Demirtaş: AKP/Saray kaybediyor, Kürt halkı kazanıyor

AKP'nin kayyum planlarına karşı büyük bir direniş göstereceklerini duyuran ve halka bu yönlü çağrı yapan Demirtaş, soykırım saldırılarına başvuran AKP/Saray'ın kaybettiğini, Kürt halkının kazandığını ifade etti.

Demirtaş, SADAT'ın doğrudan Saray'a bağlı olduğunu vurgulayarak, Kürdistan'da suç işleyenlerin tamamının yargılanacağını belirtti. Demirtaş, AKP'nin derin yapılanmasını SADAT'tan ibaretmiş gibi düşünmemek gerektiğini de söylerken, "AKP, emniyet özel harekat, MİT, jandarma içinde ideolojik olarak da kendine bağlı, cihatçı kafaya sahip, IŞİD'den farklı düşünmeyen birimler ve ekipler oluşturdu" diye kaydetti. Demirtaş, siyasi suikastlara karşı uyararak, tüm çevreleri öz savunmalarını almaya da çağırdı.

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, gündemdeki gelişmelere ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı...

SADAT

SADAT çokça konuşulmaya başlandı. Tam da Kuzey Kürdistan'daki soykırımcı saldırıların dönemine denk gelince, bu saldırılarda rol üstlendiği tahminleri de yapıldı. SADAT'ı nasıl ele alıyorsunuz ve AKP/Saray, kendi suçlarını ileride SADAT'ın üzerine yıkmayı da düşünüyor olabilir mi?

SADAT, basın biraz üstüne gitmesiyle ortaya çıkmış şirket adı altında bir tür kontgerilla yapılanması. Kontgerilla eğitimi veren, daha çok cihadist grupları harekete geçirmeye çalışan, doğrudan AKP'ye ideolojik olarak da, mali olarak da bağlı olduğu anlaşılan yapı. Fakat AKP'nin derin yapılanmasını SADAT'tan ibaretmiş gibi düşünmek yanlış olur. AKP, emniyet özel harekat, MİT, jandarma içinde ideolojik olarak da kendine bağlı, cihatçı kafaya sahip, IŞİD'den farklı düşünmeyen birimler ve ekipler oluşturdu. Bunların çoğu, kendilerinin gören yaptığı birimlerin hiyerarşisi dışında sarayla bağlantılı amirlerden emir alırlar. Kürdistan'da kendini 'Esadullah' diye tanıtan, IŞİD yazılamaları yapan, sloganları atan çoğunlukla bunlardan oluşuyor. Benim öğrendiğim kadarıyla, ordu ve emniyet içerisindeki bu yapılanmalarda ordu ve emniyetin kendisi de rahatsız. Çünkü Türkiye'de derin devlet her zaman vardı, kontgerilla özellikle 1950'lerden itibaren gayrinizami harp örgütlenmesi adı altında resmi olarak hep vardı fakat devlete bağlıydı. Şimdi bir partiye, kişiye bağlı yapılanma oluşturuldu. Erdoğan'ın hizmetine sunulmuş derin yapılanmadan söz ediyoruz. Eslkiden JİTEM, kontgerilla olarak faaliyet yürütenlerin hepsi devletin bilgisi dahilinde büyük katliamlar, cinayetler işledi; devlet korudu. Onlar hâlâ Türkiye'de varlığını koruyor. Kontgerilla tasfiye edilmedi. İtalya'da gladyo tasfiye edildi ama bir NATO ülkesi olarak Türkiye'de gladyonun tasfiyesine gidilmedi. Bunlar da şimdi Kürdistan'da savaşta. 1990'da Kürdistan'da olan deneyimli özel harpçiler Nusaybin, Gever, Şırnak, Cizre'de savaşa dahil oldular. Daha çok Büyük Birlik Partisi, MHP ve ulusalcı ideolojiye sahip gruplardır ama bu SADAT ve benzeri gruplar ideolojik olarak tekfirci vahabi geleneğini savunan kafa yapısı itibarıyla da böyle düşünen ekiplerden oluşturuluyor. Şu anda devlet içinde bunlar birbirlerini idare ediyorlar çünkü Saray'ın etrafında faşist bloklar. Sahada da savaşanlar bu ittifakı sürdürüyorlar. Ama dediğiniz gibi, yarın bu ittifak bozulduğunda birbirinin suçlarını ne kadar deşifre ederler, birbirine karşı ne kadar operasyon yaparlar; göreceğiz.

