‘Erdoğan yeni bir geçici başarı peşinde’

Erdoğan’ın, batı ve doğu emperyalistleri arasında yeni bir manevra alanı bulduğu için İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı çıktığını söyleyen gazeteci İskender Bayhan; Türkiye’nin kazanımlarının sürdürülebilir olmadığının altını çizdi.

Ukrayna’da süren hegemonya savaşı sonrası NATO’ya üye olan ülkeler, bir bir resmi başvuruda bulunacaklarını açıkladı. İsveç ve Finlandiya da bunlar arasındaydı fakat Türkiye, bu ülkelerin üyeliklerini veto edeceğini açıkladı. AKP’li Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sebep olarak ilk açıkladığı şey ise, bu ülkelerin Türkiye için “terörist” sayılan kişilere ve yapılara sığınma vermesi.

Gazeteci İskender Bayhan ise Türkiye’nin tek bir sebeple bu itirazda bulunmadığının altını çizdi. Suriye’ye olası saldırıdan ABD ile olan krizin askeri açıdan düzeltilmesine ve elbette kendisinin de dile getirdiği “terör” bahanesiyle iç siyasette elini güçlendirmek.

En baştan başlayacak olursak; Erdoğan neden Finlandiya ve İsveç'in NATO üyeliğine karşı çıkıyor?

Finlandiya ve İsveç'in NATO üyeliğine karşı çıkması meselesini, bugün Erdoğan'ın iç ve dış politika açısından ihtiyaçlarıyla izah etmek mümkün. Temel olarak Erdoğan, NATO'nun nasıl bir işleyişe sahip olduğunu, oradaki yetkilerinin ne olduğunu, neyi, nasıl engelleyebileceğini, ne kadar müdahale edebileceğini biliyor. Hatta son noktada belki Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya üyelik müracaatını bir şekilde kabul etmek durumunda kalacağını da biliyor. Ama genel olarak kendisinin bugün hem Türkiye'deki dengeler (başta seçimler olmak üzere kendi iktidardaki pozisyonu ve güç ilişkileri açısından) hem de bölgedeki hesapları açısından olabildiğince verimli hale getirmeye çalışıyor.

Nasıl?

Erdoğan dış politikasını sürekli olarak batı ve doğu emperyalizminin çelişkileri arasında kendisinin olabildiğince kazançlı çıkabileceği bir pozisyondaki siyaseti kuruyor. Hem Rusya ve Çin başta olmak üzere doğudaki emperyalist güç merkezleri hem de batıda ABD ve Avrupa Birliği başta olmak üzere batılı emperyalist güç merkezlerinin amacı, bir bölgesel paylaşım aritmetiği içerisinde kendi hedeflerine ulaşmak üzerine. Erdoğan da onların çelişkilerinden yararlanarak yol alma ve kendi pozisyonunu güçlendirme siyaseti izlediği için şimdi bunu da bir fırsata çevirmeye çalışıyor.

İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine karşı çıkışına bu açıdan bakarsak birçok şey sayabiliriz. Birincisi, Suriye politikası. Zaten yeni bir açıklama da yaptı, “yarım kalmış işlerimizi tamamlamak üzere de harekete geçeceğiz” diye. Yeni bir saldırı mesajı da verdi. Başta Suriye politikasında batı emperyalizmiyle ilişkileri açısından yeni bir boşluk arıyor. Orada bir pozisyon almak üzere zaten belli beklentilerini de açık ve somut ifade ediyor.

20-30 kilometre Suriye sınırında güvenli bölge inşası dediği siyaseti hayata geçirmek ve içeride de göç, mülteci sorunu açısından sıkışmışlığını aşmak. Bunu da 1 milyon sığınmacı, 200 bin konut projesiyle yapmak. O bölgede özellikle de 2014-1015 askeri müdahalelerle de denetimine aldığı yerler zaten var. Dolayısıyla buradaki yerleşim politikası ve o bölgedeki varlığını meşrulaştıracak bir pozisyon da almak üzere. Şimdi İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğini de bu yüzden pazarlık konusu yapıyor.
Bu Batı'ya yaptığı pazarlık konusu değil mi?

