Şerik: Söz vermek artık yetmiyor

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Öcalan’ın esaret altında tutulduğu 20 yılın her anının işkence olduğunu belirterek, “Söz vermek de yetmiyor artık, esaretine son verecek koşulları ortadan kaldırmak gerekiyor” dedi.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Ankara’nın Tuzluçayır semtinde henüz 14 yaşında başladığı ‘Devrimci olmaya çalışma’ eyleminin ‘Apocu olmaya çalışma’ya evrilmesi ve sonrasını anlattı.

Şerik, Radyo Dengê Welat’ın hazırladığı Keliyên Rojê programına konuk olup sorularını yanıtladı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile ne zaman tanıştınız?

Önder Apo’yu ne zaman tanıdığım sorusuna yanıt vermeden önce tanımanın ne anlama geldiği üzerinde durmak istiyorum. Önder Apo’yu tanımanın ne anlama geldiğine en net ve somut cevabı şehitlerimizdir. Bir çok şehidimiz vardır; Önder Apo’yu şahsen tanımamış görmemiştir ama gerçekten Önder Apo’yu en iyi anlayanlar olmuşlardır. Bir çok şehidimizin günlüklerinde bahsederken tutkuyu, bağlılığı görebiliyorsunuz. Şehadete ulaşırken bile geride ‘en çok ne yapmayı isterdiniz?’ sorusuna yanıtları ‘Önder Apo’yu bir kez görmek’ olarak yanıtlamışlardır. Fedailerimiz var mücadele içerisinde; kendini en açık ve net ortaya koymuş gerçekliği anlatıyorlar. Onlar da geride bıraktıkları mektupları içerisinde Önderliğe olan bağlılıklarını ve Önderlikle tanışamamış olmaktaki burukluklarını dile getiriyorlar. Önderliği en çok tanıyan ve anlayan, şehitlerimiz gerçekliğidir. Çünkü onlar sözlerinin gerekliliklerini yerine getirmişlerdir. Mücadelede her şeyleriyle Önderlikle bir olmuşlardır.

Bizim burada anlatacaklarımız ancak tanıklık çerçevesinde olacaktır. Önder Apo’yu şahsen tanımış olmanın verdiği bir görevdir bu aynı zamanda. Önder Apo’yu çok genç yaşlarda tanıma şansına sahip oldum. 14 yaşlarındaydım Apocu Hareket’e sempati duyuyordum.

Hem sempati duyduğunuzu belirttiğiniz hem de tanıdığınız süreçte neredeydiniz, hangi yıllardı?

Ankara’daydım. Tuzluçayır semti var, Apocular da orada örgütlüydü. Kemal Pir arkadaşın da ilk örgütleme yaptığı alandır aynı zamanda. O yüzden Tuzluçayır özgülünde Kemal Pir arkadaşın izleri yepyenidir. Orada başlatmış olduğu mücadele, yaratmış olduğu örgütlülük, günümüzde de bir biçimde varlığını devam ettiriyor. Belki birebir kişiler Apocu Hareketle ilişki içinde olmayabilir ama orada bıraktığı iz bugün oralarda doğan nesillerin hafızasında yer almaktadır.

Önder Apo’yu tanıdığım süreç 1976’dır. Genelde devrimci mücadeleye olan sempatimiz, Apocu Hareket’te somutlaştı. Günün koşullarında var olan sempatizanlık, örgütsel sempatiye de dönüşebilecek imkanlara sahipti. Bulunduğumuz mahalle ve çevrede Apocuların varlığı, mahalle arkadaşlarımızın Apocu olması, abimin de üniversiteden itibaren Apocu Hareket’le girmiş olduğu ilişkiler dolayısıyla o sempatizanlık ilişkisini örgütsel bir ilişkiye çevirdi. Önder Apo’yu tanımadan önce mahallemizdeki arkadaşları tanıma fırsatımız oldu. İlk şehidimiz vardı Ali Doğan Yıldırım’ı tanıma fırsatımız oldu. Tuzluçayır’da büyüyüp Apocu Hareket’le ilişkileri olan arkadaşlarımız vardı. İbrahim Bilgin, Şahin Kılavuz, Haydar Altun, Asker Demir, Gürcan Özcan, Doğan Kılıçkaya gibi arkadaşlar vardı. Bu arkadaş ortamı içerisinde Apocu Hareket’le ilişkilerimiz daha üst bir dereceye ulaştı. Bir yandan o grupla ilişki içerisinde olurken, diğer taraftan grubun faaliyetleri içerisinde bulunma da gündeme geldi. Eğitim ve tekmillerine, yine bazı pratik çalışmalarına katılma gerçekleşti.

Önder Apo ile tanışma 1976’nın kış aylarıydı. Önder Apo’nun geleceğini o gün önceden haber aldık. İşte abim olan Kazım arkadaş o zaman oradaki sorumlularımız arasındaydı. O bilgilendirmede bulunmuştu. Toplantıyı bizim evimizde yapacaktık. O günün koşullarında ev olarak en uygun olandı.

Bu ilk karşılaşmanız mı oluyordu?

Evet. Önder Apo ile ilk defa karşılaşacaktık. Toplantı olacağı söylenmişti. Aile, sol harekete sempati duyuyordu, üniversite çevresinde olanlar vardı. Babam, sendikal çalışmalar ile uğraşıyor, sosyalist düşüncelere sıcak bakıyorlardı. O yüzden bizim Apocu Harekete sempati duyup içine girmemiz, ailenin de ilgi duymasını beraberinde getirdi. Sanırım o süreçte Önder Apo’nun yönettiği ilk toplantı oydu. Yani olduğumuz grup için ilkti.

Kemal Pir demiştiniz, öncülüğünde faşistlere karşı bir mücadele de var değil mi o süreçte?

