Duran Kalkan: Cinayetin sonrası da planlanmıştı

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik Olof Palme cinayetinden sonraki NATO’nun planlamasını anlattı.

Yeni Özgür Politika gazetesine konuşan PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, 1985’ten itibaren PKK’ye karşı yürütülen savaşın NATO tarafından örgütlenip planladığını belirtti ve ekledi: ”28 Şubat 1986’da Palme cinayeti işlendi. 1986 Haziranında Avrupa devletlerinin bütün istihbarat devletleri ortak bir toplantı yaptılar. PKK’ye karşı ortak bir kovuşturma ve soruşturma başlatma kararı aldılar. Topladıkları bilgileri birleştirdiler, Alman devletine verdiler. Bunun üzerinden Alman devleti de Düsseldorf davasını başlattı” dedi.

Düsseldorf’ta PKK’ye karşı açılan davanın NATO davası olduğunu ifade eden Kalkan, ”En az İsveç kadar Almanya da bu geçen 40 yıllık süre içerisinde Kürt varlık ve özgürlük mücadelesine zarar verdi, karşı çıktı. Dolayısıyla en az İsveç kadar Kürtlere verilen cezanın tazmin edilmesi lazım, karşılanması, düzeltilmesi gerekiyor” diye konuştu.

2018 yılında gazetemize verdiğiniz bir söyleşide Öcalan’ın İsveç’te iltica talebinde bulunduğunu söylemiştiniz. Öcalan neden iltica talebinde bulundu?

Önder Abdullah Öcalan Temmuz 1979’da yurtdışına çıkmış, Kürdistan’ın özgürlüğü için devrimci mücadelesini yurtdışından yürütmeye, yurtdışı alanının imkânlarını böyle bir mücadeleye sevk etmeye dönük çalışma yürütmüş bir devrimciydi. Arkasından 12 Eylül 1980 askeri darbesi geldi. Dolayısıyla PKK kısmi bir geri çekilme yaşadı. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki sol-sosyalist, devrimci-demokratik örgütlenmelerin büyük bir kısmı yurtdışına çıktı. Geri kalan kısmı tutuklandı. Devrimcilerin yoğunca yurtdışına çıkıp hem korunmaya hem de 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesine karşı demokratik devrim mücadelesini yurtdışından geliştirmeye çalıştıkları bir dönem yaşandı. Önder Abdullah Öcalan bu süreci kendi şahsında darbeden çok önce başlatmıştı. Aslında Önder Apo darbeyi 1978 Aralığında yaşanan Maraş katliamıyla başlatmıştı. Maraş katliamını yeni bir darbenin başlangıcı, askeri yönetimin işbaşına gelme süreci olarak değerlendirmişti.

Gerçekten de Kürdistan’ın her tarafında 1979 Mayısından itibaren sıkıyönetim ilan edilmişti. Ordu, Kürdistan’da yönetimi ele geçirmişti. Önder Apo da bu temelde PKK’yi yurtdışından yönlendirebilmek, Kürt Özgürlük Mücadelesini yurtdışından yürütmek üzere Ortadoğu alanına çıkış yapmıştı. Temel amacı 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesine karşı demokrasi mücadelesini, Kürt halkının özgürlük mücadelesini yurtdışı alanlarındaki imkânlarla yürütmekti. Bunları sağlamak için yurtdışına çıkmıştı. Bunun içinde nerede, ne tür imkânlar varsa hepsini araştırdı. Ortadoğu’nun siyasi yapısının bütün ayrıntıları içerisine girdi, Filistin devrimiyle ilişki kurdu. Hafız Esat Yönetimindeki Suriye’de mücadele için imkânlar olup olmayacağını araştırdı. Arap sahasındaki imkânları araştırdı, İran devrimiyle ilişkilendi, İran sahasındaki imkânları araştırdı. Benzer bir biçimde Avrupa sahasındaki imkânları araştırması, onları bulup Kürt özgürlük mücadelesine, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesine sevk etmesi çok doğal ve gerekli olan bir durumdu. Nitekim daha 1979 sonundan itibaren Avrupa’daki Kürt kitlesi içerisinde çalışma temelinde böyle bir süreci de başlattı.

Bunun için de kendisi bizzat yer alabilmek için de tabi ki hareket etme olanaklarını yaratması lazımdı. İltica başvurusu bu temelde geldi. Neden iltica başvurusunda bulundu biçiminde sormak değil de, neden iltica için İsveç’i seçtiğini sormak daha doğrudur. Çok doğaldı. Avrupa’da faşist cuntaya karşı demokrasi ve Kürt Özgürlük Mücadelesini yürütecek imkânlar bulabilmek ve çalışmak için hareket etme imkânını yaratma arayışı vardı, bundan daha doğal bir durum olamazdı. Bunu da İsveç üzerinden yapmak istedi.

Neden? Çünkü Olof Palme yönetimindeki İsveç’i özgürlüklere, demokrasiye daha açık gördü. Kürtlere, Kürt Özgürlük Mücadelesine Avrupa’nın diğer devletlerinden daha çok destek verir gördü. 12 Eylül faşist-askeri darbesine en çok karşı çıkan yönetim Palme yönetimiydi. Dolayısıyla Avrupa’da devrimci çalışma yürütebilmek için hareket imkânına sahip olmayı İsveç üzerinde aradı. Bundan da doğal bir durum olamazdı.

