Çiller’den Erdoğan’a gayri nizami harp, mafya ve savaş rantı

Kürt Özgürlük mücadelesine karşı oluşturulan özel savaş konseptinin sadece Kürtlere zarar vermediğini, akrep misali kendi toplumunu da zehirlediğini söyleyen Ehmed Pelda, bu savaşın hangi güçler üzerinden geliştirilip nasıl finanse edildiğini anlattı.

Çiller hükümeti döneminde de Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı yürütülen kirli savaş nedeniyle Türkiye’nin ciddi ekonomik krizler yaşadığına dikkat çeken Ehmed Pelda, “Kürdistan’daki toplumsal direniş karşısında savaşı sürdürecek güce sahip değildi. Ancak uyuşturucu ticaretinin yollarını ele geçirerek bizzat Afganistan’dan Avrupa’ya kadar olan hatta uyuşturucu tedariki, taşımacılığı ve pazarlamasını yaptılar. Avrupa yanı sıra iç piyasada da satıp gençleri pençelerine aldılar” dedi.

Ehmed Pelda, Erdoğan iktidarı döneminde mevcut gayri nizami harp güçlerinin korunduğunu fakat hem içeride, hem de dışarıda yandaşlarla askeri yapılanmanın da değiştirildiğini belirterek, “Öncelikle Polis sayısını arttırdı. Örneğin 2021 yılı itibariyle Emniyet Genel Müdürlüğüne bağı 328 bin 719 personel görev yapmaktadır. Mevcut ordu ile neredeyse eş sayıya ulaşan bu güçlerin tek görevi toplum üzerinde baskı kurmaktır” diye konuştu.

Türkiye Kürt Özgürlük hareketinin çıkış ve gelişim sürecinde Kürtlere karşı asimilasyon ve savaş da dahil olmak üzere çok yönlü bir yönelim içindeydi. Bu süreçte Türk ordusunun yapısında da bazı değişikliklere gidildiğini, çeteleşmenin askeriye ve siyasete daha fazla nüfuz ettiğini görüyoruz. Sizin bu konuda yoğunlaşmalarınız var, bu süreçleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

PKK’ye karşı savaşta klasik orduya ek olarak bazı güçler oluşturuldu. Ek güçler oluşturmanın ilk tohumları Özal döneminde atıldı. Bu yıllarda PKK’ye karşı kullanılmak üzere özel tim ve köy koruculuğu sistemi kuruldu. Özel tim sisteminin kurulmasıyla askeriye bilinen sistemin dışına çıktı, koruculuk sistemi ile toplumun militaristleşmesi süreci başlatıldı. Yani görevi ülkeyi dış saldırılara karşı savunmak olan, bunun dışında kışladan dışarıya çıkmaması gereken ordu, aynı zamanda ülkede, 20 yaşındaki erkeklerin askere alınmasıyla temellenmişti. Askeri yöneticiler ise bürokratik sistemin gereklerine göre maaş almakta ve kendi tüzükleri ve yönetmeliklerine göre bir askeri hiyerarşiye sahiptiler.

Buna karşılık Özel Tim profesyonel askerlik yapan, maaş ve her operasyon başına da prim alan, askeri hiyerarşi dışında nizami ve gayri nizami harp tekniği kullanan birimlerdi. Yine askerin esas görevi olan ülkenin dış savunması yerine içeride sözde "terörle mücadele" adı altında halka müdahale, silahlı güçlere karşı mücadele etmek üzerine kurgulanmışlardı. Klasik askeri hiyerarşiye sahip olmadıkları için ticaret, ekonomik aktivitelerle de uğraşabiliyorlardı. Dolayısıyla haraç alma babında iş dünyasına, çek senet mafyasına, ardından uyuşturucu ticaret şebekelerine, mala çökme, sivil insanları infaz etme, toplumda ekonomik, politik, sosyal karşılığı olan insanları tehdit etmek ya da öldürmek gibi olaylara karıştılar. Çiller-Ağar-Güreş yönetiminde özel timler, korucular, itirafçılar güçlerinin zirvesine ulaştılar. Bunlara JİTEM ve muhbir ağını da eklemek gerekir.