Mahallenin öyle bir özelliği var; aşağıda Mamak diye bir semt var, şimdi ilçe olmuş. Tuzluçayır’ı oraya bağlamışlar. O zamanlar Tuzluçayır’ın Dikimevi tarafında olan kısımda Abidin diye bir semt vardı. Tuzluçayır’ın diğer yamacında Kartaltepe diye bir mahalle vardı, diğer tarafında Akdere diye bir semt vardı. Burada faşistler daha çok örgütlüydü. Tuzluçayır kuşatma altında olan bir mahalleydi. 12 Mart’ta devrimcilerin gelip gittiği; 12 Mart’tan sonra devrimcilerin örgütlü olduğu; Alevi-Türkmen yoğunluklu bir mahalleydi, Alevi Kürtler de vardı. Alevi Türkmenler ve Kürtler arasında yakın ilişki vardı. O inançtan kaynaklı olarak da daha sıkı bir ilişki vardı aralarında, çünkü Alevi kimliği ezilmiş, sömürü içerisinde olunan, devlet tarafından da ötekileştirilmiş bir kimliktir. Doğal olarak devrimci mücadeleye yakın bir halk gerçekliği vardır Tuzluçayır’ın. O yüzden de devrimcilerin rahat örgütlendikleri, belli örgütlerin rahat çalışmalarını yürütebildikleri, barınıp koruyabildikleri bir alandı. Bu nedenle sürekli faşistlerin saldırılarına maruz kalıyordu, saldırılarda araba yollarını faşistler tutuyordu, çatışmalar oluyordu. Mamak’ta Abidin Paşa’da okuyan lise talebeleri vardı, onların okula gitmelerini engelliyorlardı. Bu kuşatma altında kalan bir mahalleydi. Orada çok güçlü direnişler oldu. Bu direnişlere de öncülük yapanlar Apoculardı, bunu belirtmek gerekir. Zaten ilk eylemlerde Kemal arkadaşlar da yer almışlardı. Daha sonra Kemal arkadaşın etrafında bulunan arkadaşlar, o eylemlerde en etkili olanlardı.

Apocuların yıldızı böyle mi parlamış oluyor Tuzluçayır’da?

Apocular zaten yıldızdı. Kemal Pir arkadaş üniversitede yıldızdı, Haki Karer arkadaş üniversitede yıldızdı. Bugün yaşayan arkadaşlarımız var, onların hepsi yıldızdı. Önder Apo vardı; hep sönmeyen bir yıldızdı. Etrafında bunlar toplanmıştı. Onların örgütlenme yaptıkları yerde de yıldızlar çoğalır zaten. O eylemlerle faşistlere karşı yoğun mücadele verildi. Faşistlere karşı etkili de olundu. Orada Apocular en belirgin olanlardır. Diğer hareketlerden de Devrimci Yol, Kurtuluşçulardan da aktif olan arkadaşlar vardı, şehadetler de yaşanmıştı. 12 Mart döneminin önderleri vardı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları vardı, bu karakterlerin kişilik olarak halk üzerinde etkileri çok fazlaydı. Yeni doğan çocuklar da bu kahramanlara benzemek istiyordu. Yetiştiğimiz dönemde de bizim kahramanlarımız Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’ydı. Apocular bunları temsil ediyordu. Hem düşünsel hem eylemsel olarak biz Apocularda bunları gördük. Orada Apocu Hareketi güçlü kılan buydu.

Toplantı günü herkes illegal kurallara uyarak; teker kişi dağınık bir şekilde, her biri ayrı bir sokaktan yukardan-aşağıdan hepsi bir şekilde toplandı. Herkes Önder Apon’un geleceğini bilmiyordu ama bazı misafirlerin geleceklerini biliyorlardı. Ona göre hazırlıklar da yapılmıştı. Akşam vakti herkes toplantı yerinde yerini almıştı. Aradan birkaç dakika geçtikten sonrada Önder Apo geldi. Önce evdekilerle merhabalaştı, kısa bir sohbet etti, ardından da evin büyük odasına geçildi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’da ilk fark ettiğiniz husus, ilk dikkatinizi çeken ne oldu, o ilk ‘an’ı anlatabilir misiniz?

Önder Apo hakkında çok şey duyduk, ister istemez bu bir imaj yaratıyor. Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar ve İbrahim Kaypakkayalar’ı da görenlerden duymuştuk. Tabi onlar hakkında kafamızda bir algı gerçekleşmişti ve onlar şehadete ulaşmışlardı. Artık bizler açısından ölümsüz birer kahramandılar, kendinde somutlaşmış Önderlik onları temsil ediyordü. Önderlikte devrimci önderleri gördüm. Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı gördüm.  Öyle bir önderliği görebilmenin, tanıyabilmenin duygusu çok farklı oluyor. O süreçle birlikte senin için de bir dönem başlamış oluyor. O zaman biz de eğitimlere katılıyorduk. Eğitimlere katılırken eğitim programımız vardı, sıkı bir programdı. Evvela Marksist- Leninist klasikler üzerine eğitim yapıyorduk, bittikten sonra o zamanki grubun düşünceleri üzerine eğitim yapılıyordu. Grubun üzerine yapılan eğitim ise aslında Apocu olma yolunda atılan bir adım oluyordu, bir giriş yapmış oluyordun. Sempatizanlıktan daha aktif bir katılıma geçiş oluyordu. Bir eğitim programımız vardı. O eğitim programlarında en son okuduklarımız, dinlediklerimiz de Önder Apo’nun çeşitli toplantılarda yapmış olduğu konuşmalar oluyordu, onlar teyp kasetlerine kaydediliyordu, dinliyorduk. Eğitimimizin finali o kasetleri dinlemek oluyordu. O kasetler daktilo üzerinden çözülüyordu, önce deftere yazılıyor, sonra daktilo üzerinden çoğaltılıyordu. Bununla eğitimin finali yapılıyordu. Öyle bir programımız vardı. Doğal olarak Önderliği görmüş oluyorsun ve doğal olarak gruba dahil oluyorsun. Hem bununla Önder Apo’yu tanımış oluyorsun, bununla birlikte hayalinde olan önderlerin temsilini görüyorsun, bu ayrı bir heyecan veriyor. O heyecanla birlikte artık bir giriş yapıyorsun.