İnsan şunu söyleyebilir: Palme cinayetiyle bunun önü tümüyle kesildi. Uluslararası komployla Önder Apo’ya Avrupa’da çalışma imkânı verilmedi. Oysaki bunlar olmasaydı Önder Apo’nun iltica başvurusu temelinde daha o zamandan sınırlı da olsa Avrupa’da özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütebilmesi için imkânlar bulunabilseydi, Palme cinayeti ve uluslararası komployla Önder Apo’nun önü kesilmeseydi, Avrupa’dan çıkartılmasaydı Türkiye’deki faşist diktatörlüğün bugün Erdoğan-Bahçeli diktatörlüğü halini alması önlenebilirdi. Kürt sorununun demokratik çözümünde daha ileri bir düzey yakalanabilirdi. Savaş bu kadar sürmeyebilirdi. Kan, katliam yaşanmayabilirdi. Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde çok daha ileri bir gelişme düzeyi yakalanabilir, kalıcı sonuçlara ulaşılabilirdi. Aslında Önder Apo’nun söz konusu çabaları Palme cinayetiyle, uluslararası komployla kesilip engellendi. Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önü bu şekilde alınarak Türk-Kürt çatışması günümüzdeki düzeyine getirildi.

İsveç Demokratik Kürt Toplum Merkezi, İsveç hükümetine çağrı yaparak, ”Şimdi Kürtlerden özür dilemenin zamanı” dedi. Palme’nin Kürt dostu olduğunu belirten DTKM, PKK ve Kürtlere yönelik 34 yıllık haksız muamelenin sona ermesini istedi. İsveç yönetimine çağrınız nedir?

İsveç Başsavcılığının Palme cinayetine ilişkin davanın kapatılmasına dair açıklaması üzerine yoğun tartışmalar oldu. Bizler de görüş belirttik. PKK ve KCK adına resmi açıklamalar oldu. Diğer Kürt kurum ve örgütlenmeleri adına da resmi açıklamalar yapıldı. Genelde davanın bu biçimde kapatılması kabul görmüyor, eleştiriliyor. Bu duruma kuşkusuz biz de katılıyoruz. Öncelikle bu durum İsveç devleti ve toplumu açısından yakışık alır bir husus değil. Yani alınlarında bir kara leke kalıyor. ‘Biz bu işi aydınlatamadık’ demek bir basiretsizlik ve zayıflık durumudur. Bunu İsveç toplumunun sineye çekmesi zordur, daha doğrusu sineye çekme durumu olmamalıdır. Dolayısıyla devletin topluma karşı böyle bir tutumu olamaz. O halde gerçekleri aydınlatmak gerekiyor. Doğru yaklaşılırsa, aydınlatılamayacak bir durum yoktur. Kuşkusuz işler biraz daha zorlaştırılmış, deyim yerindeyse sapa sardırılmıştır ama yine de doğru yaklaşılırsa aydınlatılabilir. İsveç yönetiminin bu konuda sorumluluğu var. Çağrıdan çok biz bir tespit yapmak istiyoruz. Tabi gerçeğin aydınlatılması için PKK’nin ve Kürtlerin her zaman talebi oldu, bu yönde çağrılarda bulunuldu. Şimdi de Kürtlerin durumu aynıdır.

Özür dilemeye gelince kuşkusuz bir özür olabilir. Zaten Kürtler özgürlük mücadelesi yürütüyor derken açıklama yapan Başsavcılık bir tür özür dilemiş gibi yaklaşım gösterdi. Her halde kendisi öyle addediyor. Fakat bizce bu hem yetersiz, hem de çeşitli Kürt kurumlarının bu konudaki talepleri de yetersiz. Yani sorun özür dileyip dilememe sorunu değildir, ortada ciddi zararlar var. Kürt halkının varlık ve özgürlüğünü ilgilendiren, geleceğini ilgilendiren bir durum söz konusu, soykırım altında olan bir halk ve soykırımcı saldırıların en çok geliştiği süreç Palme cinayetinden sonraki süreç oldu.

Palme cinayetinin sonuçları Kürtlere soykırım saldırılarını kat kat arttırdı. Kürtler dil, kültür, tarih, fiziki yaşam olarak bu durumdan ciddi zararlar gördüler. PKK bir öcü gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışıldı. Hiç hak etmediği iftiralara uğradı, ithamlarla yüz yüze geldi. Uluslararası komplo 22 yıldır en temel dayanak olarak Palme cinayetinin etkileri üzerinden yükseliyor. Yoksa o etki ortadan kalksa böyle bir komplonun sürdürülmesi, dolayısıyla İmralı işkence ve tecrit sisteminin sürdürülmesi söz konusu olamaz. Bu bakımdan sorun özür dilemenin çok ötesindedir. Yani Kürtler soykırıma uğratılıyorlar. Soykırım saldırıları gücünü en çok Palme cinayetinden aldı. Kürtler aşırı zarar gördüler. Hala uluslararası komplo bu temelde devam ettiriliyor. Kürt soykırımının sürmesi, Kürt sorununun çözülmemesi, Kürtlerin özgür olmaması Türkiye’de demokratikleşmeyi engelliyor,  faşist diktatörlüğün AKP-MHP faşizmi biçiminde ortaya çıkmasına yol açıyor. Ortadoğu’da demokratikleşmeyi engelliyor. İnsanlığın özgürlüğünü engelliyor.