Ama bu ittifakın ilelebet gitmeyeceği kesindir çünkü bizim statükocu devlet olarak tanımladığımız Kemalist devlet ve onun yapılanması polis ve ordu içerisindeki yapılanması Erdoğan'ı artık ele geçirdiğini, Erdoğan'ı sınırladığını düşünüyor. Erdoğan'ı kendi çizgisine getirdiklerini düşünüyorlar. Perinçek açık açık söylüyor. Erdoğan'ı laik Türkiye Cumhuriyeti'ni İslam devletine götürme hamlesinden alıkoyduklarını düşünüyorlar. Çünkü Kürdistan'da Erdoğan'ın orduyu savaştırabilmesinin tek yolu buna teslim olmasıydı ve bunu yaptı. Ordu Erdoğan için değil; milli, tekçi, statükocu Türk devletinin bekası için savaşıyor. Bu savaşın gidişatına göre bu Kemalist ordu mutlaka Erdoğan'a dönüp hesap soracaktır. Onun yapılanmalarından da hesap soracaktır. Kim tarafından kime karşı hesap sorulacağını savaşın gidişatı belirleyecek. Savaşta istedikleri yere gelememiş olmaları bunlarda büyük bir panik yaratıyor. Çünkü kaybederlerse hepsi birlikte kaybedecekler. Demokrasinin yolu açılırsa hepsi yargılanacak. Bu insanlık suçlarından, savaş suçlarından dolayı Genelkurmay Başkanı'ndan Başbakan'a ve sahada suçları işleyene kadar yargılanacaklar.

Ama devlet güçlerinin lehine bir 'dokunulmazlık yasası' çıkardılar. Buna rağmen yargılanmaları olası mı?

Askere, güvenlik güçlerine dokunulmazlık yasası çıkardılar ama uluslararası ceza mahkemelerinde bu yasanın hiçbir kıymeti harbiyesi yok. İç hukukta da bugün için dava açılması engellenebilir ama insanlığa karşı işlenmiş suçlarda zamanaşımı yoktur; on yıl, yirmi yıl sonra da olsa yargılanabilirler.

Şu an AKP devlet içinde kendi JİTEM'ini oluşturuyor. Buna eski tür JİTEM diyemeyiz ama. Bir tür Ortadoğu'nın yeni JİTEM'i IŞİD'dir. Sayın Öcalan böyle tanımlamıştır. Ortadoğu'nun JİTEM'i IŞİD'dir, AKP de kendi IŞİD'ini devlet içinde örgütlüyor. SADAT da buz dağının görünen kısmıdır.

KAYYUM

AKP/Saray'ın kayyum planı sıcaklığını koruyor. Bunu boşa çıkarmak için bir plan veya çağrınız var mı?

Belediyele resmi olarak partimize bağlı değil ama DBP, HDP'nin bileşeni ve belediyelerimize yapılacak her türlü saldırıyı doğrudan HDP'ye yapılmış kabul edeceğiz. Bütün HDP yapılanmaları kayyuma karşı harekete geçecektir. Biz aylardır tabanımızı bu konuda örgütlüyoruz. Herhangi vekilimiz zorla götürülürse, herhangi belediye eşbaşkanımızın yerine kayyum atanırsa her türlü sokak direnişi meşrudur. Bütün gücümüzle sokaklara çıkacağız. İkincisi; kayyum atanması halinde hiçbir belediye görevlisi o kayyuma uymak, ondan emir almak zorunda değil. Belediye hizmetleri durabilir veya kayyumun atandığı şehirde, ilçede bir anda belediye hizmetleri sıfıra inebilir. Hiçbir sivil toplum örgütü halk muhtarına kadar atanmış kayyumla çalışmamalı. Kayyum belediye binasına girememelidir; böyle direniş ortaya konulmalıdır. Belediyeler halkın malıdır; AKP'nin babasının malı değildir. Böyle darbevari şekilde ismine kayyum diyerek, gasp ederek orman kanunlarıyla halkın iradesine el konulmasını normal karşılamayacağız. İşçi arkadaşlarımız, memur arkadaşlarımız kesinlikle kayyumdan emir almamalıdır. Gerekirse işçi, memurlar direnişe gitmelidir. 'Biz seçilmiş başkanla çalışırız' diyerek. Halk da o kayyum belediyeyi terk edene kadar kesintisiz direnişe geçmeldir. Biz de yüzlerce halk toplantısı yaptık. Umut ederim, böyle akılsızlık yapmazlar ama yaparsa işin rengi değişir. Belediyelerimize öyle adeta bir talancı gibi el koymalarına sessiz kalmayacağız.