Artık profesyonel devrimci oluyorsunuz?

Olmak istiyorsun ya da kendini öyle hissediyorsun. O zamana kadar yaşın genç ve genç olmana bağlı olan yaklaşımlar var, onu hissediyorsun. Onu yaşadığın zaman tabi senin için bir dönüm noktası başlamış oluyor.

Toplantıya katılanlardan en genç siz oluyorsunuz değil mi?

Evet en genç bendim, toplam 20 civarında genç vardı. Şahin arkadaş vardı şehittir. Şahin Kılavuz, Hezil’de şehit düştü. Kara Ömer adıyla bilinen Haydar Altun vardı; 1990’da Haftanin’de yaralı olarak yakalanıp Uludere’ye götürülerek orada işkenceyle katledildi. Başkaları da vardı; ihanet edenler de vardı, katılıp da şehit düşen arkadaşlar da vardı. O zaman en genç olan ben olduğum için Önder Apo bana dikkatle bakardı, insanlara bazen çok dikkatli bakar ve dikkatini çektiği zaman gözlerini ayırmazdı. Önderlik bakıyordu, bazen gözlerini ayırmıyordu.

1979’a kadar mı sürdü bu ilişkilenmeniz?

Bu ilişkilenmemiz daha sonra da devam etti, Önder Apo gelip gidiyor, tartışıyordu. Bu gidiş gelişlerde daha yakından tartışma, tanıma imkanı oluyordu. Bu, 78 yılı sonlarına kadar devam etti. Apocu Hareket açısından 1977 yılı kritik bir dönemdi. Düşmanın yönelimleri somut bir hal almıştı. Haki arkadaşı Antep’te katlettiler. Haki arkadaşın şehadetinden kısa bir zaman sonra Tuzluçayır’da operasyonlar başladı. Operasyonlarda da Önder Apo direkt hedef haline gelmişti. Daha sonra bunu açık bir şekilde de gördük.

Suikast girişimi de vardı değil mi?

Yani içinde suikast-katletme de olabilir fakat ciddi bir yönelimdi. Haki arkadaşın arkasından böyle bir yönelimin olması, Önder Apo’nun imha edilmesinin bile hedeflendiğini düşündürüyor insana. Polis evleri bastı. Önce bizim evi, ardından bir başka evi bastılar ve daha sonra da Mustafa Karasu arkadaşın bulunduğu ev basıldı. Bir hafta-10 gün içerisinde gerçekleşen olaylardı ve o zamana kadar Apocu Harekete yönelik böyle bir saldırı olmamıştı. Öncesinde bazı polis baskınları oluyordu. Mesela Ankara’da Siirt Talebe Yurdu vardı, orada baskınlar oluyordu. Çünkü Kürdistanlı talebelerdi ve daha çok Apocu Hareket’e sempati duyanlar vardı, oraya yönelik zaman zaman polis baskınları oluyordu. Silah veya başka şey yakalandığı zaman tutuklanmalarda oluyordu ama bu yaşanılanlar çok daha farklıydı. O operasyonları düzenleyenler herhangi bir polis gücü değillerdi. 12 Mart döneminde Türkiye’den Amerika’ya özel eğitim görmeye giden polisler vardı. Albay Kemal bunlardan biriydi.

MHP-Türkeşler’in ekipleri mi bunlar?

Albay Kemal bu devletin bir kadrosudur. Ankara’da işte DAL diye bir işkence merkezi oluşmuştu, onun kurucusudur. Onunla beraber giden bir ekip vardı. Apoculara yönelik operasyonları yapanlar da o ekipti. Herhangi bir ekip değildi.

Yani devlet mi yöneliyor?

Devletti, derin devletti; direk resmi görevli komiserdi ama Albay Kemal şeklinde ad veriliyordu. Daha sonra bu orduda İzmir’de görev yaptı, şimdi ne yapıyor bilmiyorum ama bize özellikle yönelen ekipti. Ekibin bastığı yerlerde herhangi yerler değildi, birilerini arıyorlardı ya da belge, silah türü şeyleri ele geçirmeye çalışıyorlardı. Belli sonuçlar elde etmeye çalışılan operasyonlardı. Sonunda Karasu arkadaşın bulunduğu ev basılmıştı. Bizim sabah haberimiz oldu. Tesadüf Önder Apo da ilk oraya gitmek için geliyor. Önder Apo’nun sezgileri çok kuvvetlidir. O nedenle oraya gitme yerine bizim arkadaşlar olarak toplandığımız 8 koğuş olarak adlandırdığımız bir yer vardı, oraya gelmişti. Önderlik oraya tek geldi. Hepimiz paniğe kapıldık, çünkü operasyon var. Birkaç gün önce evler basılmış, Önderliğe bir şey olacağı endişesi hepimizi sarstı. Önderlik o zaman beni görevlendirdi. ‘Bir git bak ne var ne yok?’ dedi. Gittim, biraz kaldık orada, kontrollü bir şekilde gittim. Bir süre evi gözledim, gelen giden var mı, diye. Sonra baktım Albay Kemal onların ekibi geldi, zaten birkaç gün önce evi basmışlardı. Kendilerinin tanınmasını istemiyorlardı sanki, çünkü polis arabasıyla gelmediler.

Sivil olarak mı gelmişlerdi baskınlara?

DSİ, belediye türü işler sanırsın, bir de kullanmış oldukları dolmuş vardı; operasyonlarını o tür arabalarla yürütüyorlardı. Albay Kemal’in ekibi aşağıya indi ve onları gördük, netleştirince orayı terk ederek ara yolları kullanıp kontrollü bir şekilde Önder Apo’nun ve arkadaşların olduğu yere gittim. Önder Apo’yu, Albay Kemal ekibinin geldiği şeklinde bilgilendirdik. Karasu arkadaş da akşama kadar polis eve karakol kurmuştu daha sonra başka arkadaşlar da gidiyorlar, işte Şahin Kılavuz bir diğer arkadaştır. Karasu arkadaşı da götürmemişlerdi. Baktık Karasu arkadaş yukardan bize doğru geliyor.