Kürtler gibi tarihin en kadim halkı yüzyıllık bir soykırım uygulamasına tabi tutulur ve bugün de her türlü soykırımcı yöntemle yürütülen bir saldırıya maruz kalırken dünyanın her hangi başka bir yerinde özgürlük ve demokrasiden söz edilebilir mi! Başka toplumlar özgür ve demokratik yaşıyorlar denebilir mi! Bu mümkün değildir. Bu nasıl dünyadır ki Kürtler gibi tarihin en kadim halkı, 40-50 milyonluk halkı soykırıma uğratılıyor ama başka taraflarında da özgürlük ve demokrasi yaşanıyor! Böyle bir dünya var olamaz. Demokrasi-özgürlük ya her yerde olur ya da hiçbir yerde olmaz. Kürtler soykırıma uğrarken başkaları özgür ve demokratik olamaz. Başka halklar özgür ve demokratik yaşayamaz. Bu çok net bir durum. O bakımdan da Kürt soykırımının devam etmesi, Kürt sorununun özgürlük ve demokrasi temelinde çözülmemesi, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini, insanlığın daha özgür ve demokratik bir yaşama ulaşmasını engellemiştir.

Kısaca bundan herkes zarar gördü, tüm halklar, bütün insanlık zarar gördü. Kadınlar zarar gördü. En çok kadın özgürlük mücadelesi olumsuz zarar gördü. Bu kadar kadına dönük saldırı var. Bu erkek egemen faşist zihniyet tabi Kürtler üzerindeki soykırım uygulamasından besleniyor. Bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur. O bakımdan da sorun bir özürle bitecek bir durum değildir. Başta Kürtlerin ve PKK’nin zararları tazmin edilmelidir. Bu kadar kayba uğratıldılar, zarar gördüler, haksız ithamlara uğradılar. Terör örgütü denerek her türlü saldırıya maruz kaldılar. Şimdi bunlar ortadan kaldırılmalı. İsveç devleti bunu engelleyebilirdi. Olof Palme yaşasaydı buna izin vermezdi. Biz buna yürekten inanıyoruz.

O halde mevcut yöneticiler de Olof Palme’nin yapacaklarını şimdi yapmalıdırlar. Bu nedenle de özürden öteye Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, insanlığın daha çok özgür yaşar hale gelmesi için de Kürtlerin gördüğü zararların tazmin edilmesi lazım. Kürt sorununun çözümünü sonuca götürecek bir yaklaşımın geliştirilmesi gerekli. PKK’nin bir özgürlük hareketi olarak kabul edilip bu temelde Kürdistan özgürlük mücadelesine her bakımdan destek verilmesi gerekir. Şimdiye kadar nasıl faşist soykırımcı zihniyet ve siyaset desteklendi, Kürtler karşıya alındıysa, şimdi bu yaklaşım tersine dönebilmeli. AKP-MHP faşizminin uyguladığı Kürt soykırımına her bakımdan karşı çıkılmalı. İsveç devleti 34 yıllık zararın tazmini olarak böyle bir siyasi yaklaşımın gelişmesinde rol oynamalı, öncülük etmeli.

Bunun dışındaki yaklaşımlar geridir, çok anlamlı değildir. Sorunun özüyle ilgili olmaz. Basit bir hakaret yok ki özür dilerim deyip geçelim. Ağır bir suç vardır. 34 yıldır en ileri düzeyde TC yönetiminin Kürtlere dönük faşist-soykırımcı saldırıları, katliamları desteklenmiştir. 34 yıldır Kürtler ağır soykırıma, katliama uğramışlardır.  Bu nedenle PKK bu kadar hakarete uğramış, zarar görmüş, ilişki ve ittifaklarının önü kapatılır bir durumu yaşamıştır. O halde bunların ortadan kaldırılması, giderilmesi gerekiyor. Ancak böyle bir yaklaşım 34 yıldır yaşanan yanlışları, hataları düzeltici olabilir. Eğer gerçekten yanlış yaptık deniliyorsa İsveç yönetiminin düzeltmeyi bu temelde geliştirmesi gerekir.

PKK hareketi olarak İsveç yönetimine karşı hukuki bir girişiminiz olacak mı?

Zaten hukuki olarak Avrupa sahasında belli bir mücadele yürütüyoruz. Bizim parti yönetimi olarak girişimlerimiz sürüyor. Belçika ve benzeri yerlerde bazı önemli hukuki kararlar da çıktı. Fakat kuşkusuz yetersiz. Bunu daha çok ilerletmek gerekli. Şimdi araştırıyoruz, daha çok neler yapılabilir, hukuki açıdan yapılabilecek şeyler varsa kuşkusuz girişimlerimiz olur ama sorun hukuki yaklaşımlarla çözülebilecek bir sorun değildir. Sorunun ahlaki ve siyasi boyutları çok daha fazla ön plandadır. PKK ve Kütler ahlak ötesi davranışlarla karşı karşıya geldi. Şimdi bu düzeltilmeli.

