Devlet ‘Sayın Öcalan’a gitti- XXVI

Türk devleti, 2009’a gelindiğinde artık Kürt Halk Önderi’ne “Sayın Öcalan” denilmesini suç saydı. On binlerce Kürt ise “Sayın” diyerek dilekçeyle kendini ihbar etti. Devlet, yeniden Sayın Öcalan’a gitti ama yine çözümden kaçtı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi için 2006-2009 yılları arasındaki dönem en zorlu dönemlerden biri olarak kayıtlara geçti. Türk devleti, İmralı’daki tecrit ve işkence rejimini sertleştirdi. PKK ise Türkiye'nin içinde bulunduğu çıkmazı çözmek için 10 maddeden oluşan yeni bir barış projesini daha deklare etti. İlan edilen maddelerin başında ateşkes kararı vardı, ancak Ekim 2006’dan geçerli olmak üzere ilan edilen ateşkese rağmen Türk devletinin operasyonları hız kesmeden sürdü.

Beyaz Saray’da ABD Devlet Başkanı Bush ve dönemin Türk Başbakanı Erdoğan arasında 5 Kasım 2007’de varılan mutabakatın sonucu olarak Türkiye Meclisi yeni bir savaş tezkeresi çıkarttı. Türk devletinin kapsamlı operasyon ve saldırılarını öngören Abdullah Öcalan, buna karşı Demokratik Konfederalizm modelinde ısrar ediyordu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kasım sonlarında avukatları aracılığıyla şu açıklamayı yapıyordu: “Ben Kürtler için Demokratik Özerk Kürdistan öneriyorum. Kürdistan terimi, aslında coğrafi bir terim, Kürtler de söylememiş. Selçuklu Sultanı Sencer zamanından beri böyle ifade ediliyor. Demokratik Özerk Kürdistan, hem Kürt toplumunun iç geriliklerine, bu feodal geriliklere karşı iç demokratikleşmeyi sağlar hem de Kürtlerin dışarıya karşı duruşunu ifade eder. Bu örgütlenmede devlet karşıtlığı yoktur, devlet kurmayı da hedeflemiyor. Bir çeşit, mevcut sınırlar ve devlet yapılan içinde Kürtlerin özgürlüğünü temsil eder. Sonuçta özerklik kavramı da özgürlükle ilgilidir. Demokratik Özerkliğin devletle, sınırlarla bir problemi olmaz. Bir çeşit yerelin kendini devlet içinde ifade etmesi anlamına gelir.

Demokratik Özerklikte Kürtler, bir nevi kendi özgürlüklerini sağlarlar. Eğitim, dil ve diğer kültürel gelişimlerine ilişkin okullarını açarlar. Halkın ekonomik sorunları var, gerekiyorsa bankalarını kurarlar, kooperatiflerini kurarlar. Dilin eğitimi ve diğer konularda enstitülerini oluştururlar. Bu, devletin olmaması ya da devletin reddi anlamına gelmez. Devletin kurumları yanında Kürtlerin bir nevi kendi taleplerini karşıladığı bir yapı gibi düşünülebilir. Bazı haklar topluluğu ilgilendirir, tek başına bir şey ifade etmez.”

TÜRK DEVLETİ DUYMAZDAN GELDİ

Kürt Halk Önderi’nin bu değerlendirme ve çağrılarına rağmen Türk devleti, Kürt Özgürlük Hareketi’ne savaş konseptini dayattı. Yanına bölgesel ve küresel güçleri de alan Türk ordusu, 21 Şubat 2008’de Güney Kürdistan ve Medya Savunma Alanları’na dönük işgal saldırısı başlattı. HPG gerillalarının direnişiyle karşılaşan Türk ordusu bozguna uğradı. 2008, Kürdistan gerillasının “Zap destanı” yazdığı yıl olarak mücadele tarihinin sayfalarına geçerken, şiddetlenen savaş ortamı karşısında Kürt Halk Önderi yine devreye girecekti.

BELEDİYE SAYISI 38’DEN 99’A ÇIKINCA

Yeni bir sürecin kapısının aralanması için bütün taraflar merakla Mart 2009’da yapılacak belediye seçimlerinin sonuçlarını bekliyordu. Sandıklar açıldığında sadece Kuzey Kürdistan’da değil, Türkiye’de de yeni bir dönem başlayacaktı.

Abdullah Öcalan’ın önerileri etrafından örgütlenen ve çalışan DTP, Kürdistan’da elinde bulundurduğu belediye sayısını 33’ten 99’a çıkartmayı başardı. AKP’nin kaybettiği iller arasına Van, Siirt ve Iğdır da eklendi.