DOKUNULMAZLIK

Dokunulmazlıklar kaldırıldı ama henüz beklendiği gibi ciddi bir somut adım atılmadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Onlar gerçekten Bahçeli gibi tıpış tıpış ifade vereceğimizi düşünüyorlardı. Ama biz, az önce dediğim gibi, bütün parti örgütlerimiz, teşkilatlarımızla mahalle mahalle örgütlenme, bilgilendirme çalışmaları yapıyoruz. Halkımız bu konuda çok duyarlı. Onlar da bunun farkındalar. Bir milletvekilimize zorla dokunduklarında nelerin olacağını görüyorlar. Bunu hesaba katarak adım atacaklardır. Hiç onlara tavsiye etmeyiz. Adil yargılama olmayacağını biliyoruz. Kendi ayağımızla ifade vermeye gitmeme kararımız ısrarlı bir şekilde devam ediyor.

Tebligatlar geliyor ama savcılar zorla getirme kararı çıkarmıyorlar. İfadelerimizi almadan dava açacaklar. Eski heveslerini kaybettiler. HDP ve HDP kitlesi bu konuda gerçekten duyarlı; halkın sahiplenmesi muazzam olunca soğumaya bıraktıkları görülüyor. Doğrusu, biz de her türlü hazırlığımızı her an her şey olacakmış gibi sürdürüyoruz.

SURİYELİLER

Suriyelilerin vatandaşlığa geçmeleri tartışmalarına 'referandum' üzerinden katılmanız doğru muydu? Bu, somut bir öneriniz sayılır mı?

Onu düzeltmem lazım. Kesinlikle yanlış anlaşılmalara yol açacak ve benim hatamdan kaynaklı bir söylemdi. Partimizin öyle bir politikası yok. Suriyelilerin vatandaşlığa geçme noktasında referandum gibi politikası yoktur partimizin. Benim hatamdır. Önerimiz şudur; herkese mülteci statüsü tanınmalı. Çünkü Türkiye'nin mülteciler sözleşmesine koyduğu çekince nedeniylr Türkiye'nin doğusundan gelenler mülteci değil, batıdan, Avrupa'dan gelenler mülteci hakkından yararlanıyor.

Suriye'den gelenlere önerdiğimiz şey; mültecilik statüsüdür. Vatandaşlıktan biraz alt statüdür. Mülteci olduklarında çalışabiliyorlar; sosyal sigorta yaptırabiliyorlar; sağlık, eğitim hizmeti alabiliyorlar; çalışma izni, kayıtları oluyor; düzenli bir konut edinme hakları oluyor. Ama şimdi hepsi 'kaçak' durumunda, göçer statüsünde. Bu mülteci statüsü verildikten sonra isteyen vatandaşlığa geçebilmeli. Toplu olarak 2 milyon kişiyi vatandaş yapmak gibi bir şey olmaz; hukukta da böyle bir şey yok.

Bir de 'Göç Bakanlığı' kurulmalı. Bütün göçmenlerin, mültecilerin hak ve hukuklarının korunmasını koordine edebilir. Kalıcılık için de iç ve dış barış politikası gerekiyor. Geri dönmek isteyen herkes için de dönmeleri sağlanmalı.