O halde tersi geliştirilebilmeli. Ağır siyasi-askeri baskı ve katliamlara uğradılar. Bunun da tersi gelişebilmeli. Bu bakımdan tabi ahlaki ve siyasi mücadele çok daha önde geliyor. Vicdanların harekete geçmesi lazım. Bu bakımdan da parti olarak da, diğer Kürt kurumları olarak da gerekli araştırmalar yapılıyor, daha çok da yapılmalı. Varsa hukuki mücadele durumları hiç zaman geçirilmeden gerekenler yapılmalı. Fakat daha çok da Avrupa’daki Kürt toplumumuz; kadınlar, gençler, işçi ve emekçiler bu durumu tersine çevirecek, özgürlük mücadelemizin bu temelde daha güçlü desteklenmesini sağlayacak bir mücadeleyi devletler ve toplumlar nezdinde etkili bir biçimde yürütebilmeliler.

Esas olan siyasi mücadeledir. Avrupa toplumlarının aydınlatılması, partilerle, derneklerle, kadınlarla, derneklerle, kadın-gençlik örgütleriyle ilişkiler kurulup, gerçekler onlara gösterilerek ittifak ve dayanışmaların geliştirilmesi, devletlerin Kürt soykırımı uygulayan AKP-MHP faşizmine verdikleri desteklerin azaltılması, durdurulması yönünde çalışmaların yapılması, bunun yanında Kürt özgürlüğünü, iradesini destekleyen politikaların hâkim hale gelmesi için mücadele edilmesi lazım. Bu da çalışmayla olur. Çeşitli kurumlar, bireyler düzeyinde herkes sorumluluk üstlenmeli. Faşist soykırımcı zihniyet ve siyaseti teşhir eden, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesine desteği arttıran büyük bir çalışmayı her alanda etkin ve aktif bir biçimde mutlaka yapmalıdır. Her Kürt ve her Kürt kurumu kendini bu temelde doğal görevli ve sorumlu olarak görmeli. Koşulların gerektiği çabayı da örgütlü bir biçimde mutlaka yürütmelidir.

Palme cinayeti İsveç’te Kürt özgürlük hareketini suçlamak için atılan ilk adım oldu. Yüzlerce Kürt sorguya alındı, uzun süre gözaltında kaldı ve tutuklandılar. Ardından PKK terörize edildi. İsveç’te başlatılan ‘Kürt avı’ daha sonra Almanya’ya da sıçradı. Bu cinayetten sonra Düsseldorf Davası’nın açılması tesadüf müydü?

Palme cinayeti PKK’nin ve Kürtlerin suçlanması bakımından sadece İsveç’te değil, tüm Avrupa’da baştan itibaren en temel gerekçe oldu. Son derece bilinçli ve planlı bir biçimde böyle yapıldı. Yerel bir olay değildi. Yani olay için, işte Palme cinayeti oldu, Kürt soykırımını yürüten çeşitli güçler bu olaydan yararlanabilmek için PKK’yi ve Kürtleri suçladılar, saldırdılar denemez. Burada PKK’yi ve Kürtleri sorumlu tutup onlara saldırabilmek için Palme cinayetini planlayıp, kararlaştırıp gerçekleştirdiler. Dolayısıyla sadece cinayet değil, cinayetin sonrası da planlanmıştı, bu plan önceden yapılmıştı. Bunun çok iyi bilinmesi lazım. Yani olay oldu da çeşitli güçler ondan yararlanmaya çalıştılar denemez. Gerçek böyle değildir.

Yine bu durum sadece İsveç’te oldu, İsveç Kürtlere dönük baskı uyguladı, suçladı, gözaltına aldı, Kürtlere baskı yaptı, ardından diğer Avrupa ülkelerine yayıldı da denemez. Hem Palme cinayeti Kürt özgürlük mücadelesini suçlamak, dolayısıyla TC soykırımını meşrulaştırmak, onaylamak için kararlaştırılıp yapıldı, hem de baştan itibaren sadece İsveç değil, bütün Avrupa devletleri en az İsveç kadar bu olaya dayanarak PKK’ye ve Kürtlere dönük baskı uyguladılar, saldırı yürüttüler. Örneğin Almanya İsveç’ten çok daha fazla PKK’ye ve Kürtlere saldırdı. Daha çok tutuklamalar yaptı. Bu gerçeği kesinlikle bilmek lazım.