AFGANİSTAN’DAN AVRUPA’YA KADAR UYUŞTURUCU TİCARETİ YAPTILAR

Özellikle de korucularla çalışmakta, onları ilk kuruluş yasaların dışındaki sınırlarına çıkararak operasyonlara, mafyatik çıkarlarına alet etme, hatta birlikte çalışma, çete oluşturma yoluna gitmekteydiler. Zamanla bunlara JİTEM'in askeri birlikleri, yerel istihbarat ağı, muhbirler, MİT'in birimleri ve itirafçılar da eklendi. Artık sözde ülkeyi savunmak, “terörle” mücadele etmek yerine daha ziyade halk için tehdit olmuş, uyguladıkları gayri nizami şiddetle tehdit oluşturmakta, bu güçlerini de çıkar grupları için kullanmaktaydılar.

Çiller hükümeti döneminde de Türkiye ciddi ekonomik krizler yaşadı. Kürdistan’daki toplumsal direniş karşısında savaşı sürdürecek güce sahip değildi. Ancak uyuşturucu ticaretinin yollarını ele geçirerek bizzat Afganistan’dan Avrupa’ya kadar olan hatta uyuşturucu tedariki, taşımacılığı ve pazarlamasını yaptılar. Avrupa'nın yanı sıra iç piyasada da satıp gençleri pençelerine aldılar. Zaten Susurluk olayı olarak bilinen bir arabanın, kamyonun altına girmesiyle ortaya çıkan manzara TC’nin kirli savaşı ve örgütlenme tarzını ortaya koyuyordu. İçinde Kürdistan’daki önemli aşiretlerden birinin mensubu, ağası, milletvekili vardı.

TÜRK DEVLETİ SAVAŞA HARCADIĞI BÜTÇEYİ HER ZAMAN GİZLEDİ

90’lı yıllarda PKK ile Türk ordusu arasındaki savaş tırmandı. Bu süreçte hem PKK’ye dönük Kuzey Kürdistan ve Güney Kürdistan'da yürütülen operasyonlar, hem de devletin çeteleri, timleri, karanlık elemanları yoluyla Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli bir savaş var. Yine 2000’li yıllarda da dönem dönem ara verilse de geçmişi de aşan bir tarzda savaş yürütüldü, yürütülüyor. Bu durum savaş bütçesi ve ekonomiyi nasıl etkiledi?

Türkiye 90’lı ve 2000’li yıllar boyunca büyük bir askeri maliyete katlanmak zorunda kaldı. Klasik askeri yapı sürmekteydi. Askerlerin yiyecek, lojistik, silah, araç vb. donanımı devlet tarafından karşılanmaktaydı. Ancak savunma bütçesi hiçbir zaman gerçek ağırlığıyla yansıtılmadı. Çünkü reel olarak yansıtılacak bütçe ülkenin mali yönden kaynaklarının büyük bölümünün savaşa yansıtıldığını, Kürtlere karşı kullanıldığını teşhir edecekti. Türkiye savaşta kaybettiği asker sayısını nasıl gizliyorsa, mali boyutu da gizliyor.

Yıllık bütçede rutin giderler gösterilir. Örneğin er ve erbaşların kıyafet, silah, lojistik yiyecek giderleri. Aylık ücretleri ve rutin silah harcamaları gösterilir. Ama mesela operasyonların maliyetleri gerçek anlamda yansıtılmaz. Çünkü askerin ne kadar mobilize olduğu, savaş uçaklarının her uçuşta yarattığı maliyet, zırhlı araçların mobilizasyonu ile ortaya çıkan maliyet başlı başına giderlerdir. Ayrıca JİTEM birimleri, özel timleri, korucuları, muhbirleri ve rütbelileri operasyonlara gönderebilmek için devlet sürekli prim ve ek harcamalar yapmaktaydı. Bu harcamalar çok ciddi rakamlara varmaktadır. Bazen bu savaş güçleri ve askerler formalite operasyonlar yaparak, ya da kayıtlarda göstererek büyük paralar çarpmaktaydı. Ayrıca gerilla bölgelerine yönelmek yerine, sivil halka yönelmekte, sivil toplum kurumlarına, siyasetçilere, halk önderlerine yönelmekte, tehdit etmekte ama bu yönelimlerini de gerillaya yönelik gerçekleştirmiş gibi bütçeye yansıtmaktaydılar.

