Kalkan: 24 Temmuz faşist ittifakın müzakerelere müdahalesidir
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Türk devletinin 24 Temmuz 2015'te Kürtlere karşı ilan ettiği topyekun savaş sürecinin yıldönümünü ANF'ye değerlendirdi.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Türk devletinin 24 Temmuz 2015'te Kürtlere karşı ilan ettiği topyekun savaş sürecinin yıldönümünü ANF'ye değerlendirdi.
24-25 Temmuz 2015 tarihinde Türk ordusu Medya Savunma Alanlarına yönelik olarak büyük bir hava saldırısı gerçekleştirerek topyekun savaş ilan etmişti. Bu saldırının yıldönümünde konuşan PKK YK Üyesi Duran Kalkan, İmralı’daki sürecin müzakereye dönüşmesine faşist ittifak tarafından müdahale edildiğini söyledi.
İmralı görüşmelerinde çözüme gidilememesinin AKP’den kaynaklandığını vurgulayan Kalkan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından hazırlanan belgelerin kendilerine ulaştırıldığını ve bunların tamamının ellerinde olduğunu ve şimdi iddia edilenin aksine AKP’nin bu konuda aracılık yaptığını ifade etti.
Suruç katliamında yaşamını yitirenleri de anan Kalkan, yeni sürecin bir MİT katliamı olan Suruç saldırısı ila başladığını da söyledi.
Kalkan, 24 Temmuz saldırısının birinci yıldönümü vesilesiyle sorularımızı yanıtladı.
ÇÖZÜMSÜZLÜK AKP’DEN KAYNAKLANDI
*24 Temmuz 2015’te büyük bir saldırı dalgasına ulaşan sürecin öncesini biraz konuşmak istiyoruz. Burada önemli bir dönüm noktasının Dolmabahçe mutabakatının olduğu biliniyor. 28 Şubatta İmralı heyeti ile AKP hükümeti yetkilileri bir mutabakat metni açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mutabakatı reddetti ve 5 Nisan 2015 tarihinden itibaren Sayın Öcalan ile bütün irtibat kesildi. 28 Şubat ile 5 Nisan tarihleri arasında neler yaşandı da Kürt sorununun demokratik çözüm arayışı kesildi?
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; 24 Temmuz 2015’den bu yana geçen süre içerisinde AKP faşizmine, topyekûn özel savaş saldırısına, faşist soykırımcı saldırılarına karşı direnen mücadele eden her kesi selamlıyorum. Yürüttükleri mücadelede mutlak başarı kazanacaklarına dair umudumu ifade ediyorum.
Yine bu faşist soykırımcı saldırganlığa karşı direnişin kahraman şehitlerini; Cizre ve Sur şehitleri şahsında, Mehmet Tunç, Asya Yüksel, Pakize Nayır şahsında, Baran, Azad, Çekdar, Şervan, Reber yoldaşlar şahsında, Ekin, Seve, Fatma, Zamani yoldaşlar şahsında saygı ve minnet ile anıyorum. Amaçlarını başarma, anılarını yaşatma, uğruna yaşamını verdikleri özgür yaşam ve Kürdistanı, Önder Apo’nun özgür çalışır ve yaşar koşulunu yaratma sözümüzü bir kere daha yineliyorum.
Özellikle de Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması her şeyin çözücü anahtarı oluyor, çözümün yolunu aydınlatıyor, çözümün kendisi oluyor. Sorun olarak ortaya çıkan ve bu kadar katliama dönüşen her şeyin çözülmesini imkan kılıyor. Onun için dikkat edilirse böyle bir savaş ve katliam sürecinin gelişmemesi için, onun zemininin yok edilmesi için en çok çalışan Önder Abdullah Öcalan oldu.
İmralı’da gerçekten de insanüstü çaba harcadı. Her türlü hileye, yalana karış büyük bir dirayet ve sabır ile çalışma yürüttü. Çözüm yolları geliştirdi, makul bir çözüm arayışında oldu. Bu temelde sorunların demokratik siyaset yoluyla, diyalog ve müzakere ile çözümünün önünü açmaya çalıştı.
Fakat bütün bu çabaları, amaçlanan sonucu vermedi. İmralı görüşmeleriyle çözüme gidilememesi tümüyle AKP’den kaynaklandı, Erdoğan’dan ve TC’den kaynaklandı. Bu devletin ve onu yönetenlerin Kürt sorununu çözecek bir zihniyete sahip olamamalarından kaynaklandı.