Diğeri yaklaşım yanlıştır. Palme olayı o kadar basit bir olay değildir. Yerel bir olay da değildir. Başka amaçlarla gerçekleşti de Kürtleri suçlamak için birileri bundan faydalandı da değil. Baştan itibaren küresel özellikleri olan, Avrupa düzeyinde planlanan, kararlaştırılan ve Türk soykırımını desteklemek ve Kürt Özgürlük Mücadelesini suçlamak için planlanıp yapılan bir katliamdır. En azından karar ve planlamanın bir boyutu budur. Bu düzeyde Türk Kontrgerillası ve MİT’i Palme cinayetinin içindedir. Diğer güçler de vardır. Farklı gladio kesimleri de bu işin içindedir. Doğru onların amaçları siyasi-ekonomik bakımdan farklıdır ama bütün bunlar uzlaştırılarak bu cinayet işlenmiştir. Yani tek boyutlu değil, dolayısıyla daha baştan itibaren Kürtleri, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini suçlayabilmek, terörize edebilmek, bu mücadeleye dış desteği kesebilmek, özellikle Avrupa’da ilişki geliştirip destek almasını önleyebilmek için bu cinayet işlendi. Palme gibi bir cinayete karışmış bir örgüte kim destek verebilirdi. Kim ilişki geliştirebilirdi. Kimse selam bile vermezdi. Nitekim öyle de oldu. Palme cinayetine dayanılarak PKK’ye karşı, Kürtlere ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı Avrupa’da ve dünyanın her bir yanında çok ağır bir izolasyon uygulandı. Bunlar bilinen gerçekler.

Geliştiği süreç şöyle formüle edilebilir: 15 Ağustos Atılımını Kenan Evren Cuntası ‘üç-beş çapulcunun hareketi’ olarak tanımlamıştı. Bu biliniyor. Basında da vardır. 1984 güz sürecinde bizzat Kenan Evren komutasında yürütülen saldırılarla bu sözde üç-beş çapulcu yok edilmek istendi. Fakat başarısız kaldılar. Tam tersine gerilla üç ayda altmış civarı askeri eylem yaptı. Bizzat Şemdinli’ye gelip geri dönen Kenan Evren’in askeri konvoyunu bile gerillalar vurdu, Kenan Evren’in korumalarını öldürdüler. Türk ordusu gerilla karşısında bu kadar başarısız kaldı. Bunun üzerine 1985’te TC devleti PKK sorununu NATO’ya götürdü. NATO’nun 5. Maddesinin işletilmesini istedi. Bu 5. Madde şuydu: ‘Her hangi bir NATO üyesine saldırı olursa diğer üyelere de saldırı olmuş sayılır, dolayısıyla saldırıya uğrayan üyeyi korumak için diğer üyeler de savaşa girerler, saldırıya uğrayanı desteklerler, korurlar.’ İşte TC devleti NATO’dan bu maddenin PKK’ye karşı işletilmesini istedi. NATO bunu görüştü ve kabul etti.

1985’ten itibaren PKK’ye karşı yürütülen savaşı her bakımdan NATO örgütledi, planladı ve yürüttü. TC devletinin yaptıklarının hepsi de en üstte NATO tarafından onay gördü. TC devleti oradan onaylanamayan hiçbir hareketi uygulayamaz hale geldi. Bütün özel savaş süreçlerini hep NATO’ya dayalı olarak geliştirdi. Bunu bilmemiz lazım. NATO özel savaşının ekonomik-siyasi-kültürel-ideolojik saldırıları olduğu gibi Palme cinayeti gibi hukuku da devreye koyan psikolojik saldırıları da oldu. Bu da en az diğer alanlarda yürütülen savaş kadar Kürt Özgürlük Hareketi üzerinde etkili olan bir savaş oldu. Nitekim PKK’nin başlattığı gerilla mücadelesinin NATO’da görüşülmesi ardından 28 Şubat 1986’da Palme cinayeti işlendi. Palme cinayeti işlendiğinde Kürt sorunu, PKK’nin başlattığı gerilla mücadelesi ve PKK’ye karşı mücadele NATO’nun gündemindeydi. NATO bunu görüşmüş ve karara bağlamıştı. Palme cinayeti böyle bir süreçte gerçekleşti. Ardından 1986 Haziranında Avrupa devletlerinin bütün istihbarat devletleri ortak bir toplantı yaptılar, PKK sorununu görüştüler, PKK’ye karşı ortak bir kovuşturma ve soruşturma başlatma kararı aldılar. Bu temelde PKK Avrupa düzeyinde soruşturmaya alındı. Topladıkları bilgileri birleştirdiler, Alman devletine verdiler ve bu bilgiler üzerinden Alman devleti de bilinen Düsseldorf davasını başlattı.

Düsseldorf davası böyle bir sürecin sonunda gelişti. Bilgiler toplandı, kararlar alındı. 1988 Şubatından itibaren Avrupa’daki PKK yönetimini tutuklamayı öngören süreç başlatıldı. Şu veya bu kişiye dönük bir tutuklama değildi, Avrupa’daki PKK Yönetimini tutuklamayı öngören bir dava olayıydı. Karar böyle alınmıştı. Tutuklamalar olmadan önce biz bu bilgiyi almıştık. Bazı çevreler bize Avrupa’daki merkezi yönetimimizin tutuklanacağı, bu yönlü karar olduğu, dava açıldığı bilgisini verdiler. Bunu da ifade edelim. Artık kimin tutuklama kararı verdiğini burada çok fazla ifade etmeye gerek yoktur.

