Demokratik İslam birleştirir, iktidar İslam’ı ayrıştırır
KCK Halklar ve İnanç Komitesi Üyesi Delal Afşin, İslamiyet’in tarihten süre gelen bir insani öz olduğunu ancak iktidar elitleri tarafından farklı amaçlarla kullanıldığını belirtti.
KCK Halklar ve İnanç Komitesi Üyesi Delal Afşin, İslamiyet’in tarihten süre gelen bir insani öz olduğunu ancak iktidar elitleri tarafından farklı amaçlarla kullanıldığını belirtti.
Artık günümüzde DAIŞ ve AKP’nin de kendilerini dini argümanları ile toplumlara lanse ettikleri vurgulayan Afşin, “demokratik İslam birleştirir, iktidar İslam’ı ayrıştırır” şeklinde konuştu.
Demokrasi mücadelesine güç veren değerler olarak çağımızdaki İslam’ı açığa çıkarmanın önemine değinen Afşin “Kim dinlerin ama özellikle de İslam’ın eşitlik ve adalet karşıtı olduğunu iddia edebilir ki? Kim Medine sözleşmesinin toplumsal bir sözleşme ve kendi çağının en demokratik yönetim taslağı olduğunu inkâr edebilir ki?” ifadelerini kullandı.
Afşin; İslam, demokrasi ve özgürlük mücadelesindeki yeri konusundaki sorularımızı yanıtladı.
İSLAM EGEMENLER TARAFINDAN İKTİDARLARINI PEKİŞTİRMEK İÇİN KULLANILDI
Neden Demokratik İslam?
Çıkışlarında insanlığa ahlaki bir yaşamı salık veren, her iki dünyada da kurtuluş vadeden dinler ve bu dinlerin son temsilcisi olan İslam neden kendi içinde tüketilmektedir sorusu yeni bir içtihatta yol açacak kapsamda ele alınmadan din adına söylenecek her söz sadece günaha değil küfre yol aldıracaktır. Verili ve hakim dini anlayışla olay ve olgulara bakmanın yanlışa ve sapkınlığa götürme ihtimali doğruya yöneltmekten çok daha fazladır. Bu gerçeklik İslami kimlikle ve İslami referanslarla hareket ettiklerini söyleyenlerin son iki yüzyıllık pratiklerde defalarca kanıtlanmıştır.
İslam dininin bugün ki temel çıkmazının çok köklü tarihsel sebepleri vardır. Bunların başında yapılan dini yorumların İslam’ı doğduğu tarihsel koşullar ve yanıt olmaya çalıştığı toplumsal sorunlar açısından ele almamış olmasıdır. Bu eksendeki çok değerli arayışlar ise iktidar duvarlarına çarpmış ya kırılıp dağılmış ya da dört duvar arasında kaldıkları için etkili olamamıştır. İkinci husus; İslam dininin hangi yönetim biçimine daha yakın ve yatkın olduğu meselesinin yeterince ele alınmış ve analiz edilmemiş olmasıdır. Üçüncü nokta ise; İslam tarihinin peygamber sonrası dönemi siyasi çekişme ve çelişkilerin kendilerini meşru gösterme mücadelesi tarihi olmasına rağmen bu mevzunun enine boyuna ele alınmamış olmasıdır. Bu tarih içinde halk din adına kandırılarak mezhepçiliğe taraftar yapılarak savaştırılmıştır. İktidarlar, İslam kitabının değişmemiş ve peygamberin ağzından döküldüğü gibi yazıldığı gerçeğini İslamiler içinde “bizim dinimiz hiç değişmemiş” şeklinde mutlak bir doğruya dönüştürerek yaptıkları din dışılığın üstünü örtüp halkı susturmuş, değişimin içinde belirleyen olmasının önüne geçerek ibadetlerle meşgul edip idare edilen “reaya” dönüştürmüştür. Bunun için İslam içi tartışmalar ve yapılan yorumlar, iman amel için değil yine halkın yaşamını düzenlemek sorunlarını çözmek için de değil iktidarların kendilerini güvenceye almaları için yapılmıştır. Son olarak Mısır ve Türkiye'deki darbelerde yaşananlarda gördüğümüz gibi.