Siz de zindana girdiniz değil mi?

Ben iki kere zindana girdim. 78 ve 81’de kaldım. Zaten Önder Apo’yu da 1978’de yakalanmadan önce gördüm. O zaman Rıza arkadaş trafik kazası geçirmişti, Amed-Antep yolu arasında, kalkamıyordu ayağı kırılmıştı. 3 ay boyunca hiç kalkamadı. O gün onu ziyarete gitmiştik. Önder Apo da oradaydı. Zaten ondan 1-2 ay sonra yakalandım, cezaevine girdim. Kasım 78’di.

Sayın Öcalan ile bir dahaki görüşmenize gelelim. 1996’ya mı denk geliyor?

Doğru, diğer görüşmemiz 1996’ya denk geldi.

Aradan geçen yılları da ele aldığınızda, değişen ve değişmeyen yanlarıyla neler anlatırsınız?

Cezaevindeydik ama partiyi takip ediyor, izliyorduk. Önder Apo’nun çözümlemelerini fırsat buldukça, gazetelerde çıkan röportajları okuyorduk. Yine gazetelerde Önder Apo’nun yazıları vardı, onları okuyorduk. Önderlik sahasında kalıp ülkede faaliyetlerdeyken tutuklanan arkadaşlar vardı, onların anlatımlarından da Önderliği takip ediyorduk. Bu anlamda her zaman yönümüzü Önder Apo’ya çevirmiştik. Bu sadece benim için değil, birlikte kaldığım cezaevindeki tüm arkadaşlar için böyleydi. Yine cezaevinden çıkıp dağa ve Önderlik sahasına giden arkadaşlar oluyordu. Onların bize yazdığı mektuplar vardı. Onlar da Önder Apo’yu anlatıyordu. Önder Apo’nun bize iletmek istediklerini uygun şekillerde yazıyorlardı. Bu anlamda bizi uyarıyorlardı. ‘Geleceksiniz ama kendinizi gözden geçirin’  tabi bunlar bizim için eğitim konusu oluyordu. Bu anlamda zindandan çıkmadan önce Önder Apo’yu anlama, izleme gibi son gördüğümdeki anla o zamandaki mevcut farkı görüyordum. Bu temelde anlamaya çalışan bir yaklaşımımız vardı. Cezaevinden çıktıktan sonra zaten fazla dışarıda kalmadım. Mayıs sonlarıydı herhalde, sonra Yunanistan’a gittik, yakalandık. Orada da yakalanmaktan bir türlü kurtulamıyoruz zaten. Bizi almaya gelecek olanlar randevu yerine gelmedi. Baktık gelmiyorlar, yürümeye başladık ve bilmediğimiz bir yerde yakalandık. Sınırı geçtik Yunanistan’da yakalandık. O zaman iki haftayı aşkın onların cezaevlerinde kaldık. Andreas Papandreou’nun öldüğü gün (23 haziran 1996) bizi Lavrion’a gönderdiler. Zaten orda kalmadık, ertesi gün arkadaşlarla bağlantı kurduk. 30 Haziran oldu, Zilan arkadaşın eylemi gerçekleşti. Zilan arkadaşın eyleminin üzerinden 1 hafta geçmeden Şam’a yetiştik. Geldiğimiz günün sabahıydı sanırım, Önder Apo’nun geleceği söylendi. Tabi okul da ona göre bir hal aldı. Biz okuldaydık, okulun programı çerçevesinde katılmaya çalışıyorduk. Önder Apo geldi, hepimiz ayağa kalktık. Çözümlemelerin olduğu salon vardır. İşte oraya giren Önder Apo, ‘Oturun’ dedi, hepimiz oturduk. Arkadaşlar, Önderliğe tekmil veriyorlar, girdi konuşmaya ama bakıyordu etrafına bazen. Dikkatli dikkatli bakıyordu. Heval Zilan’ın eyleminin üzerinden bir hafta geçmemiş. Zilan arkadaşın mektubu gelmiş, yani farklı ruh hali vardı.

Gündem Zeynep Kınacı (Zilan) mıydı?

Gündem Zilan arkadaş üzerineydi, onun mektubunun üzerinden çözümleme yaptı. O çözümleme ve anlatım, Önderlik kitaplarını okumaktan daha farklıdır. Sözcükleriyle neler ifadelendirmeye çalışıyor, onlara yoğunlaşırsın. Sonuçlar çıkarırsın ama Önderlik karşında ve konuşuyor. Önderliğin karşında yaptığı konuşma, aynı zamanda sözcüklere katmış olduğu ruhtur. Onu hissediyorsan orada sadece bir söz dinlemiyorsun. Sadece söylenen o söze anlam vermek için kendini yormuyorsun. Orada Önderliğin neyi hissettiğini, neyi yaşadığını görüyorsun. Onu gördüğünde karşında çok farklı birini görüyorsun. O anda fiziki bir kişilik olmaktan çıkıyor. O anı yaşayan, yaşadığını da anlamlandırarak sana taşıyan...

Öcalan’ın, ‘Bizim havamız diretir’ dediği şey bu mu?

Sadece havanı değiştirmiyor ki, o anda sen kendini farklı bir atmosferde görüyorsun. O ortamda olduğunu hissedersen gerçekten seni bambaşka bir kişilik haline getiriyor. O an önemli; ruhsal bütünleşmeyi sağlıyorsun. Cezaevlerinde teorik ağırlıklıdır, her şeyi o kalıplara yerleştiriyorsun. Önderlikte kitabi bir devrimcilik yerine yaşayan bir devrimcilik görüyorsun. Mesala Önder Apo’nun o Zilan arkadaş üzerine yapmış olduğu ilk değerlendirme bende bunu yarattı. Zaten o öğlene kadar devam etti, sonra arkadaşlar bizi çağırdı. Önderlik çağırıyor dediler, yanına gittik. Günün 24 saati planlıdır ve günün 24 saatini kendini devrime adayan bir gerçeklik. Kendisi için yaşamayan bir gerçeklik. Zaten Önderliği görüp yaşamına tanık olduktan itibaren bunu görüyorsun, başka bir şey göremiyorsun, hissedemiyorsun. Gittiğimizde yanımızda başka arkadaşlar da vardı. Öğle vakti yemek saati olduğu için Önderlik hem bizi karşılamış hem ağırlamış olmuştu. Hem o anı böyle değerlendirmiş oldu.

