Engin Sustam: Kürtlerde tedirginlik ve güvensizlik var - III

Sosyolog Engin Sustam, Kürtlerde tedirginlik ve güvensizlik olduğunu; keza devletin halen bir güvence vermediğini, yani meseleyi yasa üzerinden konuşmaya yanaşmış olmadığına dikkat çekti.

ENGİN SUSTAM

Kürtlerin barış talebinde samimi olduğunu belirten Engin Sustam, sürece Türk halkının daha fazla dahil olması gerektiğini ifade ederek, savaş ve faşizm propagandasının çok sayıda kuşağı zehirlediğini dile getirdi.

Yeni süreçte, Türklük üzerinden şekillenen iktidar propagandasının yıkılması gerektiğine dikkat çeken Sustam, faşizmin bütün söylemlerine karşı, özellikle yoksullardan yana bir çalışmanın olması gerektiğini ve her iki tarafın da travmaları olduğunu söyledi.

Sosyolog Engin Sustam ile yaptığımız söyleşinin üçüncü bölümünü paylaşıyoruz.

‘SÜRECİ TERSİNE ÇEVİRECEK EN TEHLİKELİ DURUM SAVAŞ DİLİNE SARILMAK’

İki taraf da sürecin sabote edilme ihtimalinden bahsediyor, süreci kim sabote edebilir ve sabote edilme ihtimaline karşı neler yapılabilir?

Dikkat ederseniz bu süreçte en çok da şiddeti arzulayan, ondan rant elde etmiş militarist yapılar, aktörler, üst perdeden konuşan beyaz ve ırkçı bir kesim ısrarla ortalığı provoke etmeye çalışıyor. Bu kesimin arzusu savaşın devam etmesi, çünkü kaybedecekleri konumlarından korkuyorlar. Keza şiddetten ve nefretten beslenen kan emici canavarlar gibiler. Sonuçta süreci tersine çevirecek en tehlikeli durum, yeniden savaş diline sarılmak.

Yine bütün sınır boylarına kalekol veya duvar örmek yerine, askeri yığınak yapmak yerine, bütün toplumsal duvarları yıkacak bir barış dilinin yasalaşmanın elzem olduğu bugün pek aşikâr. Bu kurucu süreç, sanırım bu sürecin ilk aşaması olması açısından mühim. Yani toplumsal barışın inşa edilmesi ve Kürdistan’da militarizmin tamamen lağvedilmesi, kamusal alanın tamamen sivilleştirilmesidir.

Ardından sanırım zaten demokratik bir sürecin işleyebilmesi için kayyımların kaldırılması, belediyelerin DEM Parti’ye iade edilmesi süreç açısından önemlidir. Ama bu durum Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, tamamen ırkçılıktan ve faşizmden sıyırtılması açısından belirli olanaklar sunabilir. Ki buna İstanbul belediye başkanının özgür bırakılması, Osman Kavala’nın veya Gezi davasındakilerin de buna dahil edilmesiyle sürecin demokratik inşadaki samimiyetine katkı sunacaktır.

Çok üzücü olarak, yani Rousseau’nun toplumsal sözleşmesinden neredeyse iki yüz elli yüz yıl geçmesine rağmen, mesela yanı başımızda Rojava gibi inanılmaz bir demokratik toplumsal sözleşme olmasına rağmen, Türkiye’de devlete yurttaş olarak görevini hatırlatmak gerekir. Devlet denilen kurum, muhalifleri cezaevine atmak yerine, sırf dillerinden, kimliklerinden dolayı insanları rehin almak yerine, bir kurum olarak düzenleyici görevini yerine getirmek zorundadır.

‘TÜRK HALKINI SÜRECE DAHİL ETMEK ACİLİYET ALANI GİBİ DURUYOR’

Bakınız, aynı şekilde şu an Suriye’ye baktığımızda yaşanılanlara bakınca, otoriterizmin o ülkeye Esad diktatörlüğü döneminde ve sonrasında neler yaptığına şahit olmaktayız. Yani bugünkü geçici hükümet neredeyse ırkçı ve savaş suçlusu gruplardan oluşuyor ve aslında Esad döneminden farkı pek olmayan dikta olma arzusu taşıyan gruplar iktidarda.

