu sahte sınırları korumanın-ki İngiltere’nin çıkarları bunu gerektiriyordu-anlaşılmayacak neyi var ki? Sizlerin de belirttiği gibi Sadabad Paktı, Bağdat Paktı ve hatta daha sonra kurulan CENTO’nun Kürtlere biçilen yok sayılma statüsünün bozulmaması için özel oluşturulmuş anlaşmalar olduğunu dile getirmenin anlamı bile yoktur.

Türk Devleti’nin bugün Efrîn’den Xakurke’ye kadar olan toprakları yani Lozan’da elinden çıkan Batı ve Güney Kürdistan’ın tamamını işgal etmeye dönük çabası; Suriye’de rejim üzerinden, Xakurke’de ise doğrudan İran ve Irak’la ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacak bir konu olmakta. Sadabad Paktı’yla bağlantısı itibariyle Türkiye-İran-Irak’ın Kürdistan’a dönük politikalarına dair ne söyleyebilirsiniz?

O konuda tam emin değilim. Suriye rejimi zamanında Fransızların hileleriyle Türkiye’ye verilen Hatay’ı unutmamışken, halen Hatay’ı kendi haritaları içerisinde göstermişken Suriye’nin Efrin’in işgalinde TC devleti ile birlikte hareket ettiğini düşünmek zordur. Kendilerince Kürtlere karşı politika yapıp Kürtleri yanına çekmek isterlerken Efrin’i kaybetmişlerdir. Benzer bir şekilde ABD’nin onca hilesiyle de Bab ve Cerablus’u da. Kürtler de yeterince politik davranmadıkları için onca hileyle baş edememiş ve Efrin’i kaybetmişlerdir.

Suriye rejiminin esasta bunun baş müsebbibin Erdoğan olduğunu bilecek haldedirler. Erdoğan’ın, "Biz, 22 milyon kilometrekarelik dünya ölçeğinde toprağı görmüş devletin varisleriyiz, daha yeni, daha şurada 3 milyon kilometrekarelik topraklara sahiptik. Lozan ifadesini kullandığımda birileri rahatsız oldu, niye rahatsız oluyorsunuz. Lozan'da da 3 milyon kilometrekarede bir yerler tırmıklandı, 780 bin kilometrekareye düştük. Burnumuzun dibindeki yerler alındığında bununla iftihar edenler oldu. Bu nasıl oluyor ya, elindekini veriyorsun, hala başarılı çıktık diyorsunuz" sözleri hem de ortada halen durmuşken! Halen Erdoğan Misak-i Milli sınırlarından dem vururken!

Benzer bir şekilde İran devletinin de çok fazla TC devleti ile haşır neşir olduğunu düşünmek zordur. Hele hele ne zaman kiminle nerede ve nasıl kendini pazarlayacağı belli olmayan Erdoğan ismindeki kişi Türkiye Cumhurbaşkanı iken. İran için daha dün Erdoğan’ın, “Pers milliyetçiliği yapmayın yaparsanız karşınıza tüm Arap alemini çıkarırız” sözleri ortadayken! Erdoğan bunları söylerken en çokta Suudi Arabistan’a ve Mısır’a güveniyordu. Ancak köprünün altından çok sular aktı gitti. Şimdilerde Mısır ve Suudi devletiyle kılıç kalkandır. Bu kılıç kalkan olma durumu Erdoğan Müslüman Kardeşlerin başı oldukça derinleşerek devam edecektir.

PARÇALANMA KORKUSU STATÜKOCU GÜÇLERİ KÜRTLERE KARŞI BİR OLMAYA GÖTÜRÜYOR

Ortadoğu’nun kaderi neredeyse Türklerle Perslerin çelişkisine dayanıyor. Yani Turanlarla Ortadoğulular arasındaki derin açmaza dayanıyor ve bu çelişki tarihseldir. Osmanlıların torunlarıyla Safevilerin torunlarının bir araya gelip bir olmaları deveye hendek atlattırmaktan daha da zordur. Bu bir olma zor olmasına zordur ancak söz konusu Kürtler oldu mu birleşmeleri ya da Kürtlere karşı ortak politika belirlemeleri ise çok kolay olmaktadır. Her iki yapı Ulus Devlet yapılardır. Tanrıları Ulus Devlet olduğu için Ulus Devletlerini koruma söz konusu olduğunda Kürtlere karşı bir olmaktan hiç beis görmüyorlar.