Peki, düne kadar 'otobüslere bindirip göndeririz' diye tehdit unsuru olarak kullanılan Suriyeliler için vatandaşlık çıkışı ne anlama geliyor?

Avrupa Birliği'ne (AB), Rusya'ya, Suriye'ye, Mısır'a, İsrail'e kafa tuttu ama baktı ki içeride Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşta da istediği sonuçları alamıyor. Erdoğan kaybediyor. Uganda dışında hiçbir yere gidemez bir devlet başkanı oldu. Kendini İslam aleminin halifesi olarak kodlamıştı ama şimdi AKP yönetimine bile yeterince hakim olamayan, içi boş, kof bir lider oldu. AB ile gerilimi düşürmek için 'size doğru gönderirim' yerine AB'yi, Almanya'yı rahatlatacak söylemlerde bulundu. Mısır, İsrail, Suriye, Rusya ile yumuşama politikasından bağımsız değil yani. AKP her yerde kaybetti ve daha ağır fatura çıkmaması için bir şekilde toparlamaya çalışıyor; çark ediyor.

Mültecilere insani şekilde yaklaşmıyorlar. Göreceksiniz, zaten Suriyelilerden vatandaşlığa geçen insan sayısı çok az olacak; onu da yapmayacaklar. Şu an iç ve dış politikada denge malzemesi olarak kullanıyorlar.

Binali Yıldırım'ın yeni bir açıklaması oldu; Suriye ile de ilişkilerin düzeltilmesi gerektiği minvalinde. Ancak Erdoğan geçtiğimiz haftalarda hâlâ Esat için 'terörist' diyordu. Bir çelişki yok mu?

Cezayir'de gizli görüşme yaptılar, Esat ve AKP hükümeti. Şu an onun hazırlıkları yapılıyor. Esat'ı 'dünyanın en büyük teröristi' ilan ettiler. Politikalarının yanlış olduğu o kadar açığa çıktı ki, Suriye'deki savaşta en çok Suriye halkı ve ikinci olarak AKP kaybetti. Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin hatalarında ısrar etmeleriyle bunlar yaşandı. Şimdi çark ediyorlar. Ama bu iş öyle kolay olmaz. 'Suriye ile barış' deyince, 'Rusya ile barış' deyince barış olmaz. Hemen yumuşamayacak. Bu ülkeler Erdoğan'ın, Davutoğlu'nun günahlarını iyi biliyor. Bunların bedelini bunlara ödetmeden normalleşmeye gitmeyeceklerdir. Bizim tanıtığımız bu ülkeler, Türkiye ve AKP'ye bunun bedelini ödetecektir.

SOYKIRIM SALDIRILARI VE DİRENİŞ

'Soykırım saldırıları' diye tarif ettiğimiz bir yönelime karşı ciddi ve etkili bir direniş görüldü. Kazanan ve kaybeden ayrımı yapmak mümkün mü?

Erdoğan ve AKP sözcüleri her gün büyük bir zafer kazandıklarını ilan eden konuşmalar yapıyor. Fakat tam olarak ne olursa zafer elde edilmiş olunur? Örneğin PKK'nin kadrolarının, silahlı veya silahsız kadrolarının tamamını öldürseler mi zafer kazanmış oluyorlar; ya da PKK'ye sempati duyan milyonlarca Kürdü de birlikte öldürseler mi zafer kazanmış oluyorlar? Ya da PKK'nin siyasi etki alanını, uluslararası diplomatik etki alanını sıfırladıkları zaman mı? Bu zaferin ölçüsü nedir? AKP bunların hiçbirini hedeflemiyor bile çünkü bu konuda gerçekçidir! Bunları yapamayacağını biliyor, dolayısıyla topluma bu tür hedefler önüne koyarak zafer vaadinde bulunmuyor. Bahoz Erdal'la ilgili mesela, birkaç gündür asparagas haber ürettiler. Sahte zaferler üzerinden psikolojik zaferler üzerinden gidiyorlar. Erdoğan 'Sekiz bin PKK'li öldürdük' diyor, Karayılan da 'Sekiz yüz kayıp bile vermedik' diyor. Demek ki Erdoğan ona katlayıp söylüyor. Çünkü savaşı devam ettirebilmelerinin tek yolu, 'PKK bitti bitecek' algısını toplumda diri tutmaktır.