Bu temel çıkmazlar sonuçta kendileriyle birlikte yeni bir dini mantığa yol açmış oldu. Bu, saray ve sultan geleneğinin din yerine geçmesiyle, İslam’da iman ve amel ilişkisinin kopmasına ve giderek ahlak problemine yol açmıştır. Dolayısıyla imansız amel ile amelsiz iman temel bir sorun olarak İslam’a yerleşmiş oldu. Bu İslam anlayışı saray ve sultanlığın iktidar kalkanıdır. İbadetleri gösteriye dönüştürme ya da gösteri için ibadet yapma yine sloganlar ile dindarlığını ifade etme kesinlikle imansızlığın en hafif deyimle eksik imanın dini abasıdırlar. Süreçle iktidarlar ve mülk sahipleri halka tarihi, ilimi, dini gerçekleri değil daha çok menkıbeler, Arap sözlü kültürünün anlatıla gelen mitolojilerini din diye anlatmış ve iman amelsiz bırakılıp ciddi ahlaki ve vicdani sorunlara yol açmıştır. Unutulmamalıdır ki böylesi ciddi sorunlara yol açan dini anlayış, birilerinin cehaletinden ya da İslam dini böyle emrettiği için doğmamıştır. Bu anlayış iktidar saraylarında en ince ayrıntısına kadar ayarlanmış, çok bilinçli bir uğraş sonucunda yaratılıp topluma sunulmuştur.
DAİŞ VE AKP’DE TEMSİL EDİLEN İSLAM AYNIDIR
İslamiyet hangi dönemlerde iktidara bulaştırıldı ve bunun günümüze etkileri ne oldu?
Çıkışlarıyla insanlığa umut olmuş dinler, Kapitalist Modernite döneminde büyük trajedilere yol açan fikir ve siyasette daha çok alet edilmiştir. Ulus devletlerin doğuş döneminde Avrupa da Hıristiyanlığın kullanılma biçimi bugün Ortadoğu'da İslam dinin kullanılma tarzından daha yıkıcı sonuçlara yol açmıştır. Ulus devletlerin doğuş çağından önce yaşanan karanlık ortaçağ; Avrupa’ya has bir karanlıktır ve Hıristiyanlık gölgesinde yaşanmıştı. İslam’ın hakim olduğu Ortadoğu'da eylem ve sonuçları itibarıyla Avrupa karanlık çağına benzeyen ve İslam gölgesinde geçen bir karanlık çağ yaşanmadı. Ancak dört halife döneminde işaretleri görülen ve Emeviler’ in kabile aristokrasi iktidarını İslam dinine dayandırıp yönetim ve siyaset mekanizması geliştirmeleri, Avrupa karanlık çağına göre daha yumuşak ancak zamana yayılmış daha uzun dönemli dogmalar ve despotlar çağlarına yol açmıştır. Emeviler İslam dinine “fikirde liberalizm, yönetimde despotluk” olarak da tanımlanmış bir anlayışı yerleştirdiler. İslam’ı, iktidar ve mülk sahibi (devlet) olma ve bunu sürdürme çizgisinde yorumlamayı din haline getirmişlerdir. İslam hakimiyetinde bildik manada bir karanlık çağı yoktur, ancak Muaviye’nin Şam’da saray inşa etmesiyle başlayan ve halen devam eden oldukça katı ve DAİŞ gibi çeteye icazet verecek kadar yoldan çıkarılmış bir anlayışı hakim ve yaşanan din haline getirdiler. Dolayısıyla İktidar İslam’ı adına konuşulacaksa en son hali illegal devlet olarak DAİŞ, meşru devlet olarak da AKP ile temsil edilen İslami çizginin geçerli ve egemen olduğunu itiraf etmek gerekir. İran İslam devleti ve Arap krallıklarını da burada anmak gerekir.