Bu nedenlerle Düsseldorf davasının bir tesadüf ya da bu süreçten bağımsız ele alınması mümkün değildir, hepsi birbirine paralel gelişti. Aslında Papa suikastinden başladı, 15 Ağustos ardından 1985’te NATO devreye girdi, Palme cinayeti işlendi. Ona dayanılarak PKK kovuşturması başlatıldı. 1988 başından itibaren Düsseldorf davası diye bilinen tutuklama süreci geliştirildi. 1998 sonu, 99 başında Önder Apo’nun Avrupa’ya sokulmaması, Roma’dan çıkartılmasında da bu süreç rol oynadı. Almanya, Fransa Önder Apo’ya kapılarını kapattılar. İstenmeyen kişi ilan ettiler. Bütün dayanakları da Palme cinayetiyle birlikte gelişen süreçti.

Halen komplo bu temelde devam ediyor. Uluslararası komplo da en çok bu cinayete dayandırılarak geliştirildi. Hala buna dayanılarak sürdürülüyor. Onun için biz neden sadece özür dilenmesiyle yetinelim. Uluslararası komplo ortadan kaldırılmalı, İmralı işkence ve tecrit sistemine son verilmeli. Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşulları sağlanmalı. Eğer verilen zararlar tazmin edilecekse ancak bunlar yapılarak tazmin edilebilir.

Düsseldorf davasında yargılanan biri olarak, NATO’nun bu davada net bir şekilde devreye girdiğini söylemek mümkün mü?

NATO zaten başından beri olayların içinde olan bir kurumdu. Şunu iyi bilmek lazım: 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesi bir NATO darbesidir. Türk Genelkurmayı NATO’dan aldığı izin ve destek temelinde 12 Eylül darbesini yaptı ve Türkiye’de yönetime el koydu. 12 Eylül 1980 darbesinin ortaya çıkardığı faşist-askeri rejimin bütün uygulamaları NATO desteğinde ve onaylamalarıyla gerçekleşti. 1985’te NATO’nun 5. Maddesini işletmek üzere TC devleti bizzat NATO’ya başvurdu ve bunu kabul ettirdi. Ondan sonra PKK’ye karşı savaşı en üst düzeyde NATO Kurumu üstlendi ve yürüttü. Dolayısıyla PKK’ye karşı yürütülen savaşın çok önemli bir parçası olan Düsseldorf davasının da arkasında NATO’nun olduğundan kuşku duymak bile anlamsızdır. Bunu tartışma konusu yapmanın bile çok fazla bir anlamı yoktur. Davanın Almanya’da açılıp yürütülmüş olmasına bakarak işte bir devlet yapmış, NATO ya da diğer devletler bunun içinde değildir diye düşünmemek gerekir. Bir defa kovuşturma bütün Avrupa devletleri tarafından ortak yürütüldü. Hepsinin elde ettiği bilgiler Almanya’da toplandı.

Diğer yandan örneğin İsveç devleti ve polisi de Alman devleti ve polisi kadar Düsseldorf davasının savcılık makamındaydı. Gelip mahkemelere katıldılar. İtirafçı tanık tuttular, onları beslediler. Davayı PKK’nin aleyhine sonuçlandırabilmek için Palme cinayetiyle PKK’yi ilişkilendirebilmek için insanlara yalan söylettiler. Para verip ajan yaparak ‘itirafçı tanık’ adı altında davada kullanmaya çalıştılar. Ali Çetiner kişiliği nerededir, araştırılabilir. Hala İsveç onu besliyor. Niye besliyor? Araştırılsın, Ali Çetiner kimdir, neredir, kim besliyor? Fakat bütün bunlara rağmen Düsseldorf davasında Palme cinayetine ilişkin en küçük bir iz bulamadılar. Öyle Düsseldorf iddianamesinde de yazılanlarla dava sürmedi, o davanın esas iddianamesi Palme cinayetiydi. Aylarca Palme cinayetiyle bir ilişki var mı diye başta Alman ve İsveç istihbaratı olmak üzere Avrupa’nın bütün istihbaratı yoğun bir çalışma yürüttü. Her türlü şeyi araştırdılar ama en küçük bir iz dahi bulamadılar. Eğer bulabilselerdi mahkemenin seyri zaten çok farklı işlerdi. Dolayısıyla PKK’nin ve Kürtlerin Palme cinayetiyle her hangi bir ilişkilerinin olmadığı Düsseldorf davasında netleşmişti. Fakat sonuçlarını bu temelde değerlendiremedik, yeterince işleyemedik, aydınlatamadık.

Şimdi, peki niye dava Almanya’da oldu da diğer başka bir devlet de, Fransa’da ya da İsveç’te olmadı. Şunun için: o zaman NATO’nun Türkiye masası Almanya’daydı. 12 Eylül faşist-askeri darbesi Almanya’daki NATO masası tarafından kararlaştırılmış, planlanmış, uygulanmaya konmuştu, yürütülmüştü. 12 Eylül cuntasının uygulamaları Almanya’dan yönetiliyordu. Ankara’da bir yönetim varsa onun ikinci ve üst yönetimi Almanya’daydı. Bunun için dava Almanya’da açıldı. Almanya bu işlerden bu düzeyde sorumlu olduğu için böyle bir sorumluluğun gereği olarak söz konusu davayı da yürütmesini istediler. Bu nedenle davayı Almanya’da açtılar. Davanın Almanya’da olması, Almanya’nın davası olduğu anlamına gelmez, tam tersine esas NATO davası olduğunu kanıtlar. Çünkü NATO’nun Türkiye masası Almanya’daydı.

