İstanbul’da onlarca polisin öldüğü son bombalı saldırıları TAK adlı örgüt üstlendi. Bu son saldırı, kendisini Kürdistan Özgürlük Şahinleri olarak tanıtan örgütün ilk saldırısı değil. Bundan önce de Türkiye’yi sarsan eylemlere imza atmıştı.
İstanbul’da Türk polisini hedef alan saldırının siyasi hedefleri olan bir eylem olduğu kesin. Tepkiler de eylemin içinde taşıdığı siyasi ve psikolojik mesajlara göre değişiyor.
FAŞİST ERK NEDENLERİ HALKTAN GİZLİYOR
Türk devleti ve onu yöneten oligarşik-faşist erk saldırının nedenlerini kamuoyundan mümkün olduğunca gizleyerek, “dramatik” sonuçları üzerinden bir yerlere ulaşmak istiyor. Örneğin ölenlerin yaşı, ailevi durumları gibi… Medya üzerinde ağır bir baskı kuran rejim, böylelikle herkes için son derece insani olan yönleri öne çıkararak, gerçek nedenleri halktan gizliyor.
Halbuki psikolojik savaşın tüm olanaklarını kullanarak halktan gerçeği gizlemeye çalışan zevat da çok iyi biliyor ki, bu ve benzeri saldırılar öyle durup dururken olmuyor. Köklü nedenleri var. İstanbul saldırısı bu köklü nedenin keskin, acımasız ve hatta dehşet verici bir sonucu olarak zuhur ediyor.
Nedenleri görülmeden, iyi analiz edilmeden ve çözüm yolları ortaya konulmadan bu ve benzeri sarsıcı ve hatta rejim açısından da yıkıcı eylemleri önlemek, ortadan kaldırmak, hatta aza indirgemek mümkün değil.
Meseleyi anlamak için ilk önce önyargılardan uzaklaşmak, “taraf olmayı” bir tarafa bırakmak gerekiyor. “Tarafsızlık” derken bunu soyut bir duruş olarak ele almamak gerekiyor. Buradaki tarafsızlık, asla, son dönemlerde moda olduğu gibi zalim ve mazlum karşısında eşit mesafede durmak olarak anlaşılmamalı. Buradaki tarafsızlık, bilimsel ölçüleri, tarihi gerçekleri, insanlığın yarattığı ortak değerleri ve tabii ki vicdanı ölçü alarak bir cevap bulmak için gerekli.
Örneğin Kürtlerin bir ulus ve üzerinde yaşadıkları toprakların da Kürdistan olduğunu kabul etmeden, bu ulusun kendi geleceğini belirleme hakkını bir hak olarak görmeden ve bu hakkın tarihsel süreç içinde hangi acımasız yol ve yöntemlerle gasp edildiğini bilmeden, İstanbul’daki patlayan bombanın nedenini, hatta süreç içinde yol açacağı sonuçları bilmek ve anlamak mümkün değil.
’BAŞKALARININ’ YOK OLMASINDAN KİTLESEL HAZ DUYMA HALİ
Ne yazık ki, Türk toplumunun ezici çoğunluğu bu bilimsel-tarihsel bakış açısından, bilinçten yoksundur. Hayatın her alanında yıllardır var ola gelen ve süren ırkçı-şoven anlayış, eğitim ve propaganda Türk toplumunun ezici çoğunluğunun meselelere sadece "Türk penceresinden’’ bakmasına neden oldu. Bu durum değişen ve dönüşen dünyaya rağmen halen böyledir. Hatta bu ırkçı-şoven kolektif bilinç ve davranış altın çağını yaşamaktadır.
Yani daha basite indirgersek, Türklerin ezici çoğunluğu kendisi için hak gördüğü sıradan bir hakkı bir Kürt, Ermeni, Asuri-Süryani hatta Müslüman olmayan başka haklar için hak görmemektedir. Kitlesel olarak-burada küçük grupları ve kişileri tenzih etmek gerekiyor-empati kurmamaktadır. Örneğin Ermeni düşmanlığı o kadar köklüdür ki, şu veya bu ilin “Ermenilerden kurtuluşu” törenlerinde ahali temsili Ermeni güçlerini saldırıp linç edebilmektedir!