Tabii. Özellikle de ABD'yle ve NATO'daki ağırlığı açısından NATO üyesi ülkelerle bunu yapıyor. Bunların toplamı açısından bir destek almak için yapıyor. Ya da destek alamasa bile bu politikayı sürdürebilir pozisyonda olmak için yapıyor. O çelişkilerden yararlanıp, o arada bu tartışmalar esnasında kendisi için bir fırsat yaratmak peşinde.

İkinci ve bence önemli bir diğer nokta da; Erdoğan, özellikle Türkiye'nin bölge ve Kürt sorununa ilişkin politikalarında, son dönemlerde de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra oluşturduğu o kokteyl terör örgütleri ve FETÖ meselesi üzerinden NATO'dan destek arayışında oldu. Finlandiya ve İsveç'in içeride de kendisi açısından çeşitli ambargoları var. İlişkilerinde ve o ülkelerde çeşitli vesilelerle terörü desteklediğini düşündüğü politikalar ve uygulamalar var. Bunlar konusunda onlardan bir taviz koparmaya çalışıyor. Hatta Türkiye'de de “büyük devlet adamı, büyük lider” pozisyonunda itibarını güçlendirebilecek bazı tavizler koparıp, belki hatta bazı siyasi operasyonlar da elde edebilirim diye düşünüyor.

Mesela?

Diyelim İsveç ve Finlandiya’ya kendi iç politikalarında belli konularda geri adım attırırsa hatta belli isimlerin, kişilerin Türkiye'ye getirilmesi ya da getirilip getirilmemesinden bağımsız olarak onların orada baskılanmasını sağlarsa, bu açıdan da bir şey elde edebilirim diye düşünüyor. Ve bunu Türkiye iç politikasında kendisi için bir propaganda malzemesine dönüştürüyor.

Bir üçüncü konu da; bence genel olarak NATO içerisinde ABD ile yaşadığı kriz. Türkiye askeri ihtiyaçlarını NATO içerisindeki askeri projelerle birlikte yürüyor. Başta F-16 olmak üzere S400 krizi de var. Buralardaki hukukunu da yenilemek istiyor. Ve şunu diyor; “Ben, ABD öncülüğünde Batı blokunun bir parçasıyım ama bu konularda beni desteklemediniz. Benim taleplerime yanıt vermediniz. O zaman şimdi ben de sizin bu politikalarınızı desteklemiyorum. Yeniden bu işi bir masada konuşalım.”

Bunların yanı sıra ciddi bir kaynak sıkıntısı da var. Aynı zamanda ciddi bir askeri teknoloji yenilenme ihtiyacı da var bu açıdan. Türkiye’nin savunma sanayisi açısından ciddi hamleleri de var. Dolayısıyla bunların da NATO bünyesinde kabul edilmesi, onay görmesi için de bir pazarlık yapıyor.

Onun dışında pratik başka şeyler de sayılabilir tek tek. Mesela daha ekonomi ağırlıklı, Türkiye'nin ciddi bir yabancı sermaye, dış kaynak ihtiyacı var. Buralarda ciddi bir arayışı söz konusu ama oralarda da bir mutabakat sağlamak konusunda ciddi problemler yaşıyor. Buralara kadar uzanan bir dizi ekonomik çıkarından da söz edebiliriz ama toplam olarak bakarsak, sonuçta ne bölge halklarının, ne Türkiye halkının ne de aslında dünya barışının çıkarına hizmet edecek bir siyaset izlemiyor.