Size ilk ne söyledi, hatırlıyor musunuz?

Önderliğin ilk dediği şey... O zaman okul kurulunda olan bir kadın arkadaş vardı, o da bizim mahallenin çocuklarından biri ama biz gençken herhalde o çocuktu o zaman ama büyümüştü. Önderlik şöyle baktı “Seni bıraktığımızda şu kadar çocuktun. Şimdi bak, saçların bembeyaz olmuş, bir bak bana benim saçlarım beyaz mı?” Önderlik oradaki farkı anlatmak istedi. Ama sormuş olduğu soru ‘Bende ne gördün?’ dedi. ‘Bendeki değişim nedir?’ dedi. İlk sorusu bu oldu.

Siz ne söylediniz?

Hissettiklerimi Önderliğe anlattım. Çünkü Önderlik karşısında şunu yapamazsın, şöyle diyeyim ya da böyle tüm hissettiklerimi anlattım. Önderliğin tarzı, yaklaşımı; senin doğallığın neyse öyle yaklaşmanı açığa çıkarıyor. Başka bir davranış şansı bırakmıyor. İşte bizi içerisine almış olduğu dünyayı dile getirdim. Çünkü Önderliği cezaevine girmeden önceki tanıma dönemimizde çok farklıydı. Büyüyen gelişen bir Önderlik gerçeği var. Karşımda Halk Önderliği var. Düşünce yapısıyla tüm bölgelere hitap eden bir Önderlik gerçekliği var. Bunları normal bir sohbet içerisinde birisine söylemekten çok o anki atmosfer içerisinde söylenen sözlerdi. Bence de o anda en çok hissettiklerimi doğru ifade eden sözlerdi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, birçok savunmasında kendi kimliğinin tam olarak tanımlanmamasından bahsediyor ya da ‘Tanımıyorsunuz’ diyor, hatta şimdi ‘Tanımak istemiyorsunuz’ diye açıklıyor. Birkaç savunmasında da kendi kimliğini tanımladı. Siz Sayın Öcalan’ın bir militanı, yol arkadaşı olarak nasıl tanımlıyorsunuz?

Önder Apo için birçok tanımda bulunulabilir ama biz ilk süreçte kendimizi Apocu militanlar olarak kabul ettiğimizde şöyle diyorduk, ‘Biz Apocu olmaya çalışıyoruz’. Aslında Apocu olmadan önce devrimci olduğumuzu da ‘Devrimci olmaya çalışıyoruz’ diyerek ifade ediyorduk. Çünkü devrimcilik, son nefesini verene kadar sürekli bir devrim mücadelesi içerisinde olmayı anlatır. O açıdan da Apoculuk da devrimcileşmekti, bu nedenle biz de Apocu olmaya çalışıyoruz, diyorduk.

Önder Apo da aynı şeyi söylüyor, ‘Ben de Apocu olmaya çalışıyorum’ diyor. Şimdi Önder Apo da önüne böylesi bir hedef koyduğunu ifade ediyorsa demek ki burada Apo ya da Apoculuk kelimesinin ilk çağrıştırdığı anlamın dışında ele almamız gerekiyor. Burada Apo bir kişi adı değildir.

İsmail Beşikçi Hoca’nın çok güzel bir çözümlemesi var, sosyolojik bir çözümlemedir, belki birçok kimse henüz bunun ayrımına bile varmamıştır. Kürtleri iki dönemde ele alır. Bir, ‘Kürd’ diyor. İki ‘Apo Kürdü’ diyor. Şimdi burada Beşikçi Hoca, ‘Apo Kürdü’ derken Kürtlerin kimliğinden bahsediyor, daha doğrusu Kürtlerin edindiği yeni kimlikten bahsediyor.

Bu yeni kimlik nedir?

Sömürgeci karakolların kafalarda yıkıldığı-kırıldığı kimliktir. Eskinin sömürge, edilgen, horlanan, aşağılanan, adı var kendisi yok hale getirilen bir kimliğin reddi, onun yerine diriliş içerisinde, mücadele içerisinde yaratılan bir kimliktir. İşte bu kimlikle anılan Kürt; ‘Apo Kürdü’ oluyor. Öyleyse burada Apoculuk, eskinin sömürge Kürt’ünün yok olmasıdır. Eskinin sömürgeci biçiminin reddedilişi ve buna karşı bir direnişin oluşmasıdır.

Burada Önder Apo’nun isminin anılarak bir tanımlamaya gidilerek yapılacak şey diriliş ve direniştir. İlki adı bende neyi çağrıştırıyorsa vereceğim direniş içerisinde kendini yaratmadır. İkinci anlam olarak var olmak, derim. Üçüncü anlam olarak gördüğümü sorarsanız, gelecek/geleceğin fethedilmesi, derim. Dördüncü olarak sürekli mücadele, sürekli var olma, derim. Önderliğin isminde ifadesini bulan budur bana göre. Yoksa salt kişi olarak bahsedilen bir olay değil. Onun mücadele içerisinde ortaya çıkardığı değerler ve kazanımlar, geleceğe yönelik ortaya koyduğu projeler itibariyle Önder Apo’nun isminden bunu anlar. Önder Apo’nun yarattığı böyle bir kimlik vardır. Bu kimliği özümseyen, benimseyen ya da bu kimliği edinmeye çalışanların bir topluluk haline gelerek Önder Apo’yu takip edenler gerçeği vardır.