Türk toplumu erimeyen, asimilasyona direnen ve hak arayışı içinde olan ulus ve toplulukların bastırılmasından kitlesel olarak haz duymakta ve desteklemektedir. Son şehir savaşlarında Kürt şehir ve kasabalarının yakılması ve savunmasız, sivil insanların bodrumlarda yakılmasına kitlesel tepki, haz duymak olmuştur. Eskişehirspor taraftarlarının, Antalyaspor maçında tribünlere "aşk bodrumda yaşanıyor güzelim" şeklinde pankart açması milyonlarca ırkçı haz seansından sadece bir örnektir.
Öte yandan Türk toplumunun ezici çoğunluğunun ABD veya Avrupa Birliği’ne bakışı, sevgisi bile bu güçlerin Kürtlerin hakkından bahsedip etmemesine göre şekillenmektedir. Daha açıkçası kitlesel ABD, Avrupa Birliği, Yahudi ve Ermeni düşmanlığın temelinde Kürt düşmanlığı yatmaktadır.
TÜRK TOPLUMU TARİHİ GERÇEKLERDEN UZAKTA YAŞIYOR
Ayrıca tarihsel bakış sığ ve tek yanlıdır. Daha iyi anlaşılması için cumhuriyet öncesi Kürtlerin neden başkaldırdıklarını ve sonuç almadıklarını şimdilik bir tarafa bırakalım.1924 ile birlikte yeni bir cumhuriyet şekillendi. Kürtlerin her hak arayışı soykırım, sürgün, dar ağaçları ve asimilasyonla karşılandı. Irkçılık üzerinde kurulan yeni cumhuriyet kendi sınırları içinde ölüm-kalım savaşı veren hiçbir halka, ulusa, inanç ve etnik topluluğa yaşam ve var olma hakkı tanımadı.
Ama bugün dahi ortalama bir Türk bunun tam tersini düşünmektedir. Türklere göre, Osmanlı Devleti'nin çöküşüyle birlikte Türkler bir ölüm-kalım savaşı vermişler ve ellerindeki toprakları yedi düvele karşı savaşarak korumuşlar. Halbuki bugün Erdoğan’ın diline doladığı, sınırlarını Balkanlar’dan Arap Yarımadası'na, oradan da Basra Körfezi'ne kadar çizdiği bu topraklar hiçbir dönemde Türklere ait olmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kılıç zoruyla elde ettiği topraklardı. İlk önce Balkanlar’da, daha sonra Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası'nda başlayan başkaldırılar sonucu işgali altında tuttuğu bu toprakları kaybetti. Kaybetmediği yerde ise-1915’te olduğu gibi ağır bir soykırım uyguladı. Yeni kurulan cumhuriyet ise Enver-Talat-Cemal paşa üçlüsünün soykırımcı paradigmasını devam ettirdi.
Örneğin 1930 yılında, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” diyerek Türk olmayanlar için nasıl bir “yaşam alanı” istediklerini de tarif etmiş oluyordu.
Tabii sadece kağıt üzerinde kalan bir tarif değil, bu. Hayatın her alanında uygulandı. En sıradan, doğuştan gelen haklar için bile insanlar tek tek değil, toplu olarak acımasızca cezalandırıldı. Öyle ki, Zilan Katliamı sırasında uçaklar gökten sivillerin üzerine çiviler yağdırdılar. Dersim’de insanlar diri diri mağaralarda kimyasal silah ve fare zehriyle katledildiler.
Bu soykırım karşısında Kürtlerin kendisini savunması ve hak arama mücadeleleri ise her dönemde, -buna silah dışı yöntemleri esas alan kişi, grup ve partiler de dahildir- zorla ve şiddetle bastırıldı. Türkiye’de her askeri darbenin ardında yatan gerçek neden, Kürtlerin bastırılmasıydı.