İslam adına yapılanlar İslam’la ne kadar bağdaşık?
Kuşkusuz İslam adına yapılanların ne kadar İslami olduğu hep tartışılmıştır. Ve tartışılmaktadır. En aktüel konu olarak DAİŞ çetesinin ne kadar İslam olduğu, AKP'nin ne kadar İslam’ı temsil ettiği tartışması yapıldığı gibi. Hangi İslam tartışmasında, taraflardan biri dini temsil ettiğini söyleyen iktidarda olanlardır. Diğerleri ise daha doğrusunu temsil eden benim-biziz diyen kimi partiler, cemaatler ve guruplardır. Günümüzde hakim ve iktidarda olanların pratiklerinde İslam’ı kullanma biçimleri göz önündedir. Bunlar en çok Müslüman katledenler ve yurtlarından edenlerdir. Milliyetçi ve faşisttirler. Bunları İslami “beyan, irfan, burhan ilimleri” ile eleştirenlerin, eleştirilerine dayanak yaptıkları argümanlar, iktidar ve devlet olanların dayandıkları argümanlar olduğunu belirtebiliriz. Sonuçta eleştirenler ile eleştirilenler arasında her hangi bir farkın olmadığı da bilinen diğer bir doğru olmaktadır. Bunun için İslam adına hareket edenlerde bir birini eleştirmek yoktur. Senin yerine ben geçeyim anlayışı vardır. “Kol kırılır yen içinde kalır” sözü İslam kimliği ile kendini tanımlayan elit sınıfların ekseriyetinde hakim anlayıştır. Bunu en çarpıcı biçimde Türkiye'de AKP iktidarına karşı İslam adına söz söyleme yetkisini kendisinde gören kesimlerin ezici çoğunluğunda görüyoruz. Hırsızlığı, yalanı, zalimliği ve mal mülk biriktirmeyi af edilmeyecek cehennemlik bir suç sayan İslam dinine iman ettiğini söyleyen ve bu iddia ile hareket eden çok sayıdaki grubun yalancılığı, hırsızlığı ve zalimliği ayyuka çıkmış AKP ve Erdoğan'ı on dört yıl boyunca desteklemeleri İslam aklı ve akidesiyle hareket ettiklerini söyleyen ve dini temsil ettiğini iddia eden “ulema”nın durumunu en çarpıcı gösteren örnektir.
Dinlere nasıl bakmamız gerekiyor?
Her ideoloji gibi dinlerde salt fikri olarak ne mutlak iyi ne de mutlak kötüdürler. İyilik ve kötülük amellerde yani pratikleşmede ortaya çıkar. Tüm kutsal kitaplar iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe davet ederler. Bu davetin yaşamdaki karşılığı kimin bu davetlerden ne anladığına mutlak bağlıdır. Yaşananlardan hareketle rahatlıkla belirtebiliriz ki başta dinler olmak üzere tüm fikirlerin yaşama dönük önerilerinin bir halkta birde iktidar sahiplerinde pratikleşmiş bir karşılığı vardır. Soruna böyle bakınca İslam’da da temel sorunun dinin iktidar ve mülk sahiplerince geliştirilen yorumundan ve sultanlıklarından kaynaklandığı, sorun olanın iktidar sahibi yöneticiler olduğu rahatlıkla görülecektir.