Şu an Alevilere ve Dürzilere yönelik katliamları ve saldırıları göz önüne alırsak veya Kürtlerin sürekli tehdit edilmesini, daha doğrusu sürekli tehdit dilinin diğer azınlıklara yönelik devam etmesini, Arap kemeri üzerinden devam eden ve kadın haklarına kesinlikle saygı duyulmayan uygulamaları görüyoruz. Üniter yapıda ısrarın ne kadar tehlikeli olabildiğini ve bir coğrafyayı nasıl yıkıma götürdüğünü iki dönemde de şahit olduk.

Bu sunu gösteriyor: Demokrasi pratikleri devletler tarafından gelmez; buna sokak ve halk pratiği etki eder. Dolayısıyla bu, tamamen devletlerin sivilleşmesi, kurumların demokratikleştirilmesi ve devlet kurumunun ırkçı ve mezhepçi siyasetten arınması anlamına geliyor.

Bu süreçte demokratikleşme adımları atarken sadece Kürtlere güvenmek, barışı sadece Kürtlerin üzerine yıkmak ise meseleyi savuşturmak anlamına gelebilir. Risk şu ki, devletin artık kendi otoriter bekasından feragat etmemesi halinde ne olacak? Yeniden savaş mı? Bu sanırım korkunç olur ve asla dönülmemesi gereken bir süreç.

İşte bunun önüne geçmek için Kürt sorununun Kürtlerin elinden çıkması, Türk alanında biraz sahaya inmesi gerekiyor. Kürt halkı zaten kendi örgütlü gücünün, bu sürecin farkında ve hatta silahların bırakılması sürecinde ihtiyatla izliyorlar. O nedenle devletin elinde şantaj haline gelmiş barış meselesini tam da onun elinden kurtarmak ve toplumsallaştırmak, aynı zamanda Türk halkını bu sürece dahil etmek gerekiyor. Kürt sorununu ‘terörizm’, çatışma ve nefret konteksinden arındırarak yeni bir politik sürece yaslamak bir aciliyet alanı gibi duruyor.

Birçok kişinin yanlış analizlerinin tersine, Kürt siyasal hareketi sadece Kürtlerde değil, başka dünya toplumlarında iz bırakan bir mücadelenin olanaklarını açtı. Sadece klasik gerillacılık değil, mesela doğaya yakın, insancıl, ekolojik ve feminist deneyim tartışmalarını da 1990’ların ortasından itibaren gündemine almıştı. En klasik anlamda şu an küresel feminist kadın hareketinin sloganı haline gelen ‘Jin, Jîyan, Azadî’ sloganı, temelini 1990’larda Kürt kadın hareketinin tartışmalarına borçludur.

Açıkçası, Stalinist ve Maocu sert merkezi veya militarist pratiklerden sıyrılmak herkese nasip olan bir durum değilken, sanırım özellikle kadınlar ve gençlik bu hareketin ideolojik ivmesini içeriden değiştirdiler. Pratik olarak da Rojava, sivil kooperatif deneyimleri veya belediyeler örnek alınabilir. Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye ve Kürdistan’daki birçok sosyalist deneyimden bu anlamda daha sosyalist çizgide ısrar ederken, enternasyonalîst hareketlerle daha güçlü bir ilişki kuran tek güç olabilir.

Bakınız, bugün Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya kadar ve Ortadoğu’daki birçok sistem karşıtı dinamikle güçlü ilişkileri olan bir yapıdan, gelenekten bahsediyoruz.

‘KÜRTLERİN NE İSTEDİĞİ AÇIK’

Herkes Türklerin yeni sürece hazır olup olmadığı üzerine duruyor. Buna karşılık 50 yılı aşkın süredir savaş coğrafyasında yaşayan Kürtlerin ne düşündüğü konuşulmuyor. Kürtleri neler bekliyor, neler yapılmalı?

Aslında elli yıl değil, neredeyse Osmanlı’dan beri devam eden sömürgecilik çerçevesinde baktığımızda uzun bir zamanı kapsıyor. Kürtlerin neyi istediği sorusu veya neyi düşündükleri ise bence açık. Asıl sorunumuz sanırım genel anlamıyla bunu kabullenmeyen, yani Kürtlerin kendi belirledikleri şekilde varlığını tanımlamasını kabullenmeyen, Türklük ve Sünnilik ethosu girdabından bir türlü kurtulmak istemeyen bir kesim halkın (burada genellemek istemiyorum) büyük kesiminin hâlâ hangi dille bir diyalog geliştirmek istediğine (mesela ırkçılar, Kemalistler, emekli savaş yanlısı generaller, Turancılar, vb.) veya neyi istediğine karar verememesi.