Onlara göre Kürtler bir olursa, Kürtler de ulus devlete yönelirlerse o zaman kendi ulus devletleri parçalanır. Parçalanma korkusu onları Kürtlere karşı bir olmaya götürüyor. Unutmayalım ki, nasıl ki domuzdan post olmuyorsa Türklerle Perslerden de dost olmaz. Bugün TC’nin Xakurkê ve Güney'in geneline saldırmalarında eğer Irak ve İran ses çıkarmıyorlarsa, göz yumuyorlarsa Kürt düşmanlıklarındandır. Kürtlerin giderek Ortadoğu’da önemli politik güç olmaya yöneldiklerindendir. Korku odur ki, Kürtler de kendileri gibi bir Ulus Devlet kuracaklar-hem de Büyük Kürdistan adıyla. Güya Kürtleri bir de Batı dünyası destekliyormuş, özelde de ABD çok fazla Kürtlerin yanında duruyormuş da bu yakın duran tehlikeyi bertaraf etmek için ses çıkarmıyorlarmış.

Dolasıyla TC’ye arka çıkıyorlarmış ya da ses çıkarmıyorlarmış. Meselenin tümü budur. Ama bilsinler ki onların Anti Amerikancılığı boş bir Anti Amerikancılıktır. Onların anti kapitalistliği de aynen Erdoğan’ın anti kapitalistliği gibidir; dindarlığı ve Müslümanlığı da boştur. Sonuna kadar sermaye denilecek, sonuna kadar para para denilecek ve sonuna kadar Trump’un önünde takla atılacak ve onlar anti emperyalist ve anti kapitalist olacak, bizim gibi ilk günden başlayarak sermayenin karşısında, ulus devletin karşısında ortakçı yaşamı savunanlar ise emperyalist ve kapitalist olacaklar. TC’nin Kürdistan’a saldırısı ABD desteklidir. Yarın ABD ile Erdoğan kendi sorunlarını çözerse o zaman Irak da İran da Erdoğan ismindeki anti-Ortadoğulu faşistin kim olduğunu Lozan’ın ne olduğunu, kendi gözleriyle göreceklerdir.

Son olarak, tüm bu bahsi geçen sorun ve ilişkilere ortak edilmeye çalışılan Güney Hükümeti’nin tutumu ve Sayın Öcalan’ın 12 Haziran tarihli görüşmede vurguladığı mevcut siyaset tarzındaki ideolojik-teorik boşluk ile bu bağlamda yapılması gerekenlere ilişkin söyleyecekleriniz nelerdir?

Güney'i ele almadan önce yaşamı boyunca Ulusal Birliği için mücadele eden Helmet-Diyar Xarib yoldaşımızı büyük bir saygıyla anarak başlamak istiyorum. Helmet yoldaş ulusal birlik çalışmalarımızı yürütürken her zaman anacağımız ve mücadelesinin iyi birer takipçileri olacağımızı belirtiyorum. Güney'de özelde de Barzani ailesinin tüm tarihine bakın, ne zaman ki bir devlet yönelimi ile karşı karşıya kalmışlar ise ilk yaptıkları iş; kaçmadır. Ülkeyi terk etmedir.

Örnek mi; 1930, Barzan. Örnek mi 1945 Barzan. Örnek mi; 1946 Mahabad. Örnek mi; 1966-67 Soran. Örnek mi; 1975. Örnek mi; 1987. Örnek mi; 1988 Enfal'i. Örnek mi; Şengal. Örnek mi; Kerkük. Ve daha da fazlasını sayabiliriz. Herhangi bir devlet gücü Barzani ailesine saldırdığında yaptıkları ilk iş kaçmadır. Sadece son 5 yılda tam 3 kez Kürt halkının mevziilerini bırakarak kaçmışlardır. Çok ilginçtir ki aynı güç söz konusu Kürtler oldu mu son derece “cesur, cesaretli ve savaşçıdır!” Sömürgeciler olduğunda eyvallah diyerek sinen ve kaçan, Kürtler olduğunda ise aslan kesilerek her türlü saldırıyı yapmaktan çekinmeyen! Ahmet Kaya’nın deyişiyle; bu ne yaman çelişki anne!

Söylediklerimiz tarihen sabittir. Sömürgeci işgalci güçlere karşı mücadele etme cesareti gösterilmiyorsa ya da gösterilemiyorsa o zaman bu cesareti gösterenlerle birlikte ya da onları destekleyerek, sömürgecileri ülkemizden def etmeyi de mi yapamazlar? Halbuki geçmişte yapılan onca hata, yetmezlik, suç durumu ulusal birlik çalışmalarını geliştirerek ulusal birlik çalışmalarına gelerek düzeltilebilir. İtibarları bugüne göre on kat daha da artar. Ve Kürt halkı için de en büyük iyilik yapılmış olur.

SÖMÜRGECİLERLE İŞBİRLİĞİ YAPMAK KÜRTLERE KAZANDIRMAZ

Hatırlayalım Önder Apo 2013 yılında TC devletiyle görüşmeleri sürdürürken Ulusal Birlik çalışmalarının önemine dikkat çekerek, Mesut Barzani ile Leyla Zana’yı bu işin Eşbaşkanlığına önermişti. Burada Barzani ailesini küçük düşürme yoktur. Onure etme vardır. Ne var ki, buna gelinmemiştir ve tarihi bir fırsat heba edilmiştir. Ve sonra da öğrendik ki, Sayın Mesut Barzani’yi Ulusal Birlik çalışmalarına gelmemesini isteyenler, ona sözde yakın duran bazı güçlerin danışmalarıydı. Kerkük meselesinde de yine ortada bırakan bunlar olmuştur.