Bunun için işe peygamberin vefatından sonra başlayan kimin yönetim olacağı ve yönetim işinin nasıl olacağı sorunundan başlamak gerekir. Kuran-ı Kerim’de nasıl bir yönetim biçiminin emredildiği çok açık değildir. Kuran ve hadislerde hakkaniyet, adalet, meşveret, merhamet ve ehliyet kavramlarıyla ifade edilmiş ve daha çok yönetimi temsil eden kişinin özelliklerine vurgu yapan emirler vardır. Ancak iş sisteme ve bu sistemin kanun ve nizamına geldiğinde hiç kimse esas alacağı ayrıntıları bulamaz. Bu da yönetim işinin başa geçeceklerin iman ve amellerine bağlı olacağını gösterir. Yaşamın ayrıntılarına göre düzenlenmiş şeriat kanunları ise ağırlıkta peygamber ve sahabeler dönemindeki Arap kabilelerinin kültüründen çıkarılmıştır. Dolayısıyla pekâlâ bir despot da “hakkaniyet, adalet, meşveret, merhamet ve ehliyet” benim temsil ettiğimdir diyebilir. Örneğin Muaviye bunu açık olarak ifade etmiş, Allah istediği ve layık gördüğü için ben başa geçtim manasındaki söylem ve dayatmalarla sultanlığını savunmuştur.
KABİLECİLİK ÖNE ÇIKTI
Hazreti Muhammed sonrası İslam nasıl bir İslam’dır?
İslam dininde peygamberin vefatından sonra başlayan ilk sorun yönetimin kimde kalacağı sorunudur. Bu sorunun çözüm biçimi daha sonraki tüm sorunların kaynağıdır. Tarihi kaynaklar Hz. Muhammed’in ölümünden sonra bu sorunun kabile mantığı içinde ele alındığını ve bu mantıkla çözüldüğünü gösteriyor. Peygamberin Kureyş’ten olması bu kabilenin kendini üstün görmesine ve yönetim hakkını bu kabileden olanların eline geçmesine dayanak yapılmıştır. Oysaki İslam dininde üstünlük takvadadır. Yani kim daha imanlı ise o daha üstündür. Üstünlük kabilelere, milletlere, kavimlere dayandırılmamıştır. İlk ciddi ve bir o kadarda büyük sorunun yanlış bir mantıkla ele alındığını, çözümü için daha sonra felaket boyutunda yeni sorunlarla yola açacak argümanlara dayandırılarak hal edildiğini kabullenmek gerekir. İslam’ın ilk sultanı Muaviye, halifelik iddiasını önemli oranda daha gerici bir kabile geleneği olan öç almaya dayandırmıştır. Halife olma ve yönetim işinin başına geçme mantığının dayandığı kabilecilik Abbasilerde de temel meşruiyet argümanıdır. Dolayısıyla İslam dinin ilk temel sorunu olan yönetim meselesi ilk dönemlerde pek önemsenmeyen, küçükmüş gibi görünen bir sapmaya dayanmış tıpkı bir merminin milimlik bir açıyla sapıp mesafesi uzadıkça hedefinden daha çok uzaklaşması gibi İslam dini de doğru ele alınmadığı için süreç uzadıkça özünden uzaklaşmıştır.
GÜNCEL İSLAM'IN KADINA YAKLAŞIMI FARKLIDIR
Dinlerin kadına yaklaşımını açar mısınız?
Dinlerin kadınlara her konuda özgür bir yaşam ve toplumsal özgürlük sunduğunu söylemek çok gerçekçi olmaz. Fakat her dinin çıkış aşamasında kadına bir yaklaşımı da belirgin olarak ortaya konulmaktadır. Bu açıdan İslam’ın çıkış dönemindeki kadına yaklaşımıyla günümüzde kadına yaklaşımı arasında dağlar kadar fark vardır.