Bana ‘Senin kimliğin neye dayanıyor?’ diye sorsalar, ‘Apo kimliğine dayanıyor’ derim. Halkların kimlikleri vardı Türk, Kürt gibi, hala da geçerli belki de. Apo kimliği, o kimlikler etrafında bir araya gelenlerin edindiği bir kimliktir. Şimdi o kimliği edinenlerin de yaklaşık olarak yarım asırlık mücadelesi var. Bu yarım asırlık mücadelede önce Apoculuk oluştu, sonrasında PKK oluştu. Şimdi de onun felsefe, dünya görüşü, amaçlarını benimseyen toplulukların oluştuğu bir sistem inşası söz konusu. İşte bakalım KCK, Önder Apo’nun, Apoculuğun daha geniş toplulukları kucaklayarak, kendi sistemini oluşturmasının adıdır. Önder Apo’nun kimliğinde ya da Apo kimliği denildiği zaman ya da buna sahip olanların yargılanması denildiği zaman oradaki anlatılan gerçeklik bundan başka bir şey değildir. Bu temelde mücadelenin gelişimine bağlı olarak bu kimliğin içeriğini daha da zengin hale getirebilirsiniz.

Bir militanı olarak Sayın Öcalan ile inanıyoruz ki unutamadığınız bir çok anınız söz konusudur fakat mıh gibi aklınıza çakılı kalan ve hiç unutamadığınız bir anınız var mı?

Önder Apo ile bir arada bulunduğum her an benim için böyle bir ana ve anlama sahiptir. Bu nedenle birini diğerine kıyaslamak pek mümkün değildir. Bir değil, birkaç örnek verebilirim.

Önder Apo’nun günlük yaşamını planlaması mutlaka hiçbir zaman unutmamız, akıllarımızda olması gereken bir planlamadır. Önder Apo sabah kalkıyordu, kahvaltısını yapıyordu, ardından o zaman BBC’nin Türkçe yayın yapan radyo kanalı vardı onu dinliyordu, gelen notlar, mektuplar varsa ya da daha acil şeyler varsa onları dinliyor ya da okuyordu. Eğitimler vardı, zaten ardından çözümlemeler yapıyordu, öncesinde de günün koordinasyonundan bilgi alıyordu eğitime ve tartışmalara ilişkin. ‘Ne üzerinde durabiliriz?’ şeklinde, ardından eğitime, çözümlemelere katılıyordu. Öğle arası verildiğinde yemek saati olurdu düzenli fakat bazen öğleyi de geçebilirdi bu çözümlemeler. Yemek arasına kadar devam eden bir zamanı kapsıyordu. Önderlik ara verdiği zaman yeni sahaya gelenler varsa onlarla tartışmalar yürütüyordu ya da bunların dışında misafirler gelirdi; onlarla tartışır, sohbet ederdi. Notlar, raporlar varsa bunlarla ilgileniyordu. Ardından da tekrar eğitim. Eğitim bittikten ve akşam olduktan sonra da herkes spor elbisesini giyiyordu, Önderlik de burada spor yapıyordu tüm arkadaşlarla. Spordan sonra yüzüyordu. Akşam yine tartışmalar, bazen kadın arkadaşlarla özgün eğitimler gerçekleştiriliyordu. Kadın arkadaşlarla tartışmalar yürütülüyordu. Gece ise haberler dinleniyor ve takip ediliyordu, ardından da havuzun çevresinde yürür ve arkadaşlarla dışarıda, yanında kim varsa onlarla tartışmalar yürütüyordu.

Önderliğin diyelim ki okul devreleri bittikten sonraki arkadaşları uğurlaması mesela. Zaten devre bitmiştir, kim kalacak kim gidecek belirlenmiştir, düzenlenmiştir. Önderlik törende tüm arkadaşlarla tek tek ilgilenirdi, ayrılan arkadaşların yanında tören bitimine kadar yer alır, ayrılan arkadaşlarla fotoğraflar çektirirdi. Ayrılana kadar arkadaşlarla birlikte zaman geçirir, onları uğurlardı. Bir yandan arkadaşların mücadeleye katılmalarına sevinç bir yanda da ayrılmanın vermiş olduğu duygu bir aradaydı. Arkadaşlar arabaya binerlerdi, araba hareket ederdi, arabadaki arkadaşlara elini sallardı, bazen koşar ellerini tutardı taa ki kapıya kadar böyle duygusal bir uğurlaması söz konusuydu. Siz o anları görüp izlediğiniz zaman çok farklı oluyor. Arkadaşlar uğurlandıktan sonra Önderlik kısa bir süre yerine çekilir, dinlenir, yoğunlaşır ve tekrar yaşam kaldığı yerden aynı temposu ve disipliniyle devam ederdi.

Önderlik, insanlarla ilişkide çok doğal, sadeydi, onun yanında herkes her an şaşırabilirdi. Çünkü insanlar, kafalarındaki Önderlik tanımını biraz klasik-reel sosyalist düşünce yapısına göre bir tasarlıyorlardı.

Alışılagelen kalıplara uymuyor değil mi?

Yok, kesinlikle kalıplar yok. Çocuklarla beraber sanki 40 yıllık arkadaşıymış gibi diyaloglar var, sohbetler var, bunu görüyorsunuz. Onların dünyasına hemen Önderlik giriyordu. Bazen çok yaşlı insanlar gelirdi bakıyordunuz yine öyle, bazen yoldaşlarımızın aileleri gelirdi onlarla da ilişkilerde hemen hissedilen bir farklılık olurdu. Yani hangi yaş kuşağından olursa olsun onların hepsi Önderlikte kendisini bulurdu. Önderliğin böylesine doğal bir yaklaşımı vardı. O anları insan aklında canlandırdığı, film şeridi gibi geçirdiği zaman hala varlığını koruyorlar. Yine şaşırtırdı herkesi. Önderliğin ‘Erkeği Öldürmek’ isminde bir çözümlemesi var.

Sizin de içerisinde olduğunuz Akademi devresinden bahsediyorsunuz değil mi, açabilir misiniz?