Yani Kürtler, ayni Aleviler gibi kendi adlarına karar verilmemesini veya onların adına konuşulmamasını, onların yaşam alanına müdahale edilmemesini talep ediyor. Çünkü özgürlük, o bedenlere ait bir durum. Ama elbette son elli yıllık süreç pek önemli, keza Kürtlerin ve Türklerin ilişkilerindeki toplumsal zedelenmenin de ayyuka çıktığı zamanlar. Bir yandan devletin inkârcı, baskıcı şiddet mekanizmaları, diğer yandan Kürt Hareketi’nin anti-kolonyal karşı-şiddet pratikleriyle yaratılan fobik ve nefret ortamı. Dolayısıyla bu soru, cevabı pek kolay olan bir soru değil.

Yani nasıl bir mücadele izlemek gerekiyor? Bir yandan paranoya, militarizm ve ırkçı patolojilerle büyümüş bir kitleyi ikna etmek duruyor ortada. Burda Türk soluna, aydınlarına ve demokratlarına çok iş düşüyor.

Ama diğer yandan, ırkçılığın ve nefret siyasetinin ve hatta linç kültürünün cenderesi altında; sömürge şiddetinin gölgesinde büyümüş, serhildan ve travma hafızasıyla dokunmuş Kürt alanından bahsedebiliyoruz ki, en çok da onlar barışma taraftarı. O yüzden bu soruyu cevaplamak için diyebilirim ki biraz daha beklemek ve sürecin nereye evrilebilecegini görmek de lazım sanki.

‘KÜRTLERDE TEDİRGİNLİK VAR, DEVLET HALA GÜVENCE VEREBİLMİŞ DEĞİL’

Neredeyse sekiz kuşaktan fazlasını kapsayan bu şiddet sarmalının durması ama aynı şekilde bir yüzyılı kapsayan nefret söylemiyle yüzleşmek (“şaki Kürtlerden terörist Kürtlere” değişmeyen ırkçı nefret söylemi), elbette farklı anti-racist ve antifaşist duruşu gerekli kılıyorken, her şeye rağmen bu kararın demokratik, sivil siyasetin önünün açılması için çok önemli, tarihi bir karar olduğunu belirteyim.

Her şeye rağmen diyorum; keza militarizasyon süreci de ne yazık ki toplumsal travmanın en etkin aygıtlarından biri olarak artık lağvedilmesi gereken bir olgu. Yine eklersem, izin verirseniz, Kürtlerin kuşku ve devlete güvenmeme deneyimlerinde haklılık payıyla alakalı olarak, farklı politik alan içinde olan bütün Kürtlerin de kafasının karışmasını algılamak gerek.

Hani, yüzyıldan fazla devam eden sömürgecilik ve Kürt sorunu canlı bomba gibi karşımızda duruyor ve işin içinden çıkılmaz, yüzleşilmesi gereken bir şiddet tarihi var (2015’teki Suruç ve Ankara Garı katliamlarını unutmadan). Aynı minvalde, şu an aşırı Türk milliyetçiliği, emekli Kemalist generaller ve Türk ırkçılığı toplumda belirli komplocu paranoyalar yaratarak bu meselenin rahat şekilde konuşulmasına katkı sunmadıkları gibi, toplumda derin yaralar açan nefret söylemini de çoğaltan gruplar.

Ondan, silahlar bırakıldığı için Kürtler’de tedirginlik ve güvensizlik var; keza devlet bunun hâlâ güvencesini verebilmiş, yani meseleyi yasa üzerinden konuşmaya yanaşmış değil. Sanırım bu meselenin tek tarafı, hak verirsiniz ki, çok açıktır ki Kürtler değil. Yani, inanılmaz paranoyak halde olan, aşırı milliyetçilik girdabına bulaşmış Türk halkı da bu barışın diğer tarafıdır. Sanırım burada artık dil ve diyalog kurma biçimleri, bazı durumlardan feragat eden bir yaklaşımın izlenmesi gerekiyor.