Kuran-ı Kerim’de kadın adına ayetlerin olduğunu biliyoruz. Erkeğin kadına üstünlüğünü değil, takvanın üstünlüğünü esas alan belirlemelerin olduğu açıktır. Yine İslam’ın demokratik özünün yaşatıldığı Medine döneminde kadınların sosyal yaşamın düzenlenmesinde aktif rol aldığını Hz. Muhammed’in döneminde kadınların yaşamın birçok alanına katıldıklarını biliyoruz. Yine ibadetlerin bile ortak mekânlarda gerçekleştirildiği bilinen bir gerçekliktir. Nasıl ki Hz. Muhammed’in vefatı ile iktidar kavgaları başladı. Kadına yaklaşımda da bu iktidar zihniyetinin erkek egemenlikli yanları daha belirgin olarak öne çıktı ve kadına iktidar çıkarlarına göre yaklaşım esas alınmaya başlandı. Bu egemenlikli zihniyet Kuran-ı kerimdeki kadınla ilgili birçok ayeti kendine göre yorumlayıp kadınları yaşamın dışında bırakarak erkeğin denetimine aldı. Böylelikle kadınları kaderlerine razı eden, bir yaşama mahkûm ettiler. Kaderine razı edilen kadın toplumun dışında bırakılan kadın olmaktadır. Kadının toplumdan dışlanması da bu gün yaşadığımız toplumsal sorunların temeli olmaktadır. Bu gün İslamiyet’in bu kadar iktidarı esas alarak kendi özünden saptırılmasında kadının din adına susturulmasının önemli bir payı vardır. İslamiyet’in tekrardan demokratik ve toplumcu özüne kavuşturmada kadınların özgürlük arayışı ve mücadelesi önemli gelişmeler yaratacaktır.
Müslüman kadınların neden örgütlenmeliler?
Bugün Müslüman kadınlar olarak örgütlenen en önemli sebeplerinde biriside kültürel İslam’ın yani İslam’ın özünde olan demokratik yaşam tarzını yeniden canlandırarak toplumda kadının hak ettiği konuma tekrardan getirmektir. Bu gün Müslüman olduğunu söyleyip de İslam’ın özünü yaşatmak şurada kalsın İslam’a her gün yeni darbeler vuran İslam düşmanları olan iktidar İslam’ın AKP ve DAİŞ’in demokrasi ile alakaları olmadığı gibi kadını da İslamiyet’te erkeğin kölesi gibi görmekte ve kadına öyle yaklaşmaktadırlar. AKP ve DAİŞ gibi İslam’ın özüne her konuda saldıran bir zihniyetten kadına yaşam hakkı tanıması imkânsızdır. Hatta kapitalist modernitenin cinsiyetçi ve kadını cinsel bir meta olarak gören zihniyetine AKP-DAİŞ zihniyetinin eklenmesi ile ortaya yeni bir vahşet çıkmıştır. Bu zihniyet kadın yaşamının her alanına müdahaleyi kendine hak görürken kadınlara da bunu kader diye kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
İnanan, iman eden ve özgürlük arayışında olan Müslüman kadınlar olarak tüm bunların bilinciyle demokratik İslam’ın yaşam bulması için mücadele etmek önemlidir. Hem inancını en temiz bir şekilde yaşamak ve yaşatmak hem de kadın olarak iradeli ve özgür olmak ne İslam’a ne de başka bir dine ters düşmektedir.
MUAVİYE VE ERDOĞAN BİRDİR
İktidar İslam’a karşı çıkan muhalifleri neyle suçlamışlardır?
İslam’da Hz Muhammed’in yaşamında ve yönetim tarzında ortaya çıkmış ve yine Abuzer gibi sahabelerine temsil ettiği Karmatiler ve İhvan-ı Safa gibi toplulukların yaşamaya çalıştığı bugünün diliyle adlandırırsak sol ve demokratik olan bir İslami çizgide vardır. Buna “yoksulların, düşkünlerin, yetimlerin, güçsüzlerin” istek ve arzularına cevap olmaya çalışan İslam da diyebiliriz. Bu çizgi her zaman iktidar İslam’ına karşı muhalif olmaya çalışmıştır. Abuzer’in Muaviye ve halife Osman’a karşı duruşu oldukça radikal ve eşitlikten adaletten yana bir devrimcilik timsalidir. Kendini farklı kavram ve yorumlarla adlandırmaya çalışan muhalif aynı zamanda alternatif çıkış ve arayışlar her zaman iktidarın saldırılarına maruz kalmış ve din dışı olarak lanse edilmiştir. Karmatiler hakkında iktidar İslam’ı akla hayale gelmez uydurmalarda bulunmuştur. Özellikle İslam’ın Arap olmayan halk ve kültürlerle temasa geçtikten sonra her kültürün kendi öz değerlerine göre yaşamaya çalıştığı bir İslam da vardır.