Özal, Çiller ve Erdoğan bu tür giderleri başbakanlığın özel kullanımına açılan bütçeden, yani örtülü ödenekten karşılandı. Bu örtülü ödenek yasalara göre açıklanmaz ve başbakanın inisiyatifindedir. Normalde sembolik olması gereken bu rakam bütçe de oldukça büyük bir rakama ulaşmaktaydı.

ÖRTÜLÜ ÖDENEĞE EK OLARAK 20 ÜZERİ FON DAHA OLUŞTURULDU

Peki bu örtülü ödenek, hem PKK’ye, hem de Kürtlere karşı her türlü kirli mekanizmayla yürütülen bu savaşı finanse etmeye yeterli midir?

Tabi ki yetmiyordu, çünkü Kürdistan’daki savaşın maliyeti oldukça yüksekti. Normal bütçe, narko ekonomi (uyuşturucu, mafya ve kayıt dışı ekonomi) gelirleri de tatmin etmiyor, yetmiyordu. Bundan dolayı savunma sanayini destekleyen doğrudan ve dolaylı 20 fon oluşturulmuştu. Bu fonlar bütçenin başka kalemlerinden karşılanmaktaydı. Mesela imar bakanlığı bünyesinde oluşturulan bir fon askeri kışlaların modernizasyonu için kullanılıyordu. İnsanlar basit bürokratik işlerini yaparken bağış adı altında savunma sanayine ödeme yapmak zorundaydı. Sigara fiyatlarının bir bölümü savunma sanayi fonuna aktarılmaktaydı. Yani bu şekliyle değişken olmakla birlikte 20’nin üzerinde fon mevcut.

Yine sanayi bakanlığı ve imalatla ilgili olan bakanlıkların bütçelerinin bir bölümü de yine savaş bütçesi için kullanılmaktaydı. Mesela Kırıkkale’de Aselsan'ın maliyetleri, mermiden tanka, zırhlı araçlardan F-16’ların alım, bakım ve kullanım maliyetleri vb gibi giderler savunma bakanlığı bütçesinde değil Sanayi ile ilgili bakanlık olmak üzere birçok bakanlığa ve kuruma dağıtılmıştı.

Özetlersek 90’lı ve 2000’li yıllarda Kürtlere karşı sürdürülen savaşın maliyeti ekonominin ve toplumun tüm alanlarına yayılmış, ülke bütçesi savaş bütçesine dönüştürülmüştü. Bu süreç ANAP, DYP, Refah, DSP, CHP’nin içinde olduğu koalisyon partilerini ve dönemin siyasetini tamamen çökertti. Krizden krize giren Türkiye en büyük tavizi Avrupa ile Gümrük birliğinde vermiş, Avrupa’nın açık pazarı haline gelmiştir. Yine son olarak ANASOL-D hükümetinin 2001’de içine girdiği derin krizle IMF’ye tamamen teslimiyet söz konusu. IMF özellikle savaş bütçesine müdahale etti. Fonları kaldırdı, kayıt dışı ticaret yapan, usulsüzlük ve kayırmanın kaynağı olan bankaları kapattı.

Bakanlıkların bütçelerinin normale dönmesi ve örtülü ödeneğin sınırlandırılmasını istedi. Normalde işçinin emekçinin aleyhine faaliyet gösteren IMF’nin bu reçetesi göstermektedir ki TC’nin halkı sömürüsü, savaşı zorlaması daha beter durumdadır. Normal ekonomik sisteme geçmek, zamanında Öcalan’ın başlattığı demokratik cumhuriyet projesinin değerlendirilmesi ve siyasal çözümün geliştirilmesi mümkünken buna yanaşmayan dönemin siyasi yapası da tamamen tasfiye olmaktan kurtulamadılar.

SİLAH SANAYİSİNDEKİ DEĞİŞİMLE YANDAŞLAR ZENGİNLEŞTİRİLDİ

Peki 19 yıllık AKP-Erdoğan iktidarı sürecinde savaş her zamankinden daha fazla tırmandırılırken, toplumun nefes alamaz duruma getirildiğini görüyoruz. Bu süreci özellikle de AKP-MHP hükümeti sürecini siyaset, mafya, çete, ordu bağlamında “80’li ve “90’lı yıllardaki gibi ele alabilir miyiz?