Cizre, Gever, İdil, Sur, Nusaybin'de zafer elde ettiler mi? Hedefleri neydi? Hendek, barikatlardaki direnişleri yok etmek... Karşılıklı bir sürü kayıp vererek çatışma sürecini sonlandırdılar ama geriye 2. Dünya Savaşı'ndan daha çok yıkıma uğramış şehirler kaldı. Peki, bu şehirlerde yaşayanlar, akrabaları, dostları, sevenleri; toplasanız 15 milyona yakın Kürt nüfustan bahsediyorum. Şırnak'taki görüntüden etkilenen, vahşetten AKP'yi sorumlu tutan nüfus. Bunlar AKP'li mi oldu? Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mı oldular? Tam tersine, AKP ve devlete öfkede artış oldu, kenetlenme güçlü hale geldi, yenilen yine AKP oldu. Burada da bir zafer yok. Yönettiği şehirleri bu kadar aleni yakıp yıkan bir hükümet eğer geride sadece bıraktığı harabelerle övüyorsa yine bir zafer yok.

Biz de Cizre'ye, Silopi'ye, Yüksekova'ya gittik, iftar yemeklerine katıldık, Cumhurbaşkanı da gitti. İki fotoğrafı yan yana koyun, tam olarak kimin zafer elde ettiğinin cevabı o fotoğraflardadır. Gizli şekilde, iftar programı bittikten sonra açıklanacak şekilde kışlada, -Silopi'deki kışla mıdır, onu da bilmiyoruz- iftar açabildi. Biz ise halkın bağrında, yıkıntılarda açtık. Dolayısıyla burada da kaybedenin kim olduğu belli. AKP savaşta kaybetmiştir, kazanan Kürt halkıdır. Fatura, yıkım ağır olmuştur ama halkın sahiplenmesi, kenetlenmesi ve duygu düzeyinde kırılma yaşanmamıştır. Kürt halkı ve gençleri bu süreçten çeliklenmiş bir iradeyle çıkmıştır.

Artık AKP'nin yapabileceği bir şey kalmamıştır. '90'larda maksimum bu düzeye gelmişti şiddet ve ondan sonra yapacakları bir şey kalmamıştı; Kürtler daha fazla büyümüş ve devlet kaybetmişti. Kürt hareketiyle diyaloğa geçmek zorunda kalmıştı. AKP şimdi de şiddetin maksimum düzeyini yaşıyor. Ne burada ne Rojava'da yapabilecek bir şeyi kaldı. Umarım, tez zamanda akılları başlarına gelir de Kürt halkıyla stratejik barışı önlerine koyarlar.

'ÇÖZÜM SÜRECİ'

'Stratejik barış' dediniz... Mesela, bu saatten sonra, bu denli yıkımdan sonra, ille de gündeme gelecekse 'Çözüm Süreci'nin tekrar etmesi için ne lazım?

Daha güvenli adımlar gerekir. Sayın Öcalan İmralı'da "Bu aşamadan sonra görüşmeleri benzer formatta sürdürürsek müzakere değil, gevezelik etmiş oluruz" demişti. Ciddi müzakere niyeti ortaya konursa, gözlemcisi ve resmi yasasıyla, tarafların muhataplığıyla, çözüm projesi ve dosyalarıyla, Sayın Öcalan'ın silahları da kontrol edebileceği başmüzakereci olarak tanınmasıyla Kürt halkı tabii ki barış ister. İnsan dostuyla değil, düşmanıyla barışır. Yeter ki ciddi, samimi olsun. Kürt halkının bıktığı şey, sahte barıştır. Kürt halkı barışa hasrettir. Bu ciddiyetle yaklaşılırsa karşılık verecektir.

TECRİT

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a dönük ağırlaştırılmış tecrit sürüyor. Bir yandan fiziki özgürlüğü için de kampanyalar söz konusu. Sayın Öcalan'ın durumuyla ilgili yeni bir bilgi edindiniz mi?