Aşırı milliyetçi duygu dünyasıyla nefes alan bir toplumda, içinde olduğumuz mirasın 1915 Ermenilerin Soykırımı’nı -o hafızayı unutmadan (şimdi bana da ‘kripto Ermeni2 derler)- veya 1923 yapısının teknokrat ve Kemalist Cumhuriyet anlayışının yarattığı paranoya ve aşırı ırkçı reaksiyonerliği es geçmeden, birçok siyasallığın, toplumsal barış arzusunun demokratik biçimde kendini kamusal alanda rahat ifade etmesine izin verebilen bir demokratik alan nasıl kurulmalı sorusu elzem duruyor. Bu ise pratikle, barışın örgütlenmesiyle pek alakalı.

Yani, kamusal alanda yapılan Kürtçe müziğe saldıran, kayyım siyasetiyle cezaevinde olan onlarca belediye başkanı, öğrenciler, Kürt siyasetçileri ve daha nice muhalif insana dair cezalandırma sistemi veya Cumhuriyet’in belirli fobik durumlarından sıyrılmadan, Kürtçe ana dil olarak barış sürecinde özgürleşmedikçe, devlet muhalif insanları fişlemekten vazgeçmedikçe, sanırım riskler kapıda bekliyor olacak her zaman. Keza, Kürt sorunu bir halkın özgürleşmesi, bir ülkede radikal bir demokratik yaşamın inşası anlamına geliyor.

Ben bunu elbette tarihsel referanslar yerine, bugün de kurulması gereken müşterek demokratik yasam alanları üzerinden okumaktayım. Bu da barış karşısında hâlâ ayak direyen, nefret yüklü ama kendisiyle de barışık olmayan emekli faşist generallerle alakalı olmasa da miras kalmış askeri ve otoriter sivil vesayet rejimleriyle, kalıntılarıyla pek alakalı olabilir. Elbette işin içine başka jeopolitik riskler de giriyor olsa gerek.

Keza, sanırım Kürt Hareketi, Ortadoğu konjonktürünü çok iyi okuyan, buna göre konumlanan bir yapıya sahip olsa gerek ki bu silah bırakma ve sivil demokratik siyasetinin önünün açılmasına katkı sürecinde biraz da bunun payı var. Bu nedenle, bu süreç inanılmaz riskleriyle başlayan, açıkçası çok da net olmayan, ama şu ana kadar savaşmış ve silahları bırakmayı göze almış aktörlerin umuduyla, bir tarafın güçlü devrimci duygulanımlarıyla ilerliyor sadece.

SAVAŞ EKONOMİSİ EN ÇOK YOKSULLARI VE EMEKÇİLERİ YAKIYOR

Yani Türkler, halen sömürgeci zihniyette yaklaşıp Kürtlerin ne istediğini, neden barışı savunduklarını konuşmuyor mu?

Yine, izin verirseniz, bunu bitirip ‘Kürtler ne istiyor?’ sorusuna yanıt vermek isterim. Sanırım bunlar bu soruyla bağlantı olacak. Türk halkının, artık sanırım her sabah okunan ‘Andımız’dan daha çok, ortak coğrafya ve ortak yaşam alanında ısrar eden Kürtlerle yaşamanın siyasetini kurması için, ırkçı aktörleri dikkate almadan cesaretle barışmaya, diyaloğa yaslanması gerekiyor.

Bu da şu demek: Eğitim sisteminin, müfredatın tamamen demilitarize edilmesi, ırkçılıktan arındırılması; sadece bir etnik kimliğe, bir egemen dine gönderme yapan söylemlerin çocukların kitaplarından kaldırılması, alternatif ve kurumsal pedagojik bir yaklaşımla başka türlü bir Türkiye anlatısının önünün açılması gerek ki barış süreci etkin olsun.

Yani, sadece Kürtçe eğitime izin verip otoriter, cinsiyetçi, ırkçı eğitime devam ettiğinizde burada toplumsal diyalogdan daha çok devletçi otoriterizmden bahsediyor olacağız. Kürt sorunu, anti-ırkçılık yaklaşımının olması gereken sorundur. Kürt sorununu bir sorun olmaktan çıkarmak demek, alanın demilitarize edilmesi, eğitimin pedagojik olarak demokratikleştirilmesi, patriyarkadan arındırılması ve anti-ırkçı bir müfredata yaslandırılmasıdır. 