Neredeyse her gün Erdoğan bir tekerleme gibi söyleyip duruyor, “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil” diyor. Bütün bunlar Kürt halkının varlığını inkar etmek ve özgürlük istemlerini ezmek için söylüyor. Bu tekçilik Kürt varlığına ve özgürlüğüne karşı tekerleme haline getirilmiş bir söz oluyor. Ne denli Kürt karşıtı, Kürt düşmanı olduklarını gösteriyor. Kürt varlığını ve demokratik haklarını reddettiklerini gösteriyor.
DOLMABAHÇE AÇIKLAMASI ÖCALAN’IN ÇABALARIYLA OLDU
Aslında 28 Şubat ile 5 Nisan arasında, Newroz süreci yaşandı. Newroz’da Rêber Apo 28 Şubatı desteklediğini belirten açıklamalar yaptı. Öyle ki Kürt halkında, Türkiye toplumunda, uluslararası kamuoyunda Kürt sorununun çözümü için çok büyük bir duyarlılık, beklenti ve istek yarattı. Görüldü ki Önder Apo’nun çabaları, kamuoyunun beklentileri birleşiyor, çözümün kapılarını aralamaya doğru gidiyor. AKP hükümeti bunu engelleyemiyor. İktidar dayatmaları sonucunda da giderek gelişen siyasi eğilime kapı aralamak zorunda kalıyor.
Ahmet Davutoğlu hükümetinde gerçekten de o eğilim vardı. Davutoğlu yönetimi zihniyet ve siyaset bakımından çok ketumdu, iradeleri zayıftı. Fakat görüşmeleri daha önceden başlatıp sürdürdüğü için Erdoğan’ın da bu çalışmalara hep destek vereceğini sanıyorlardı. AKP’nin iktidarda kalmasının yolunun buradan geçtiğini biliyorlardı. Çünkü çözüm süreci gerçekten de AKP’yi destekliyor, siyasi destek bulmasına yol açıyordu. Bir parti ve hükümet olarak toplumdan bunun karşılığını alıyorlardı. Çok istekli, iradeli ve programlı olmasalar da çözüme eğilim gösterdiler. İktidarda kalmanın gereği olarak, yavaş yavaş bu adımları atıyorlardı. 28 Şubat Dolmabahçe açıklaması da böyle oldu.
Dolmabahçe açıklamasına ilişkin kamuoyu çok iyi bilmeli ki, bu açıklama hem bize rağmen, hem de AKP hükümetine rağmen yapıldı. Tümüyle Önder Apo’nun ürünüdür. Bizim çekincelerimiz vardı. Çünkü AKP hükümetinin, onun adına görüşmeler yürüten kişilerin davranışları, yaptıkları işler hiç güven vermiyordu. Tümüyle kendilerini dayatıyorlardı. Bizden hiçbir bilgi almadan, Önder Apo’ya gidip sanki PKK görüş vermiş gibi son şeklini vermeye kalktılar. Biz bunun mesele yaptık, ciddi bir tutarsızlık saydık ve tehlikeli gördük. Bu anlamda müdahalede bulunmak da istedik. Sorun Önder Apo’ya kadar gitti.
Rêber Apo bunların hepsini biliyordu. Bunları bilmesine rağmen, yine de adım attırmak için ısrar etti. Hem de “28 Şubat günü olacak. 28 Şubat 1997 muhtırasına karşı bir demokratik tutum olarak açıklanacak” dedi. Bu tarihte Dolmabahçe açıklamasını yaptırmasının böyle bir anlamı da vardı. Bu şekilde darbeci bütün eğilimlere karşı Türkiye’nin geri dönülmez demokratikleşme sürecini başlatmak istiyordu. AKP hükümeti söz konusu belge mutabakatını kendisine göre yontmaya çalışıyordu. O görüşmecileri, Önder Apo’nun söyledikleri dışında bazı şeyler sokuşturmaya çalışıyorlardı. Oyalamaya çalışıyorlardı. Açık ki hile yapmaya çalışıyorlardı.
Hem onlara rağmen, hem de bizim çekincelerimize rağmen, Rêber Apo eksiklikler olsa da tartışmalar ile giderileceğine güvenerek ısrar ile 10 maddelik müzakere taslağının 28 Şubatta hükümet ile birlikte açıklanmasını istedi.