Sandıktan çıkan bu sonuçlar, dönemin AKP iktidarının Kürt sorununun çözümünde yeni tercihler yapmasına yol açtı. Türk devletinin üst düzeydeki bir heyeti ise İmralı’ya giderek, Kürt Halk Önderi ile görüşmeler yaptı. KCK, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla 29 Mart yerel seçimler sonrasında ortaya çıkan siyasi sonuçları dikkate alarak 13 Nisan 2009’dan geçerli olmak üzere çatışmasızlık kararı aldı. O günlerde dönemin Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de “iyi şeyler olacak” dedi fakat ortaya çıkan, Kürt legal siyasi hareketine tasfiye konsepti dayatmaktan başka bir şey değildi.

‘KCK OPERASYONLARI’YLA MÜDAHALE

Kürt tarafının savaş ve çatışmaları durdurmasının üzerinden daha 24 saat geçmeden “KCK operasyonları” adı altında 14 Nisan 2009 günü, Kürt siyaset tarihine “siyasi soykırım operasyonları” olarak geçen sürecin startı verildi. DTP, BDP yöneticileri, belediye başkanları, sendikacılar, öğrenciler, gazeteciler, akademisyenler ve insan hakları savunucuları gözaltına alınarak tutuklanıyordu.

‘SAYIN ÖCALAN’ SUÇ SAYILDI

Türk devletinin 2009’un yazına doğru hayata geçirdiği konsept, o kadar pervasızdı ki Kürt Halk Önderi’ne “Sayın Öcalan” demek de “suç” sayılıyordu. Abdullah Öcalan'a "Sayın" diye hitap edildiği için verilen cezalar ile açılan dava ve soruşturmalara karşı bu kez 23 Mayıs 2009’da "Sayın Öcalan demek suçsa ben de bu suçu işliyorum ve kendimi ihbar ediyorum" kampanyası başlatıldı.

Türk devletinin tarihine en büyük "ihbar" eylemi olarak geçen bu kampanya ile Amed, Şırnak, Van, Mardin, Hakkari, Ağrı, Muş, Bitlis, Bingöl, Dersim, Urfa gibi hemen hemen Kürdistan’ın bütün kentlerinden ve Türkiye metropollerinde on binlerce kişi kendini ihbar etti. Sadece kampanyanın ilk ayında kendini ihbar edenlerin sayısı 30 bini geçerken, bunlardan 495'i gözaltına alındı, bin 350 kişi hakkında da soruşturma başlatıldı.

Kitleselleşen kampanyanın önüne geçmek için dilekçeler kabul edilmeyince posta yoluyla da savcılıklara dilekçeler gönderildi. Eylem nedeniyle binlerce kişi gözaltına alındı, yüzlerce kişi tutuklandı, binlercesi hakkında da dava açılarak hapis ve para cezaları verildi.

AMARA YÜRÜYÜŞÜ

On binlerce Kürt, önderlerine olan bağlıklarını göstermek için aynı yıl doğum yeri olan Amara’ya yürüdü. Doğum günü olan 4 Nisan’da Amara’da olmak için yürüyenler, devletin engeliyle karşılaştı. Türk devlet güçleri yollarda yüzlerce arabanın içinde bulunduğu konvoyları durduruyor, halk ve polis/jandarma güçleri arasında çatışmalar yaşanıyordu. Buna rağmen Kürtler verdiği direnişle Amara’ya ulaşmayı başarırken, Türk devlet güçleri Mustafa Dağ ve Mahsum Karaoğlan isimli Kürt gençlerini o tarihi yürüyüşte katletti.

HÜKÜMETİN 29 TEMMUZ AÇIKLAMASI

Hem Kürt hem de Türk kamuoyunda Kürt sorunun demokratik yolları çözüm tartışmaları alevlenirken, Türk hükümeti beklenen açıklamayı Temmuz’un sonunda yapacaktı. Gazetecilerin karşısına 29 Temmuz 2009’da çıkan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kürt sorununda demokratik açılım süreci başlattıklarını duyurdu. Atalay, ellerinde bir çözüm önerileri olmadığını, bunun için bütün kesimlerin görüşlerini alacaklarını söyledi.

İMRALI’DAN ‘YOL HARİTASI’

Türk tarafının bu açıklamasının hem ardından Kürt Halk Önderi Öcalan, hazırladığı Yol Haritası’nı 20 Ağustos 2009’da İmralı’daki cezaevi yönetimine teslim etti. Türk devleti, sorunun çözümünü 10 temel ilke başlıkta toplayan Yol Haritası’na el koydu. Abdullah Öcalan, 1,5 yıl sonra kamuoyuna ulaşabilen Yol Haritası’na ilişkin ipuçlarını 23 Ekim’de avukatlarıyla yaptığı görüşmede veriyordu. Kürt Halk Önderi, hazırladığı çözüm ve barış projesinin üç aşamadan oluştuğunu söylüyor ve şöyle sıralıyordu:

* Birinci aşama; devlet Kürtlerin tüm haklarını güvence altına alacak. Güvence verecek. PKK de bölücü olmadığını devlete ispatlayacak. Şiddeti yöntem olarak esas almadığını ilan edecek. Bu aşamada çatışmasızlık ortamı oluşturulacak. Devlet Kürtlerin kendi kendini yönetmesine imkan tanıyacak.