Türk entelektüellerine bu dönemde, topluma barışı aktarmak ve inşa etmek açısından riskli görevler düştüğü pek aşikâr. Yani, bu dönemde anti-racist bir konumlanışla cesaretle konuşulmayacaksa birçok mesele, ne zaman konuşulacak? Uzun zamandır darbeyle, şiddetle, ırkçılıkla yaşamış bu halka Türkiye solunun da artık bütün ‘abilik/ablalık’, üstencilik nutuklarından feragat edip bu süreci güçlü şekilde anlatması gerekiyor.

Kürtlerin sorununun çözülmesine ve toplumsal barışın sağlanmasına katkı sunmaları, aynı şekilde barışın her alana yayılmasına da katkı sunacaktır. Çünkü bu süreç, yani savaş ekonomisi, en çok da emekçileri ve yoksulların evini yakıyor. Açıkçası bir sınıf sorunu olarak barış, ortak emek ekonomisinin de kurulmasına katkı sunacaktır.

‘HAKİM MEDYADA KÜRTLERE DAİR KİMSE PEK KONUŞMUYOR’

Dikkat ederseniz, silahlı mücadelenin feshedilmesinden beri Kürtlere dair kimse pek konuşmuyor. Herkes Türklerin tedirginliklerinden bahsediyor; Kürtler özne olarak bu meselede ne düşünüyor diye merak edilmiyor hâkim medyada. Kimse şu soruyu sormuyor: Kürtler neden tedirginler?

Bakın, Kürtlerin en iyi bildiği şey tedirgin olmak. Bizim de içinde olduğumuz bir sürü kuşak, her sabah Andımız, her akşam İstiklal Marşı’yla eğitim aldı ve bu, Kürtler açısından ne kadar travmaysa veya Ermeniler, Alevi öğrencileri camiye entegre etmek isteyen din hocaları gibi, diğer halklar açısından da bu otoriter, ırkçı ve ayrıştırıcı müfredatın, eğitimin nasıl bir travmatik hafıza yarattığının sorgulanması gerekiyor.

Bu nedenle Türkiye’de esamesi okunmayan halklar, hariciler hep tedirgindirler. Türkiye’nin gerçekten demokratik, paylaşımcı ve çoklu bir yapı olmasının önünün açılması için tartışmaların daha güçlü ve açık şekilde yapılması gerekir. Yoksa hâlâ ‘terörizm’ kavramına teşne şekilde habercilikle veya yönetimsellikle bu sorun çözülmez, daha da kangren olur.

Veya gerçekten ‘Kürtler ne istiyor?’ sorusunun Kürtlere sorulması gerekirken, örneğin A Haber kıvamındaki belirli Türklüklerin veya seküler Beyaz Türklüğün hâlâ meseleyi ‘terörizm’ ve ‘bölünme’ paranoyası üzerinden sunması, bölgede bir şey ifade etmiyor. Bu süreç çok açık ki hem Yılmaz Özdil, Tanju Özcan, Ümit Özdağ gibi ırkçı hem de Kürt bölgesinden Mehmet Metiner, Şamil Tayyar gibi rant ilişkileri üzerinden kendilerine alan açmış kişilerin de olmayacağı anlamına geliyor. Veya daha birçok toksik yazar, aydın kişilik açısından, kendi kürsülerinin, savaş yanlısı oluşlarının, mağdur edebiyatlarının sonu da demek.

Bu gibi kişilikler her şeyin önünü tıkamakla kalmıyor; açıkçası aşırı paranoyak olan bugünkü kuşağın doğmasını sağladıkları gibi, mesela son AKP karşıtı mitinglerde ortaya çıkan tablodaki Kürt nefreti pek iç açıcı değildi. Yani, aşırı ırkçı bir yapılaşmanın toplum nezdinde yer edinmesi, yazık ki faşizme davet ediyor. Tam da psikiyatr W. Reich’in Naziler babında dediği gibi, sonuçta ‘ırk teorisi faşizmin bir icadı değildir; tam tersine, siyasi ifadesi olduğu faşizmi doğuran şey ırkçı nefrettir.’

O yüzden, ırkçılıkla yüzleşmenin yaşanmadığı toplumsal katmanlarda barışmak zorlaşıyor. Kürtlerin ne istediğiyle değil, kendi nefreti üzerinden neyi arzu ettiğiyle ilgilenmesi açısından mazoşist bir patoloji var bu kesimlerde. Elbette hem CHP nezdinde hem de bu meseleyi başlatan aşırı milliyetçi hareket MHP nezdinde değişimler enteresan olmakla birlikte, hafıza kurcalaması yaptığımızda faşizm tarihi ve Kemalizm’de ısrar pek güven verici değil.