27 Mayıs 1960, 12 Mart 170’te, 12 Eylül 1980 darbesini de esas hedefi Kürtlerdi. ‘’İlerici’’ olduğu iddia edilen 1960 darbesinin başı Cemal Gürsel dolaylı değil direkt Kürtleri soykırımla tehdit ediyor ve 5000 bin Kürdün ortadan kaldırılması için simülasyon hazırlatıyordu. 12 Mart 1971’deki askeri darbenin de esas hedeflerinden birisi, Kürtlerin hak arayışıydı.
Bu tarihi momentlerin en keskini 12 Eylül 1980’de yaşandı. Artık vahşet sınır tanımıyordu. Diyarbakır 5 Nolu toplama kampı ‘’Bir ulusu ortadan kaldırmak için laboratuvar olarak’’ işlev görüyordu.
KÜRTLERDE SİLAH BİR ZORUNLULUK AMA ÖNCELİKLİ TERCİH OLMADI
Cuntayla birlikte Kürtlerin silahlı başkaldırısı zorunluluk haline geliyordu. Çünkü yüzyıldır tarihi bir haksızlık yaşanıyordu. Buna 'dur' demenin ve baş aşağı giden yok oluşu tersine çevirmenin başka yol ve yöntemleri kalmamıştı veya artık tükenmişti; ikinci olarak ise 12 Eylül cuntasıyla zulüm artık kemiğe dayanmaktan öteye geçmişti.
İşte 15 Ağustos 1984 günü PKK gerillalarının Eruh ve Şemdinli eylemleriyle duyurdukları silahlı başkaldırı hareketi bu tarihsel sürecin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ancak PKK de kendisinden önceki ayaklanmalarda olduğu gibi silahı birinci ve öncelikli tercih olarak görmedi. Silah her zaman siyasetten sonra geldi.
Bunun en somut örneği ise Abdullah Öcalan'ın siyasi çözümü öne alan tutumu oldu. Öcalan “devlet bir memurunu göndersin, oturup konuşalım, sorunu çözelim’’ diyerek silahın devre dışı kalacağı çözüm yollarına ne kadar açık olduğunu gösteriyordu.
1993 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın isteği ile YNK Lideri ve eski Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin aracı olmasıyla birlikte Öcalan tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkesle resmiyet kazanan bu çizgi, daha sonraki yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’nin esas paradigması haline geldi. Yani Kürt sorununu siyasal yollarla çözmek, eşit ve kalıcı bir barış sağlamak. Bunun için defalarca tek taraflı ve faturası Kürtler için çok ağır olan ateşkesler ilan edildi. Sadece 1999 yılının 1 Haziranı'ndan sonra geri çekilme döneminde 500’e yakın Kürt gerillası pusuya düşürülerek katledildi. Buna rağmen Kürtler siyasi çözümde ısrarcı oldular.
Türk devletinin Kürtlerin bu ısrarı karşısındaki tutumu ise hiç değişmedi. Başbakanlar, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları değişti ama anlayış değişmedi: Ya topyekûn imha ya da zaman yayarak çürütme ve tasfiye.
Türk devleti bu ikisinden birisini zaman zaman önceledi. Ama çözümü, kalıcı ve adil bir barışı hiçbir dönem esas kalıcı çizgisi haline getirmedi. Öne almadı.
DÖKÜLEN KANDAN ÇÖZÜM MASASINI DEVİREN ERDOĞAN SORUMLU
2013 yılının ilk günlerinde başlayan ve kamuoyunda büyük bir heyecan yaratan son 'Çözüm Süreci' de esas olarak Türk devletinin bu anlayışı sonucu çöktü. Daha doğrusu devletin geleneksel ırkçı refleks ve paradigmasıyla, Erdoğan ve cuntasının gelecek hesapları çakışınca bilerek ve tasarlanarak çökertildi. Çözüm ve barış yerine 'Çökertme Planı' devreye konuldu.