Sizce 93’te ilan edilen ve hala süren PKK yasağının Düsseldorf davasından sonra alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya Federal Meclisi’nin 1993 Kasımında aldığı PKK’yi yasaklama kararı Düsseldorf davasından sonra alınmadı. Tam tersine dava içinde, davanın bir gereği ve bir parçası olarak alındı. Bunun da çok iyi bilinmesi lazım. Aslında o şatafatlı mahkemelerde sonuca götürülemeyen Düsseldorf davası Federal Meclis’in PKK yasağı kararına dayanılarak sonuca götürülmek istendi. İşin kuşkusuz bir de bu boyutu var ve bu boyutun bilinmesi de çok büyük önem taşıyor.

Nasıl? Çünkü çok temelsiz bir davaydı. Birçok arkadaş haksız yere, hiçbir olayla ilişkisi olmadan tutuklanmıştı. Umutları itirafçı olacakları yönündeydi, itirafçı yaparız diyorlardı. Yine bunun olmaması durumunda Palme olayıyla, ya da başka bir olayla ilişkilendirmeyi hesap ediyorlardı. Fakat 6 yıl uğraşmalarına rağmen bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. 40 bin sayfalık belgeli mahkeme, tutuklayıp 6 yıl cezaevine koymuş olduğu insanlara Alman yasalarına göre ceza veremez duruma düştü. Mahkeme 6 yıldır her ay tutuklu kalmaları yönünde karar veriyordu.  Bu durumda mahkeme suçlu duruma düşecekti. Madem bu kadar suç ithamları zayıftır o halde neden bu insanları bu kadar süredir tutukladınız diye kendileri suçlanacaktı. Yasalara göre suçlu olup ceza yemek durumunda kalacaklardı.

Bunlar gerçekleştikten sonra mahkemede ilginç şeyler yaşandı. Mahkeme heyeti, savcılığın da bilgisi dâhilinde avukatlar üzerinden anlaşmalı çözüm amacıyla bizimle görüşme yapmak istedi. Mahkeme heyetiyle mahkeme salonun altındaki odalarda avukatların da bulunduğu bir toplantı yaptık. Bizden şu talepte bulundular: ‘Kendinize birer suç kabul edin, biz de ona göre bir hukuki ceza verelim, ondan sonra sizi tahliye edelim. Dava uzadı fakat size hukuk açısından ceza veremiyoruz. Ceza vermezsek de bırakamayız. Biz suçlu durumuna düşüyoruz’ dediler. Biz bu talebi ret ettik. ‘Bizim her hangi bir suçumuz yoktur, niye işlemediğimiz bir suçu kabul edelim. Kim suç işlemişse cezasını o görsün’ dedik. Siz bizi tutuklayarak suç işlemişseniz kuşkusuz cezasını göreceksiniz. Bunun üzerine Düsseldorf mahkemesi tıkandı, karar veremez hale geldi.

İşte o zaman Federal Meclis devreye girdi. 1993 Kasımında Federal Meclis’in verdiği PKK yasağı kararı Düsseldorf mahkemesinin yaşadığı bu hukuki tıkanıklığı aşmak içindi. Meclis PKK’yi suç örgütü olarak kabul etti. PKK’yi yasakladı. Düsseldorf Mahkemesi de Federal Meclis’in bu kararına dayanarak bizlere ceza verdi. Bunun üzerine her birimize suç örgütü üyesi olmaktan cezalar verdiler. Verilen cezayı zaten fazlasıyla yattığımız için de bizi tahliye ettiler.

Eğer Federal Meclis PKK yasağı kararı almamış olsaydı Düsseldorf mahkemesi bize ceza veremeyecekti. Dolayısıyla kendisi suçlu duruma düşecek, kendileri hakkında dava açılacaktı. İş bu kadar açık yürüdü. PKK’ye dönük Düsseldorf Mahkeme’sinin hukuki çerçevesi bu kadar tutarsızdı. 1993 Kasımında alınan kararı 1988’de verilen karara uyguladılar. Oysaki hukuki açıdan daha önce vuku bulmuş şeylere bunu uygulanması mümkün değildi. Ama onu da kitabına uydurup, kılıfını buldular. Böylece Düsseldorf Mahkemesi hukuk açısından karar verebildi. Tabi biz sonuçları AİHM’e götürdük, AİHM bozdu, Düsseldorf mahkemesini suçlu buldu.