* Bu olursa ikinci aşama olarak sınır dışına çekilme olacak.

* Üçüncü aşama olarak da devlet verdiği güvenceyi hukuki mevzuata yansıtacak. Devlet bunu yaptığı oranda da geri dönüşler olacak.

HABUR’DAN BARIŞ GRUBU GİRİŞİ

Bu arada İmralı’ya giden devlet heyeti ile yapılan görüşmelerden sonra Kürt Halk Önderi, demokratik siyasette ciddi bir tıkanma yaşandığını söylüyor, sürecin önünün açılması için de Barış Grupları’nın Türkiye'ye gelmesini istiyordu. Onun bu çağrısı ardından 19 Ekim 2009’da Kandil ve Maxmûr Mülteci Kampı'ndan 34 kişiden oluşan Barış ve Demokratik Çözüm Grubu, Habur Sınır Kapısı'ndan giriş yaptı.

İnsan seli eşliğinde Habur’dan giriş yapan barış grupları Amed’e ulaştığında tarihi görüntüler ortaya çıkacaktı. Gerillalar ve Maxmûrlu mülteciler, bir milyondan fazla kişinin sevgi gösterileriyle karşılandı. Önce Habur, ardından da Amed’den gelen peş peşe görüntüler karşısında Türk devlet yöneticilerinin kafasının tası atıyordu. Erdoğan, yüz binlerin karşılamaya gitmesini “siyasi rant peşindeler” diye yorumladı. İçişleri Bakanı Atalay ise görüntüler için “şov ve provokasyon” dedi.

İMRALI’DA 17 KASIM DARBESİ

Türk devleti, 2009’un sonbaharına gelindiğinde süreci durdurdu, faturasını legal Kürt siyasal hareketi ile Kürt Halk Önderi’ne kesti. Zaten tecrit altında olan Abdullah Öcalan’a 10 günlük hücre cezası verilirken, adına “KCK operasyonları” denilen siyasi soykırım operasyonları da en üst seviyeye çıkarıldı. Aynı zamanda 17 Kasım’da Öcalan’ın tek başına tutulduğu ada cezaevine “iyileştirme” adı altında 5 tutsak nakledildi. Onlar da Abdullah Öcalan’a özgü ağır izolasyona tabi tutuldu. Aynı gün cezaevi mimarisinde yapılan değişikliklerle Türk devletinin İmralı’da hayata geçirdiği “zamana yayılmış öldürme konseptinin” uygulama boyutu daha da hızlandırılacaktı.

Kürt Halk Önderi, “17 Kasım darbesi” dediği cezaevi mimarisinde yapılan değişikliklerle eski odasından alınarak daha küçük, hareket alanı daha dar ve havasız bir odaya yerleştirildi. Bu durum onun havasızlıktan kaynaklanan sağlık sorunlarını daha da ağırlaştırdı. Diğer tutsaklar da İmralı için daha sonra “Buradaki tecridin düzeyi geldiğimiz F tiplerinin beş-on katıdır” diyecekti.

İlk gönderilen tutsaklar, 15 Mart 2015 günü başka cezaevlerine nakledilirken, yerlerine 17 Mart 2015’te 5 yeni tutsak nakledildi. İki tutsak, 27 Aralık 2015’te kendi istemleri dışında başka bir cezaevine götürülürken, Hamili Yıldırım, Ömer Hayri Konar ve Veysi Aktaş halen İmralı’da tutuluyor.

2011’DE SON AVUKAT GÖRÜŞMESİ

Öcalan’a uygulanan ağırlaştırılmış tecrit durumu, 2011’in ortalarından itibaren daha da ağır ve yeni bir boyut kazandı. Abdullah Öcalan’ın 27 Temmuz 2011’den sonra avukatları ile görüşme yapmasına izin verilmedi. Ayrıca 2010 ve 2011 yılları arasında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme yapmış avukatların tamamı 22 Kasım 2011’de gözaltına alınırken, bunların 36’sı tutuklandı. Avukatlar yaklaşık 30 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. 2011’in yazında kesilen avukat görüşmeleri ise yıllarca sürecekti…

Yarın: İmralı’nın kapısı hep direnişlerle açıldı