Özcesi, büyük insan ve devrimci Helmet yoldaşın şahadeti de gösteriyor ki, sömürgecilerle işbirliği yapma Kürtlere kazandırmıyor. Ancak bilinsin ki Kürtlere kazandırmayan eylemler son tahlilde Barzani ailesine de kazandırmaz. Nitekim bu durumu en bariz bir biçimde 2017 Ekim ayında gördük. Kerkük’ü Kürtlerin elinden nasıl çıkardıklarını, onca kazanımı nasıl kaybettikleri de. Çok daha önemli olan ise kimin Kürt dostu ve kimin Kürt düşmanı olduğunu da gördük. Ekim 2017 yılında en fazla Kürtlere saldıranın Erdoğan ve tayfası olduğunu, diğer saldıranları da teşvik edenin Erdoğan olduğu da ortadayken, halen TC devletine ve Erdoğan’a yamanmanın bir anlamı var mı?

Deniler bilir ki, Erdoğan bir güçtür bu güçten yararlanmak istiyoruz. Ama İstanbul seçimleri göstermiştir ki, Erdoğan gidicidir. Tarihi bir hezimet aldığı ortadadır. Ancak bilelim ki İstanbul yenilgisi sadece Erdoğan’ın yenilgisi değildir. Aynı zamanda Barzani ailesinin de yenilgisidir. Unutmayalım ki İstanbul seçimlerinden bir-iki gün önce Neçirwan Barzani’nin Erdoğan’ı ziyareti esasta İstanbul seçimlerinde acaba birkaç Kürt oyunu Erdoğan’a kazandıramayız mıyız planı üzerine kurulmuştu. Sonuç fiyasko olduğuna göre bu seçimi bir de Barzani ailesi kaybetmiştir.

GÜNEY'DEKİ SESSİZLİĞE KARŞI HALKIMIZ MEŞRU SAVUNMASINI YAPMALIDIR

Gerçekler böyle ise neden kaybetme çizgisinden ısrar ediyoruz ki? Kaybetme yerine hepimizin halk olarak kazanması daha yerinde değil midir? Dahası, bugün Güneyin Behdinan sahasında TC’nin onlarca askeri üssü vardır. Yine son zamanlarda çok sayıda alanı TC devletine bıraktılar. Bölge başkanını tebrik ederlerken ulusal marş okunmayacak denildi, marş okunmadı. Ve bunlar üstelik Kürtlerin sözde en “has” olanları! Böyle olan bir yapının özelde Xakurkê ancak genel olarak Kürdistan işgaline karşı ses çıkarmaları düşünülebilir mi?

Özcesi, bugün Güney Kürdistan’da yapılması gerekli olan tek şey vardır, o da bu sessizliğe ve teslimiyete karşı halkımızın topyekun kendi meşru savunma hakkını kullanmasıdır. Sivil İtaatsizlik kavramını geliştiren ve pratikleştiren Henry David Thoreau, “Adaleti sağlamayan bir hükümete, saygı duyulması doğru değildir” demektedir. Yine; “Devletin yaptığı haksızlıklara karşı koymak, vatandaşın görevidir” demektedir. O zaman bizim de Kürt halkı olarak yapacaklarımız vardır:

a-Ulusal Birlik çalışmalarıyla bu parçalı duruşa karşı koymak.

b-Kim sömürgeci güçlerle bir olup Kürt halkına ve diğer Kürt hareketlerinin üzerine gidiyorsa, bu işbirlikçilik anlamına gelen tutuma karşı tutum almak.

c- Gücümüzü birleştirip işgalcileri ülkemizden def etmek için her türlü direniş yöntemine baş vurup, bu işgalcileri def etmenin yolunu bulmak.

d-Aramızdaki çelişkiler ne olursa olsun, sömürgeciler karşısında mutlaka bir olmak, bir olmaya gelmeyenleri ise –bunlar kim olurlarsa olsunlar-kuyruğuna teneke takıp Kürdistan’da teşhir etmek olmalıdır. Ve kim ki ulusal birliğe geliyorsa onları Kürt halkının tacı yaparak, tarihi önemdeki bu dönemeçte mutlaka ama mutlaka büyük kazanımlar halkımız adına çıkmasını bilmeliyiz.

Özcesi, bugün Kürdistan’ın birçok alanında işgalci faşist TC devleti her yönüyle Kürtlerin kazanımlarına saldırmaktadır. O zaman yapmamız gereken ilk iş faşist TC devletine karşı gücümüzü birleştirerek halk olarak karşı durmaktır.