Erdoğan döneminde mevcut yapılar korunduğu gibi daha farklı olan birimler de eklendi. Elbet bu hemen gerçekleşmedi. İktidarının ilk yıllarında yıpratıcı bir savaş yoktu. Yine AB ile uyum ilişkilerine önem vermesi nedeniyle “AB uyum programı” çerçevesinde tarımdan sanayiye, hizmet sektöründen bürokratik yapılanmaya kadar birçok faaliyet için destek fonları aldı. Bunu halka yayarak toplumsal tabanını da güçlendirdi. İktidardaki pozisyonunu güçlendirmeye paralel olarak Erdoğan ekonomide de yandaşlarına dayalı sermayeyi güçlendirici çalışmalar yaptı. İnşaat sektöründe yandaş firmaların ihalelerdeki iltiması ve yükselişi biliniyor.

Aynı şekilde savunma sanayini destekleme anlamında da yandaşlarını öne çıkaracak yatırımlara gitti. Zırhlı araçlar, tank tamiri ve bakımı sonrasında da imalatı, yedek parça, küçük ölçekli askeri silah donanımları ile başlayan üretim özel sektör eliyle yapıldı. Fiili olarak ürün alım garantisi verilerek hepsi devletin bütçesinden ödeneklerle finanse edilerek orduya aktarıldı. Zamanla damadı ve yakınlarına ait işletmeler eliyle hava savunma sanayine yöneldi. İlk elde dış piyasada parçalar alınarak Türkiye’de montajla birleştirilip kullanıldı. Zamanla Know-How seviyesini yani tecrübe ve birikimini geliştirerek, bazı parçaları da kendisi üreterek teknik üretimde kendi modellerini yaratmayı başardı. Özellikle İHA ve SİHA, Tank, Zırhlı Araç, Helikopter imalatında motor ve hassas bazı parçalar hariç tüm donanımı üretebilmektedir. Hakeza bunların kullandığı mermi, top, füzeler de Türkiye’de üretilmektedir.

Mesela 2007 yılında İsrail’den alınan İHA’larla sadece keşif yapılabilirken birkaç yıl sonrasında kendileri üretime geçti. Son 5 yılda sürekli gözetleme ve aynı zamanda silah kullanarak saldırı pozisyonuna geçtiler. Yanı sıra askeri birliklerin mobilizasyonu için zırhlı araç, helikopter yoğun kullanılmakta ve bunların güvenliği için füze ve top bombardımanları, SİHA'lar ve F-16’lar yoğun kullanılmaktadır. Askerlerin mobilizasyonu oldukça hızlandırılmıştır. İndirme yapma kabiliyeti gibi, ihtiyaç duyulduğunda hızla alan boşaltıp kaçma imkanına da sahipler. Teknolojik gelişimin yanı sıra sermaye olarak da yandaşlarını öne çıkaran Erdoğan nerdeyse bütün bütçe olanaklarını bir kesim için kullandırdı.

YANDAŞLARLA YEDEK GÜÇLER KURDU

Hem içeride, hem de dışarıda askeri yapılanmayı da değiştirdi. Öncelikle Polis sayısını arttırdı. Örneğin 2021 yılı itibariyle Emniyet Genel Müdürlüğüne bağı 328 bin 719 personel görev yapmaktadır. Mevcut ordu ile nerdeyse eş sayıya ulaşan bu güçlerin tek görevi toplum üzerinde baskı kurmaktır. Sayıdaki bu hızlı artış Gezi direnişiyle birlikte söz konusu olmuştur. Hem Orduyu dengelemek, hem de toplumsal muhalefeti bastırmak için bu yol tercih edilmiştir. Yetmezmiş gibi bekçilik sistemi de geliştirildi. Yeni olan bu birimin 2021 sayısı 29 bin 199 olarak bildirilmiştir ve her geçen yıl sayı hızla arttırılmaktadır. Ceza ve tutuk evlerinde yer alan gardiyanlar, üniversitelerin, çeşitli kamu kuruluşlarının, özel firmaların koruma güvenlik birimleri 100 binleri bulmaktadır.