Alman hukukunda adalet yoktur, beraat yoktur. Davalara içerik olarak bakılmıyor, her şey usulendir. Yani devlet adına memurlar, hâkimler, savcılar bir şeyler yapmışlarsa ne yaparlarsa yapsınlar haklı sayılıyorlar. Onları suç işlemiş olarak gösterecek her hangi bir tutum geliştirilmiyor. Bunu biz Düsseldorf yargılamalarında çok net bir biçimde gördük. Bu bakımdan Kasım 93’teki PKK yasağı Düsseldorf davasının ve kararlarının sonucunda, onlara dayanılarak alınmadı. Aslında Düsseldorf davasını, mahkemeyi hukuki sonuca götürebilmek için siyasi karar olarak ortaya çıktı. Düsseldorf’taki Mahkeme Federal Meclis’in siyasi kararına dayanarak hukuki karar verip bizlere sözde ceza kesti. Bunu böyle görmek ve anlamak gerekiyor.

Almanya neden hala PKK yasağını sürdürüyor?

PKK yasağı siyasi bir karardır. Federal Meclis vermiştir. Bir siyasi değerlendirme ve tartışma sonucunda bu kararı aldılar ve bu kararı hala devam ettiriyorlar. Neden? Çünkü siyasetleri öyle. Mevcut Alman devletine hâkim olan siyaset hala Kürtlere dönük TC’nin soykırımını destekliyor, onaylıyor, Kürt sorunun çözümünden yana değil, Kürtlerin özgür olmasını kabul etmiyor. Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini desteklemiyor. Tersine Kürt soykırımını destekliyor. Hâkim siyaset hala böyledir.

Tabi Almanya’da bunun tersini düşünenler, TC soykırımına karşı çıkanlar, Kürtlerin varlık ve özgürlük mücadelesini destekleyenler de var. Böyle siyasi çevreler, kadın ve gençlik örgütleri, devrimci-demokratik güçler çoktur. Onlar da önemli bir çaba harcıyorlar ama devlete hâkim olan çoğunluk, siyaset hala TC’nin uyguladığı soykırım zihniyetini ve siyasetini destekliyor. Ondan yanadır. Kürt varlık ve özgürlüğüne karşıdır. Dolayısıyla Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini yürüttüğü için PKK’ye karşıdır, PKK’nin gelişmesini istemiyor, PKK yasağını bunun için sürdürüyor. Aslında şimdiye kadar bunu böyle savunup bu temelde bir sürü suç işlemişler, hata yapmışlar, TC’nin soykırım suçuna ortak olmuşlar. Şimdi özeleştiri verme, işlenen suçu tazmin etme, kendini düzeltme gücünü gösteremiyorlar. Yahudi soykırımı karşısında bir düzeltme tutumu Almanya izliyor. Onu görüyoruz. Öyle bir geleneği kendi içinde geliştirmeye çalışıyor ama bütün bunları Ermeni, Kürt, Asuri-Süryani, Rum soykırımın da tam yürüttüğü söylenemez.

Aslında en az Yahudi soykırımı kadar Alman Devleti’nin Osmanlı ve TC yönetimlerinin uyguladığı Kürt, Ermeni, Asuri-Süryani ve Rum soykırımlarına verdikleri destekten dolayı da özür dilemesi, özeleştiri vermesi, anlayış ve siyaset düzeltmesi yapması gerekiyor. Fakat henüz bunu yapmıyorlar. Böyle bir zihniyet ve siyaset değişimini yaşamıyorlar. Çıkarlarını TC’nin yürüttüğü Kürt soykırımı zihniyeti ve siyasetine destek olmakta görüyorlar. Şuanda kendileri ona daha fazla yakındırlar ve bu siyaseti yürütüyorlar. PKK yasağı bunun için sürdürülüyor.

Bu faşist soykırımcı zihniyete ve siyasete yakın olan zihniyet ve siyaset aşılmadıkça Almanya’da mevcut durum sürecektir. Ama giderek bilinçlenme, TC soykırımına destek veren zihniyet ve siyasetin aşılması yönündedir. Umut ediyoruz yakın gelecekte bu çok daha fazla öne çıkacak ve Almanya’da tutum değişikliği gerçekleşecektir. PKK yasağını kaldırmaya dönük girişim ve tutum ortaya çıkacaktır. Kuşkusuz bu öyle basit bir biçimde olmayacaktır. Bir özür dilemekle de sonuçlanmayacaktır. En az İsveç kadar Almanya da bu geçen 40 yıllık süre içerisinde Kürt varlık ve özgürlük mücadelesine zarar verdi, karşı çıktı. Dolayısıyla en az İsveç kadar Kürtlere verilen cezanın tazmin edilmesi lazım, karşılanması, düzeltilmesi gerekiyor. Almanya’nın verdiği zarar İsveç’ten daha az değildir, hatta daha fazladır. Çünkü TC’nin Kürt soykırımını desteklemede, PKK’nin yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesine karşı çıkmada Alman Devleti Avrupa devletlerine öncülük etmiştir. Bunu herkes biliyor. O halde herkesten daha çok Alman Devleti sorumludur. Soykırımdan ve faşizmden yana olmuştur, Kürt varlık ve özgürlüğüne zarar vermiştir. O halde bu zihniyet ve siyasetin değişmesi, şimdiye kadar verilen zararın da tazmin edilmesini gerektirecektir.