Birçok kişi Önderlik o çözümlemeyi neden yaptı bilemez. Geçen günlerde sordum arkadaşlara. Üç hakkınız var, iki arkadaştılar zaten sorduğum arkadaşlar, bu yüzden altı cevap vermiş oldular. Altı cevapta da bulamadılar. İnsanların aklına kolay kolay gelmez. Erkeği Öldürmek çözümlemesine götüren bir şey vardı. O gün, o süreçte akademide misafirimiz vardı; Kurtuluş Hareketi liderlerinden Mahir Sayın. Önderlik ile sohbetleri de iyidir.

‘Erkeği Öldürmek’ kitabı zaten bildiğimiz kadarıyla Mahir Sayın adına basılmıştı, öyle değil mi?

Çünkü Erkeği Öldürmek çözümlemesi, diyalogları Mahir Sayın ile olmuştu. Akşam haberlerde duyduk, Zeki Müren ölmüş. Sabah oldu, günlük bir sohbet yapıyoruz. Mahir Sayın, ben ve Cuma arkadaşımız da orada hazırdı yanlış hatırlamıyorsam, farklı arkadaşlar da vardı elbette. Zeki Müren üzerine sohbet ederken Önderlik de sohbete denk geldi ve dahil oldu. Mahir Sayın hemen, ‘Duydun mu Zeki Müren ölmüş’ dedi. Ama tabi bunu söylerken hani toplumda Zeki Müren’e ilişkin bir algı vardır ya o algıyı ifade edecek bir tarzda ‘Zeki Müren ölmüş’ dedi. Önderlik dedi, ‘Zeki büyük adamdı’ Mahir Sayın şaşırdı, Önderlik ciddi mi değil mi anlamak istedi, o pozisyonunu korudu. Mahir Sayın’ın aklından geçen şu; Zeki Müren kim, maço bir toplumda klasik erkeğin dışına çıkmış kadın gibi giyinen, kadın gibi makyaj yapan, kadın gibi sahneye çıkan ve kendisini bu haliyle de kabullendirmiş bir kişi. Doğal olarak maço bir toplumun buna yaklaşımı nedir?

Elbette küçümser bir yaklaşım tarzıdır öyle değil mi? Peki diyalog daha sonra nasıl devam etti?

Doğal olarak erkeği yücelttiği ve kadını da küçük gördüğü için kadına benzeyen erkek, böyle basite alınır o açıdan da Mahir Sayın tam olarak anlayamadı. Tabi, kameriyeye geçildi. Çözümlemelerde de vardır. Önderlik başladı tartışmaya ve konuşmaya. Diyaloglarla da yapılıyordu. O konu kapsamında hangi arkadaş ile konuyu derinleştirmek istiyorsa onun ile başlıyordu ve Mahir Sayın ile başladı o gün. Erkeği Öldürmek ismi ile bilinen çözümlemeyi Önderlik orada yaptı. Zeki Müren’in o durumu nedeniyle yapıldı. Maço bir toplumda bir erkek tüm bunlara cesaret ediyor, buna cesaret etmiş olması bile bir kere taşlanmayı, aforoz edilmeyi, camiadan kovulmayı göze almak anlamına gelir. Önderlik oradan yola çıkarak çözümlemeyi yaptı.

Önderlik alışılmış, sıradan değerlendirmeler yapmıyordu. Bir dünya görüşü ve bakış açısı vardı. Bunlar çerçevesinde de olup bitenleri daha güçlü ele almasına ve ona anlam kazandırmasına neden oluyordu. Bu nedenle o görüşü ile de sıradan, tek düze, herkesin beklediği cevapları veren bir Önderlik değildi. Herkesi şaşırtan, kafalarda soru işareti doğuran, eskiyi yıkıp parçalayan ve yerine yeniyi nasıl koyması gerekeni gösteren bir Önderlik yapısıdır. Günlük yaşamını örnek olarak verdik, enerji doluydu, yenilgiyi kesinlikle kabul etmezdi; voleybol futbol oynarken de bu böyleydi. Bunu görüyor ve etkileniyordunuz.

Eğitimlere gelip çözümleme yaptığında, savaşa hazırlanmış gelen bir komutan vardır karşınızda ve savaşın sonuna kadar siz o komuta gücünü görürsünüz. Önderlik eğitimde de çözümlemede de yaşamda da bir komutandı. Anlatır ve verirdi kendisini ve zaferi kazanmış bir komutan olarak noktalardı. Bir düşmanla mücadele olarak ele alırdı.

Bazı diyalogları oluyordu bazı kişilerle, çünkü Önderliğin herkes ile diyalogları aynı değildi. Bazılarının yaklaşımı, düşünce yapısı Önderliğin birçok boyutu ile sorgulamasına neden oluyordu. Sorgularken de onun her şeyini anlamaya, dikkat eden, çaba gösteren, ona göre de sonuçlar çıkartan bir özelliği vardı. Önderliğin diyaloglardaki durumu insanın kafasında unutulmaz anlar olarak hemen beliriyor.

Önderliğin yaşamına tanık olan birçok arkadaş, kişisel yaşanmışlıklar itibariyle de anılarını anlatabilirler. Önderliğin ilk seni karşılaması bir andır, ayrılması öyle bir andır, günlük yaşamda seni şaşırtan yaklaşımları oluyordu o da öylesi bir andır.

En dikkat çekici özelliği nedir?

Nasıl anlatsam? Mesela Önderliğin bazı fotoğrafları vardır, bazen fotoğraflarını ben de çekiyordum. Önderliğin bazı pozlarını yakalamak istiyordum, bunu fark edince poz vermiyordu tam yakaladım derken başını çeviriyordu, tam çekiyorum diyordum ki sana bu pozu vermem, diyordu. Benim almaya çalıştığım kareler çok farklı bir şeydi. Önderliğin bakışında, duruşunda aynı anda birçok kişilik özelliğini görüyorsunuz, o gözlerindeki gülümseme, coşku, heyecan ve çocuksu saflığı yansıtıyordu. Mesela, o aynı andaki durgunluk var bilgeliği anlatıyordu. Cana yakınlığı; arkadaşlığın, yoldaşlığın sevgisini veriyordu. Aynı anda bütün bu özellikleri karşısındaki insana hissettiriyordu. O yönleriyle de seni kendi dünyasına çekiyordu. Diğer özellikleri de vardı. Arkadaşlar sık sık anlatıyordu benim tanık olduğum yaşam dilimi içerisinde bende bıraktığı canlılığı, aklıma zihnime yerleşen hususlar böyleydi.