Bu planın sonuçlarını vicdanı olan herkes gördü. Şırnak, Cizre, Sur, Nusaybin’den yüzlerce, binlerce fotoğraf ve görüntü yansıdı. Şehriler Türk ordu güçleri tarafından sadece yerle bir edilmekle kalmadı; yıkılan her evin enkazı üstüne bir de Türk bayrağı dikildi. Çatışmalarda ölen insanların üzerinden panzerle geçildi. Cesetlere işkence yapıldı. Kadınlar çıplak bir şekilde teşhir edildi. Bodrumlarda insanlar sadece yakılmadı. Aynı zamanda insanları yakma süreci bütün bir Kürdistan toplumuna işkence seansı haline dönüştürüldü. Sokak infazları, kadın ve çocukların hedef alınması, artık sıradanlaştırıldı. Veya öyle sanıldı.
Bir de bütün bunların üstüne siyasi alanı tümden işlevsiz hale getirmek için binlerce insan tutuklandı, belediyeler işgal edildi, belediye eş başkanları, HDP ve DBP eş başkanları, vekiller tutuklandı.
Aynı dönemde Rojava Kürdistanı’na karşı ağır saldırılar yapıldı. Öyle ki, her gün işinde gücünde olan, kendi toprakları üstünde sıradan bir yaşam süren insanlar Türk ordusunun saldırısı sonrası yaşamını yitirdi. Yitiriyor. Türk devleti Rojava’yı boğmak için işgal hareketine girişti. Çeteleri Efrîn-Kobanê arasına bir kama gibi sapladı. Bu da yetmedi; gözünü bu kez daha yeni DAİŞ’ten özgürleştirilen Şengal’a dikti. Uçaklarla Kuzey Kürdistan’da bombalamadığı dağ bırakmadı. Güney Kürdistan’daki Medya Savunma Alanları'na karşı ise hemen hemen her gün saldırı yaptı. Ve yapıyor.
Recep Tayyip Erdoğan 5 Nisan 2015’te Öcalan ile görüşmeleri keserek, çözüm masasını resmen devirdi. Ve peşi sıra 7 Haziran seçimleri geldi. Sonuçlar onun için tam bir yıkımdı. Bunun için 24 Temmuz’da 'Çökertme Planı'nı fiili olarak başlattı. O zaman aklı başında olan herkes bu savaşın sadece Kürdistan’da kalmayacağına dikkat çektiler. Ve öyle de oldu.
Şimdi bir anlamda son saldırıyla birlikte İstanbul Şırnaklaştı veya Şırnak, Cizre, Sur, Nusaybin, İstanbul’a taşındı. Yani sosyal paylaşım ağında bir kullanıcının dediği gibi; 'Diyalektik şaşmaz bir bütündür. Rüzgar eken, fırtına biçer.'
Bu gerçek görülmeden, kaos ve savaştan çıkmak mümkün değil. Ancak mevcut Erdoğan cuntasının izlediği veya izleyeceği politika maalesef İstanbul’un, Türkiye’nin daha çok Şırnaklaşmasıdır. Çünkü kafa 1930’ların kafasıdır. İçlerine Mahmut Esat Bozkurt’un ruhu kaçmıştır.
'Çözüm Süreci'ni çökerten de bu ruhtur. Herkes şunu bilmeli ve daha yüksekten dile getirmeli: Erdoğan 'Çözüm Süreci'ni sonlandırıp, 'Çökertme Planı'nı devreye koymamış olsaydı ne İstanbul patlaması olurdu, ne Kürdistan’da, ne Türkiye’de kimsenin evine, yüreğine ateş düşerdi... Bu nedenle, sonuç olarak Kürdistan ve Türkiye’de, hatta Suriye’de dökülen kandan, çözüm masasını deviren Erdoğan sorumludur.
Gerçek budur ve Türk halkının derin uykudan uyanmasının artık zamanıdır. Hamaset öldürücüdür, gerçek yaşatıcıdır.