Milli İstihbarat Teşkilatı'na da önem veren burada yandaşlar üzerine de kadrolaşan Erdoğan sadece istihbarat değil, içeride ve dışarıda faaliyet göstermek üzere operasyonel birimlerde oluşturmuştur. Profesyonel çalışan personeli, yurt dışı ve içindeki muhbir ve ajan ağı, araç ve teknoloji donanımı sayesinde Türkiye yanı sıra Ortadoğu ve Avrupa’da da örgütlüdür. Camiler, dernekler, vakıflar, işveren kuruluşlarındaki personeller üzerinden Avrupa'nın yanı sıra Ortadoğu’da sürekli yayılmakta, genişlemektedir ki, ilgisi olmayan çoğu kurum ve birim de pozisyonu ve ilişki ağları itibarıyla bu kuruma fiilen hizmet etmektedir.

PARAMİLİTER ÖRGÜTLENMEYE AĞIRLIK VERDİ

Erdoğan paramiliter örgütlenmeye de ağırlık verdi. Suriye iç savaşının çıktığı yılların akabinde 2012 yılında SADAT bir şirket olarak kuruldu. Paramiliter bir askeri güç olarak çalıştı. Yetiştirdiği kadroların bir bölümünü Suriye'de DAİŞ, El-Nusra, ÖSO gibi cihatçı örgütlerin içine yerleştirdi ya da onların elemanlarını kendi bünyesine alarak başka alanlarda operasyonel güç olarak kullandı. MİT ve diğer askeri güçlerle sıkı çalışarak Türkiye’de AKP yandaşları arasında derin ve yaygın paramiliter örgütlenme gerçekleştirdi. Sivil silahlı gruplar oluşturdu. Örneğin bunlar 2015 Temmuz darbesinde renklerini gösterdiler. Birçok yerde ellerinde silahlarla otomatik olarak mobilize olan, ihtiyaç duyulan yerlere müdahale eden birimler görüldü.

SADAT ve MİT, askeriye ABD'nin de desteklediği eğit-donat programı çerçevesinde Türkiye'ye iltica eden birçok Arap mülteciyi gönüllü ya da tehditle ÖSO faaliyetleri kapsamına aldı. Yine Orta Asya'dan gelen Türki gruplar, Uygurlar, hatta Afganlar ve farklı etnik grupları planlarına dahil etti. Askeri olarak eğitti, Suriye'de kullandı. Sonrasında CIA bu programdan çekilse de Türkiye bu personeli kullandı. Bir bölümü Ahrar el Şam ve diğer cihatçı gruplar, bir bölümü Efrin, Grê Spî, Serêkanî işgalinde yer alan milis gruplar, geri kalanı da Azerbaycan, Libya’ya gönderildi. Şimdi Başur’da TC’nin işgal ettiği alana yerleştirilerek yağma yapmaları sağlanıyor.

SİVİL GÖRÜNÜMLÜ İHH ÇETELERE SİLAH VE LOJİSTİK TAŞIDI

İHH insani yardım vakfı 90’lı yıllarda kurulmuştu ama Erdoğan döneminde yapı ve çalışma özellikleri itibariyle oldukça büyük değişim geçirdi ve militarist organizasyona entegre oldu. Savaş bölgelerine yardım götürmek, mağdurları desteklemek, ilaç besin barınak olanakları sağlamak gibi görevleri görünse de aslında ulaşılan kitleye silah taşıma, istihbarat toplama, devletin çıkarlarına uyumlu olarak çatışmalara giren illegal güçlere lojistik ürün, silah, ve araç temin etmek, çalışanları ajan, muhbir olarak değerlendirmek, ya da böylelerini hedef bölgelere sivil yolla taşımak ve oralarda muhbir ajan ağlarını geliştirmek gibi bir işleve sahiptir. Elbet bu birimler zaman zaman operasyonlara da katılmışlardır.

Türkiye’deki mafya yapılanmasını sistemin silahlı birimi olarak adlandırmak mümkün. Devlet içinden kollanan, MİT, asker, polisle iç içe çalışan hatta bunlar tarafından yönlendirilen mafya grupları neredeyse Türkiye’nin her ilinde mevcut. Halkın mal ve can güvenliğini tehdit eden bu kesimler gasp, çek senet tahsili, borç-alacaklara müdahale, uyuşturucu ticareti, muhaliflerin mallarına çökme vb. birçok alanda faaliyet göstermektedirler.