Siz de belirttiniz; Türkiye esas olarak hala emperyalist güçler arasında çatışmadan yararlanıp kendisine bir hareket alanı açıp, ekonomik ve siyasi askeri pozisyonunu da güçlendirecek manevralar yapmaya çalışıyor. Bu tabloda da bir manevra alanı gördü, ki bunlardan biri Suriye, dediniz. Diyelim ki batı bloku Türkiye’ye üyelik karşılığında kabul verdi. Türkiye de Suriye’ye girdi. Bu defa Rusya’yı karşısına almayacak mı kabul vererek? Ayrıca Suriye’deki saha egemenliği de Rusya’da. Örneğin Suriye'nin Dışişleri Bakanlığı da burası Türkiye'nin toprakları değil dedi, bu zikredilen TOKİ projesi için. Bu senaryodaki sonuçlar neler olur?

Uluslararası ilişkiler açısından da bölgedeki Türkiye başta olmak üzere gelişmiş, ileri düzeyde güçlü devletleri açısından da şöyle bir problem var: O sahada kağıt üzerinde yazılı dünkü anlaşmalar veya dünkü protokollere uymayan, bunlarla çok çakışmayan bir fiili politika sürüyor. Evet, ne Rusya-İran'ın Suriye'de bulunması, ne ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde belli bölgelerde bulunması, askeri bir varlık göstermesi normal ne de Türkiye'nin bugün Suriye'nin içinde dört beş kenti Urfa, Hatay, Antep gibi valiliklere bağlı yönetmesi doğru.

Bunlar zaten uluslararası hukuk açısından da, uluslararası ilişkiler açısından da, yazılı platformlara da, yazılı metinlere de ters işler. Dolayısıyla bölgenin paylaşımı fiili olunca dengelerin de hareket alanların değişimi de fiili oluşuyor. ABD'ye yakınlaştıkça Rusya'yla sorunları artacak, Rusya'ya yakınlaştıkça ABD'yle ve batı emperyalizmiyle sorunları artacak ve bunlar da zaten yaşanıyor. Bu siyaset çok daraldığı için yeni bir hareket alanı, bu NATO tartışması.

Peki, ne kadar başarılı olabilir bunda?

Başarısız olur diyemiyoruz. Çünkü Erdoğan her defasında bir masa kurdu. Türkiye burjuvazisinin bölgedeki hedefleri ile Rusya burjuvazisiyle ilişkisinin veya ABD burjuvazisinin, Batı burjuvazisinin bölgesel hedefleri zaten o coğrafyanın yeniden paylaşımı üzerine kurulu. Onlar da o coğrafyada kendi bağımlılık ilişkileri açısından, onları güçlendirecek ve oradaki nüfuz mücadelesinde daha avantajlı pozisyona geçmek üzere siyaseti sürdürüyor. Bu açıdan bunun pratiklerini daha önce de yaşadık. Yani kısmen zımnen, dönem dönem alanlar açabiliyor. Ama elbette bunun da bir sınırı var. Şimdi bence Suriye'de gittikçe daha fazla Rusya'yla ve Suriye yönetimiyle karşı karşıya geleceği bir yere doğru gidiyor.

1 milyon nüfus, 200 bin konutla o coğrafyada 30 kilometre sınır içerisinde güvenlikli bir bölge inşa etme politikasını tamamlasa, hatta tırnak içinde söylüyorum; bunda “başarılı” bile olsa da asıl önemli nokta, bunun devam edip etmeyeceği. Bu da neye bağlı? Erdoğan gibi bu politikayı devam ettirecek bir hükümetin Türkiye'de tekrar iktidarını sürdürüp sürdüremeyeceğine; Rusya ve Suriye'nin bunu ne kadarını onaylayıp onaylayamayacağına ve bu gerilimin ileride açık bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceğine.