Her kültür ve halktan egemenler Arap kabile aristokrasini taklit ve temsil etmeyi din kabul ederken ezilen yoksullarsa toplumsal ahlakı düzenleyen ilkeler temelinde dini kabul etmiş ve yaşamaya çalışmıştır. Din ve ümmet kardeşliği bu İslam’ın özelliklerindendir. Bu kardeşlikte inkâr ve adaletsiz olma yoktur. Halklar içinde sadece Müslümanlar arasında değil, diğer din ve inançlara karşıda İslam’ın “hepimiz aynı özden yaratıldık” ilkesine göre yaklaşım ağır basmıştır.
Toplum içinde süreçle iki dini anlayışın şekillendiğini rahatlıkla belirtebiliriz. Biri yoksul ve ezilenlerin yaşamaya çalıştığı demokratik ve kültürel İslam, bir diğer anlayışsa; şekli, dili ve hareket biçimleri bir ve aynı olan iktidar ve devlet İslam’ı. İktidar İslam’ının coğrafyası, onu temsil eden kişi, sınıf ve hanedanlar değişmişte olsa karakteri bir ve aynı kalmıştır. İlk saraylı ve sultan Muaviye ile son saraylı ve sultan Erdoğan'ın birçok konuda tıpa tıp aynı olduklarını unutmamalıyız. İkisi arasındaki fark birinin Arapça birinin Türkçe konuşmasından ibarettir dersek abartmış olmayız. Halkların benimseyip yaşadığı İslam’sa daha esnek, renkli ve farklılıklar barındırmıştır.
AKP İslam’ı ve milliyetçiliği nasıl kullanıyor?
AKP iktidarının, Türk milliyetçiliğini şahlandırması, son gelişmelerle devletlerarası bir yeni savaşa yol açacak politikalar izlemesi, Kürtlere cumhuriyet tarihinin en yoğunluklu kültürel ve fiziki soykırım saldırılarını yapması, kadın ve aileye müdahalesi vb. tüm uygulamaları dini kullanmasından kaynaklanıyor. Bunların anlayışında karşıtları “kâfir, mürtet” olduğu için ölsen de öldürsen de cennetliksin düşüncesi vardır. Erdoğan'ın sık sık şehit vurgusu yapıp insanları ölüme ve öldürmeye teşvik etmesi, Kürdistan'daki operasyonlarda Kuran ayetlerini kullanan asker ve polislerin görülmesi, duvarlara dini sloganların yazılması bu iktidar zihniyetinin kendi itaatkâr kullarına yedirdiği dini anlayışın dışa vurumu dur. Birçok kimse DAIŞ ile Türk devletinin Kürtlere yönelik uygulamalarının özellikle AKP dönemindekilerle benzerliğine şaşırabilir. Ancak olup bitenlere dinin milliyetçilik ve devletçe kullanılması anlayışı üzerinden baktığımızda DAİŞ’in aslında Türk devletinin Kürtlere dönük saldırı geleneğini sürdürdüğünü rahatlıkla anlayacaktır. İkincisi DAIŞ’e salt İslamcılık üzerinden değil İslam’ın her döneminin iktidarları tarafından kullanılma biçimleri üzerinden de bakılması gerekir. Kapitalist Modernite çağını yaşıyoruz. Kapitalist sistem ahlak ve vicdan noktasında en barbar ve vahşi bir sistemdir. DAİŞ ve AKP devletinin yaptıklarına dini kisve örtmeleri kapitalist modernitenin yaratığı ahlaksızlık ve vicdansızlıkla doğrudan bağı vardır. Bundan ötürü de DAIŞ ve AKP, iktidar İslam’ı kadar kapitalist modernitenin de temsilcileridirler. Bunun içinde soykırımcıdırlar.