‘KÜRTLER HER ŞEYDEN ÖNCE KENDİ VARLIKLARININ TANINMASINI İSTİYOR’

Kürtler özgürlüklerini istiyor; ama her şeyden önce, kendi varlıklarının tanınmasını -belki de ön koşul olarak- mesela kendi ana dillerinde eğitim alıp, dillerini kamusal alanda demokratik şekilde ifade edebilmeyi, kendileri hakkında söz sahibi olmayı ve yine dağlarından, ovalarından kendilerine ait olmayan isimlerin, sloganların, nutukların kaldırılmasını, her sabah veya akşam ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeyi bırakmak istiyorlar.

Dekolonizasyon demek, bir bölgenin, kültürel belleğin, dilin bütün sömürge ilişkilerinden onarılması, sağaltılması anlamına geliyor. Sanırım çok açık olmakla birlikte, bunların hepsi için anayasal güvencede olmasını talep ediyorlar. Yani bu meselenin bir oyalama siyaseti etrafında, eskisi gibi sulandırılmadan ciddiyetle ele alınarak, ortaklığın ana şartı olan şeyin yüzleşme ve tanınma olduğunu; anayasal hak olarak bunun güvence altına alınması gerektiğini zaten tartışmaktayız.

Bölgeye kalekol, sınırlara duvarlar, askeri yığılma veya daha da militarizasyon süreçlerinin yaygınlaştırılması değil; tam tersine, bir sürece dahil olarak demokratik, insani, yaşamsal siyasetin önünün hızlı açılması için bölgenin tamamen demilitarize edilmesi, anayasanın demokratikleştirilmesi, ırkçılığın bir suç olarak islenmesi; daha çok, çoklu demokratik bir yasa koruyuculuğun güvenceye alınarak Kürtlerin taleplerinden korkulmaması gerekiyor.

Açık konuşmak gerekirse, bunun için Türkiye’de gerçekten güçlü bir anti-ırkçı toplumsallık ve dinamik oluşursa bu meseleye ivme kazandırabilir. Örneğin şu anda Kürdistan’da sadece klasik bir sömürgecilik faaliyeti yok, aynı zamanda inanılmaz bir asimilasyon (Kürtçenin baskılanması, kültürel faaliyetlerin yasaklanması, vs.) ekonomik rant, ekolojik yıkım, yoksulluk, toplumsal travma, kadına ve çocuklara yönelik militarist ve patriarkal bir şiddet hâkim.

‘NEFRETLE, AŞIRI MİLLİYETÇİLİKLE ZEHİRLENMİŞ ÇOK KUŞAK VAR TÜRKİYE’DE’

Elbette birçok öneri makro ilk adımlar; asıl mesele bundan sonra başlıyor gibi. Adaletin tesis edilmesi: Cumartesi Anneleri, Roboski, Uğur Kaymaz şahsında tüm katledilen çocuklar, Taybet Ana, kadın cinayetleri, Suruç, Ankara Garı katliamları ve nicelerinin durumuna dair bir adaletin sağlanması, toplumsal barışın önemli ayaklarından sadece biridir.

Diğer yandan, bildiğiniz gibi Türkiye’de nefretle, ırkçılıkla ve aşırı milliyetçilikle zehirlenmiş çok kuşak var ve çoğu bu süreçle birlikte toplumsal paranoya yaşamakta. Keza, Zafer Partisi gibi Nazi partisi gruplar, nefret üzerinden sürekli propaganda yaparak toplumda nefretin canlı kalmasını, Kürt ve göçmen düşmanlığının yitirilmemesini sağlamak üzere yeminli tercüman gibi çalışmaktalar.

Türkiye’de ırkçılık ne yazık ki hala suç olarak kabul edilmiyor. Bu durum, toplumsal barışın cesaretli şekilde işlenmesi gerektiğini gösterdiği gibi; tam da anayasada bunun suç olarak kabul edilmesiyle, zenofob siyasetine karşı önlemler alınmasını gerekli kılıyor.

Irkçılık bir suç olarak artık ele alınmak zorunda. Bu, Türkiye’nin de kangren olmuş aşırı sağcı ve milliyetçi hafızasını, kendini sağaltması anlamına geliyor.