Hiçbir ilerleme yok. Ağır, ahlaksız tecrit sürüyor. Biz görüşmeyi sürdürürken de tecrit vardı. İmralı sisteminin kendisi tecrittir. Sayın Öcalan orada olduğu müddetçe beş bin mahkum da gönderseniz; kendisine televizyon, gazete, telefon verilse de İmralı'nın kendisi tecrit sistemidir. Aileden, avukatlardan biri giderse tecrit biter, diye düşünmemek lazım. Kürt sorunu çözülecek, Sayın Öcalan özgürlük koşullarına kavuşacak; tecrit, işkence o zaman bitmiş olur. 17 yıldır kesintisiz tecrit sürüyor.

Sayın Öcalan'ın direniş gösterdiği görülüyor. Ortaya koyduğu ilkeler konusunda direngen, ısrarcı bir tutum izlemeseydi ailesini, avukatlarını, vekillerimizi adaya götürmek isteyeceklerdi ama Sayın Öcalan'ı kendi emellerine, çıkarlarına ikna edemedikleri için ağır tecridi sürdürüyorlar. Bizim aldığımız tek bir haber yok. Sadece Adalet Bakanlığı sağlık koşullarının iyi olduğu şeklinde bilgi veriyor.

HURŞİT KÜLTER  VE ÖZGÜR BASINA SALDIRI

'90'ları hatırlatan iki örnek daha var; özgür basına saldırılar ve Hurşit Külter'in kaybedilmesi. Bunlara dair mesajınız nedir?

Hurşit Külter özel bir örnek. Gözaltında kaybetmeler '90'lı yılların yaygın yöntemiydi. Şimdi aleni şekilde gözaltına aldıkları parti yöneticisinin 45 gündür nerede tutulduğu, başına ne geldiğini gizleyip, gözaltında kayıpları tekrar etmek istiyorlar. Ama iç ve dış kamuoyu, Kürt halkının sahiplenmesiyle bu uygulamayı sürdürmeleri engellendi. '90'larda rahat yapıyorlardı ama Hurşit Külter şahsında sahiplenme oldu; 'Hurşit Külter nerede' kampanyası da sürüyor. Hem sağsa onun güvenliği için, hem de bundan sonra bu politikanın devam etmemesi için sahiplenilmeli.

Özgür basına saldırı da tek merkezden sürdürülüyor. MGK'de basına, parlamentoya, belediyelere, iç çevresine nasıl yansıyacağına karar veriliyor. Kendi aralarında görev dağılımı yapıyorlar. RTÜK'e 'Şu şu muhalif kanalları kapatacaksın; savcılara 'Şu gazetelere dava açacaksın; polise 'Şu gazetecileri gözaltına alacaksın, çalışamaz hale getireceksin' diye görev veriyorlar. Hurşit Külter, özgür basın, Cizre, tecrit; hepsi birbiriyle bağlantılı. Topyekûn savaş konsepti yani. Biz de topyekûn direnişle karşılık vermeliyiz. Boyun eğmeyeceğimizi göstermeliyiz.

ÖZ SAVUNMA

Geçtiğimiz haftalarda tutuklama listeleri gibi 'infaz listeleri' olduğunu da söylemiştiniz. Güncel bir uyarınız var mı?

Herkes kendi güvenliğini almalı. Medyada, akademi alanında, sanat çevresinde gözaltı ve tutuklamalarla toplum sindirilmek isteniyor.

IŞİD, Hizbulkontra eliyle de siyasi suikastlar planlıyorlar. Şahsın ve belediye eşbaşkanlarına dönük denediler ama başarılı olamadılar. Vazgeçmiş değiller. Herkes kendi güvenliğini almalı. Biz mesela her toplantıda, gelenlerde üst, çanta araması yapıyoruz; basit örnek olarak veriyorum. Herkes kendisinin, binasının, evinin güvenliğini almalı. Vahşi terör örgütü elini kolunu sallayarak geziyor ve hükümet de ciddi bir şey yapmıyorsa, tedbirli davranmamız lazım.