İslamiyet’te milliyetçiliğin yeri var mı?
Faşist devlet ve örgütlerin milliyetçiliklerinde dini kelime ve kavramları kullanmaları İslam dininin suçu değildir. Bu noktada gerekli olan halklara dinin sol ve demokratik çizgisini anlatmak olmalıdır. Dini milliyetçiliklerine malzeme yapanların iddiası demokrasinin “küfrün sistemi” olduğudur. Oysaki milliyetçilik İslam’a küfürdür. Milliyetçilik İslam’ı inkârdır. Çağımız İslam’ın demokratik değerlerini demokrasi mücadelesine güç veren değerler olarak açığa çıkarma ve topluma anlatma çağıdır. Demokrasi ahlaki bir sistemdir. Eşitlik ve adalet demokrasinin vazgeçilmez ilkleri olarak kabul görmüştür. Kim dinlerin ama özellikle de İslam’ın eşitlik ve adalet karşıtı olduğunu iddia edebilir. Kim Medine sözleşmesinin toplumsal bir sözleşme ve kendi çağının en demokratik yönetim taslağı olduğunu inkâr edebilir! Tam da bu noktada demokratik ve kültürel İslam kavramsallaştırmaları ile Kürt halk önderliğinin dile getirdiği hususların ne kadar hayati olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültürel yani her halkın kendi kimlik ve kültüründen İslam yaşayışına ekledikleri ve İslam’ın o halkın yaşayışına kattıklarının bir zenginlik ve ahlakilik olarak kabul edilmesi demokratik İslam ilkesidir. Hiç kimse din adına “kurtuluşa erecek fırka benimkisidir” deyip kendisine benzemeyenleri tekfir etme hakkına ve yetkisine sahip olamazı da kültürel İslam’a dahil edebiliriz. Böylece mezhepçiliğin ve tarikatçılığın iktidarlarca kullanılmasının önüne geçebiliriz.
Demokratik İslam’ın farklılıkları kabul etme ilkesi nedir?
Demokratik İslam’dan bir başka kasıtsa farklılıkların kendilerini örgütlemesi ve yaşaması kendilerini yönetmesidir. Hiçbir merkez ben dini temsil ediyorum, tüm İslam âlemine fetva verecek olan benim dememelidir. Bu demokratiklik değildir. Kadına yaklaşımda eski kabile ve aşiret aristokrasisi kültürünü hâkim hale getirip buna dini söylemler de icat ederek bir kültür yaratıldığı konusunu da tartışmak gerekir. Kuran’da kadının kimliği ve kişiliğiyle topluma daha iradeli ve özgürce katılmasına destek olacak ayetler ve hadisler vardır. Demokratik İslam anlayışı ile yeni ve oldukça etkili yorumların geliştirileceği başlıca konulardan birisi de budur.
Nereden bakılırsa bakılsın İslam adına hem İslam hem de İslam’a inanmış toplumlar adeta yok edilmektedir. Bu yok ediciliğin tetikçiliğini de Müslüman olma iddiasındaki ulus devletler ve kimi devletlerce desteklenen DAİŞ gibi çeteler yapmaktadır. Demokratik İslam öncelikle İslam’ı bu İslam düşmanlarından kurtarmayı amaçlamak demektir. Bu amacın gerçekleşmesi içinde Abuzer çizgisinde âlimlere ve eylemcilere ihtiyaç vardır. Demokratik İslam bu anlamıyla da yeni bir fikir ve eylem hareketi olma iddiasıdır da. Sadece İslam’ın değil tüm inanç ve dinlerin özündeki ahlakiliği ve demokratik yönetim anlayışını bugün demokratik İslam anlayışı ile geliştirmek başta Müslümanlara olmak üzere tüm insanlığa en büyük hizmetlerden olacağı kesindir.