Türkiye Suriye hükümetiyle de Rusya'yla da çok kritik, sıcak çatışmaların da sık sık eşiğine geldi. Şimdi bunun yeniden çatışmaya dönüşmeyeceğine garanti veremez kimse. Ama başarı ve başarısızlık kısa vadeli. Bugün siyasette ve özellikle de bölge yeniden paylaşımda o yüzden orta ve uzun vadeli başarılar, başarısızlıklar üzerine bir siyaset kurulmuyor, tartışılmıyor. Daha dönemsel, daha konjonktürel başarı ve başarısızlıklar olarak kuruluyor. Mesela şunu düşünelim: Suriye'ye müdahale tartışması yapıp olanı, statüyü devam ettirdiği sürece 1 milyon yerleşimci, 200 bin konutla mültecileri Suriye'ye geri göndermeyi sağladığında bu başarı oluyor. Ama bu iç siyasette başarı oluyor hem de orada daha sağlamlaştığını düşünüyor.

Bu başarı daha büyük çatışmaların, sıkıntı ve problemlerin yaşanması üzerine kurulu bir geçici başarı da olmuyor mu?

Burada bence kazanılmış her başarı, bir Pirus başarısı. Bölge halkları açısından da bu bölgedeki dengeler açısından da bu bölgenin söz sahibi olabilecek, gelişmiş işbirlikçi büyük devletleri veya yönetimleri, hükümetleri açısından da uzun soluklu, süreli bir “denge kuruldu” başarısı değil. Aksine beş aylık, altı aylık, bir yıllık, iki yıllık yapan açısından “kazanımlar” demek daha doğru olur.

Bunları başarı kabul edersek; diyelim ki İsveç ve Finlandiya belli şeyleri kaldırdı; Türkiye'ye askeri açıdan politikacılara koyduğu bazı ambargoları kaldırdı; bunları o zaman bir “geri adım” diye kamuoyunda yükseltip büyük bir başarı olarak pazarlayıp sonra da Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğini kabul edebilir.

Örneğin, Suudi Arabistan’la olan yakın tarihi ilişkilere bakalım. Suudi Arabistan açısından nasıl oldu? Sadece bir gazeteci cinayeti hakkında Türkiye'de yürüyen aktif dosyanın kapatılıp Suudi Arabistan'a verilmesi bile Erdoğan’ın oraya gidip gidememesinin kriteri oldu. Resmen Suudi Arabistan dedi ki; “Suudi Krallığı’na bu dava olmadan gelemezsin.” Bunun üzerine gitti. Şimdi orada Suudi Arabistan'la ilişkileri ya da yeni ticari anlaşmalara girmiş olmak büyük bir “başarı” oldu.

Oradan da istediğini alıp istediği ilişkileri kuramadığı da kamuoyuna yansıdı...

Tabii, onun da devam edip etmeyeceği belli değil. Eğer bu dönemin bölgesel politikaları ve politik çatışmaları, gerilimleri açısından halkların bölgedeki barışını, bölgede eşit koşullarda bir arada yaşamanın ölçütlerine göre bakarak düşünürsek hiçbir başarı göremeyiz zaten. Başarının ölçüleri o değil. Ama bölgenin emperyalist güçlerinin, bölgenin yeniden paylaşımı açısından ve buradaki bölgesel güçler arasındaki dengeler itibarıyla ne olup bitti açısından baktığımızda oradan karşılıklı çokça başarı ve başarısızlık çıkarılabilir. O yönüyle düşünürsek; Erdoğan yeni bir geçici başarı peşinde. Kendi hakimiyeti, politikası, dediğim gibi iç ve dış politikası açısından bir konjonktürel başarı peşinde. Onun da ölçütü başta saydığımız gibi o temel birkaç noktada. Oralarda bir şey alırsa, o bir başarı olmuş olacak. Yoksa hakların çıkarına ortada bir politika yok. NATO kurulduğundan bu yana başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı kapitalizminin liderliği ekseninde oluşturmuş bir ittifak. Dolayısıyla böyle bir şey de zaten başarı ve başarısızlığın halklar açısından bir faydası olmayacağı için ısrarla NATO'dan çıkılması konusundaki değerlendirmeler de bence bu açıdan kıymetli.

Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine karşı çıkışına dair nedenlere değindik. “Evet” deyip Suriye sahasına dair onay alması senaryosu ve olası sonuçları da konuştuk. Peki, bu durumun bir de ABD ayağı var. ABD, hazır Rusya'yı bu kadar sıkıştırmışken Türkiye'nin bu masayı ve alanı açmasına tümüyle müsaade edecek mi? Ya da istediklerini hemen yerine getirecek mi? Buradaki ihtimaller neler?

ABD burada atacağı adımlar açısından bence Türkiye'deki hükümet meselesi çözülene kadar ağırdan alan bir yaklaşım izleyecek. Ama Erdoğan da Finlandiya ve İsveç konusunu tartışırken ve Türkiye'deki iç politikadaki tartışmaları değerlendirirken çok açık bir şey söyledi: “Türkiye'de yeni bir partner aramayın. Benimle yürüyün, bunlarla yürüyemezsiniz” dedi.

Bu, bana Cüneyt Zapsun'un bir zamanlar “süpürmeyin, kullanın” dediği yaklaşımı hatırlattı. Erdoğan, bir diplomasi ya da daha yumuşak bir dille benimle kavga etmeyin, elden geldikçe beni de kollayarak beni kullanın demiş de oldu. Tabii bir yandan benim de bu süreçteki, buradaki dengelerden yararlanma hakkımı da engellemeyin, demiş oluyor.

ABD emperyalizmi de Türkiye'de hükümet sorununun tartışmalarıyla birlikte nasıl çözüleceğini göreceği ana kadar bu süreci bugünkü tutumuyla devam ettirebilir. Nedir bugünkü tutumu? Benim beklentilerim var, bu beklentiler konusunda açık bir tutum alırsın. O zaman ben seni açıktan desteklerim. Yok bunu yapmazsan büyük oranda benden veya NATO'dan alacağın gücü alamazsın.

Sonuç olarak Türkiye’nin tüm sınırlarında Doğu Karadeniz'den güneye o geniş kara sınırına, Akdeniz’den Ege’ye bu coğrafya sadece Erdoğan için ya da bölgedeki gerici devletler, bölgesel güçler için değil, tüm dünya emperyalist sistemi içerisindeki ana güçler için de nüfuz mücadelesi alanı haline geldi. Hepsi sıcak çatışma alanı. Karadeniz de, Ege de, Akdeniz de yeniden paylaşım alanı.

Dolayısıyla böyle bir coğrafyada artık biz şunu konuşmuyoruz: 21. yüzyılın sonuna kadar gelmiş, coğrafi dengelerle kurulmuş, İkinci Dünya Savaşı ya da işte 1990’ların başında Glasnost ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla oluşan dengelerin kurduğu bir dünyayı konuşmuyoruz. Yeni dünyanın şekillenişini konuşuyoruz. Yeni bir dünya savaşı riskinin büyüdüğü bir coğrafyayı konuşuruz. Kimse burada istikrar aramıyor. Aksine her birinin kendi ağırlığını daha ileriden dayattığı bir politika hakim. Dolayısıyla böyle bir coğrafyada ya bu politikaya temelden itiraz edersiniz. Ya da bu politikanın içerisinde yuvarlana yuvarlana yüzebildiğiniz kadar yüzersiniz. Türkiye burjuvazisinin bugün iktidardaki kliniğinin temsilcisi olan Erdoğan da yuvarlana yuvarlana yüzmeye uğraşıyor.

Çünkü bunun tek alternatifi var: Ya bu coğrafyadaki bu fotoğrafın toplamına karşı bir barış, anti emperyalist politika, bölge halklarının çıkarına bir dış politika alanı açarsanız ya da bugün zaten var olanı yaparsınız. Dolayısıyla bu siyasete temelden karşı çıkamazsanız rasyonel bir politika izleyemezsiniz. Çünkü irrasyonel bir durum var. O irrasyonel durum içerisinde bölgesel çıkar elde etmeyi, bundan ekonomik yarar sağlamayı bizim anlama şansımız da yok, bunda başarı görme şansımız da.