Bütün bu yaşanmışlıklar ve devam eden etkiyle birlikte 20 yıldır esaret altında olmasının sizdeki yansıması nedir?

Bu 20 yılın her anı bir işkencedir. Son yıllarda bu işkence çok daha ileri boyutlara taşırıldı. Bunun karşısında Önderliğin o esaretine son verecek koşulların oluşturulamamış olmasının büyük acısını yaşıyor ve hissediyorum da bu insanın üzerinde çok büyük bir ağırlık da oluşturuyor, bu ağırlık insanı etkiliyor. Önderlik esaret altına alındığında da benzeri bir durum yaşamıştım, şimdi yine aynı hisleri yaşıyorum. Bu koşullar altında ne diyebiliriz ki? Söz söyleme gücüne ulaşmamız gerekiyor. Söz söyleme gücüne ulaşmak da Önderliğin esaret koşullarına son verebilecek mücadele gerçekliğine sahip olmak anlamına gelir. Şimdi böylesi bir mücadele gerçekliğini istediğimiz düzeye çıkaramadık. Bunun arayışı var, mücadelesi var. Arayış ve mücadelesi içerisinde olmak bir coşku ve heyecan veriyor, kararlılığımızın bir ifadesi oluyor ama Önderliğin esaretine son verecek koşullar yaratamamanın da ağırlığını bir arada yaşıyorum. Söz vermek de yetmiyor artık, o sözün gereklerini yerine getirmek gerekiyor. O sözün gerekleri yerine getirildiğinde tabi ki Önderliğin esaretine son verecek koşulları da ortadan kaldırmış oluruz. Önderlik bize o koşulları sağlamak için her şeyi verdi, vermediği hiçbir şey kalmadı. Tutsaklık koşullarında bile çok daha fazlasını verdi. Bunun karşısında diyebileceğimiz tek şey, Önderliğimize verdiğimiz sözün gereklerini yerine getirmek olur. Önderlik toplum, halk üzerinde etkisini her geçen gün arttırıyor, halkın da bizlerden beklediği var; Önderliğe yaraşır militanlar olmak, Önderliğin yoldaşı olabilmek, onun görev ve sorumluluklarını yerine getirmek. Bunun ancak kararlılık ve mücadelesinin sözünü vermek benim açımdan olanaklı. Bunun dışında, yani yerine getirilmesi gereken görev ve sorumluluklar dışında söyleyecek daha fazla şey bulamıyorum.

İlk şehitlerinizden olduğunun altını çizdiğiniz Ali Doğan Yıldırım arkadaşınızın aynı zamanda bir şair olduğunu belirtmiştiniz. Bir şiirini biliyorsanız paylaşabilir misiniz?

Ali Doğan Yıldırım arkadaşımız, partimizin ilk şehididir. Önder Apo’nun Ali Doğan arkadaşa söylemiş olduğu bir söz vardı hala aklımdadır, burada paylaşmak isterim. İlk şehit düştüğü günlerde Önder Apo gelmişti. Sanıyorum ilk bahsettiğim toplantıdan sonraki toplantıdan kısa bir süre geçmişti. Ali Doğan arkadaş 1976 ortalarında şehit düşmüştü, Önderlik de bu sözü 77 yılında dile getirmişti. Normal yaşamsal bir sohbet içerisinde sevmiş olduğu türküler üzerine belirttiği bir husus vardı. Bu arada Önder Apo’nun sesi çok güzeldir. Önderliğin sevdiği türkü arasında belirttiği Kürtçe bir türkü vardı. ‘Le le oy...’ diye uzun havadır. O esnada Önderliğe, Ali Doğan arkadaş da bu türküyü güzel söylüyordu demiştim, ‘Ya!’ diye hayret belirten ve mimikleriyle de doğallığında böyle bir ifade kullandı. Ben de o esnada gidip kaseti de getirdim. Önderliğe o türküyü açıp dinlettik, ‘Bizim için büyük bir kayıp’ demişti. Partimizin ilk şehididir, sanat çalışmalarımızın da ilk şehidi olarak kabul etmemiz gereken bir yoldaşımızdır. Yoldaşımızın bir şiiri var onu okumak isterim. Ali Doğan arkadaş şehit düştüğünde de bu şiir kullanılmıştı ve şehitler albümümüzde de kullanılmıştır bu şiir. Dersim Katliamı üzerine yazılmış olmakla birlikte günceli de işliyor. Sadece katliam üzerine ağıt yakmıyor aynı zaman da katliamın hesabını da sormak isteyen ve bunu dile getiren, kararlılığını da ortaya koyan bir şiir.

TÜKENMEDİ UMUT BİZDE

Gün oldu katledildik

Ağrı eteklerinde

Kerkük boylarında, Suriye merkezine varanda

Ve yaman estiğinde Munzur

38 Dersim’de

40 bin ölü

 

Çocuklar daha doğmamıştı o gün

Yuvarlak karınlarda çocuklar

Bir isyanın ardından göçüp gittiler

 

Seni kime demeli tutsak mitralyöz

Nasıl demeli, bizi, bize

Umuda ser verdik ki

Umuda kavga verdik ki

Yeni doğan bebe uğramasın sömürüye

 

Şafaktan loy Şafaktan

Gelir sesiniz Ortadoğu’dan Nurhak’tan

Gelir sesimiz Kürdistan’dan şafaktan

Gelir sesimiz Kürdistan’dan şafaktan