Hükümet de iktidarını devam ettirebilmek için yürüttüğü bu çalışmada adım atması gerekiyordu. 28 Şubatta gönüllü olmasa da bu adımı attılar. Yani müdahale olmasaydı, çok açılımcı ve hızlı olmasa da AKP hükümeti yavaş yavaş benzer adımlar atmak zorunda kalacaklardı. Çünkü toplumdan iyi karşılık alıyordu, destek ve oy almasının buraya bağlı olduğunu görüyordu.
*Birçok uluslararası güç de bu sürece desteğini açıklamıştı...
Evet, dünya da destek veriyordu. Yani çözüm süreci AKP’nin en önemli politikası görülüyordu. Kamuoyu böyle bir beklentideydi. Bu temelde adım atmaya zorunluydu. İşte buna müdahale oldu.
DERİN DEVLET VE TEKÇİ ULUS GÜÇLERİ MÜDAHALE ETTİ
*Çözüm sürecine müdahalenin, müzakerelere geçişe bir adım kala mı olduğunu kastediyorsunuz?
Evet. 28 Şubat açıklaması sonrası bir adım daha ileri atılıp müzakereye geçilirse bunun geri dönüşünün olmadığını, AKP hükümetinin de bu adımları atmaya zorlandığını gören ulus devlet faşist güçleri buna müdahale etti. En kritik noktada, yani geri dönülmez bir adımın atılması arifesinde müdahalede bulundular.
Rêber Apo, AKP’yi oyun ve hileyi sürdüremez noktaya getirdi. Eğer bir adım daha atarlarsa, geri dönüşü olmayacaktı. Bundan dolayı maskelerini düşürdüler. Tutumlarını koydular ve gerçek yüzleri açığa çıktı. Rêber Apo’nun gösterdiği tutum, maskelerini düşürdü.
Çünkü sözleri farklı, eylemleri farklıydı. İkiyüzlüydüler. Demogoji, hile ve oyun yapıyorlardı. Tutumları aldatmaya dönüktü. Rêber Apo bunu netleştirmek istemişti.
Bu durum 28 Şubat deklarasyonu ile son sınıra dayandı. Bir adım atılacak ise bu müzakere olacaktı. Müzakereyi başlatmaları gerekiyordu. Bunu bir yalan ve hile olarak kullanıyorlarsa da maskeleri düşecek, gerçek yüzleri açığa çıkacaktı. Nitekim ikincisi oldu.
Önder Apo ve PKK’nin istediği de, kamoyunun beklentisi de o değildi. Bütün istekler ve beklentiler, AKP’nin Kürt sorununun çözümünü ileriye götürmesi ve çözücüsü olması yönündeydi. Ama AKP ve Erdoğan’da o tutum yoktu.
Derin devlet denilen, tekçi ulus devlet güçleri bu duruma müdahale ettiler. Büyük ihtimalle Erdoğan ile görüşmeler yaptılar. Uyarıp tehdit ettiler ve anlaştılar. Dolayısıyla Erdoğan’ın müdahale etmesini sağladılar.
ERDOĞAN FAŞİST DEVLETİN SÖZCÜLÜĞÜNÜ YAPTI
*Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tanımayan ve karşı çıkan tutumu kişisel bir tutum değil miydi diyorsunuz?
Ben bunu hiçbir zaman kişisel bir müdahale olarak görmedim. O, Cumhurbaşkanı olarak sözcülük yapması gereken yerdeydi. Dolayısıyla bir zihniyet ve siyasetin sözcülüğünü Erdoğan’a yaptırdılar. O da iktidarda kalmasının, o güçler ile ittifak yapmasına bağla olduğunu gördü ve onlar ile birleşti. Onlara katıldı ve onların sözcülüğünü yaptı. Bu şekilde tutum aldı. Erdoğan’ın Newroz’dan sonra 5 Nisan’da görüşmelerin bitmesine yol açan tutumu bu şekilde gelişti.
Bu, bütün sürece karşı; Önder Apo ve PKK’nin çabalarına karşı bir tutumdu. AKP hükümetinin Dolmabahçe’deki açıklamasına karşı bir tutumdu. “İleri gittiniz, Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum” dedi. Erdoğan bu tutumla Davutoğlu hükümetine şunu söylemiş oldu: “Evet, biz İmralı’da bazı görüşmeler olsun diyorduk, ama buradan bir mutabakat çıksın diye değil, Kürtleri oyalayın diye söylüyorduk. Biz hile ve aldatma olarak onu sürdürüyorduk, siz gerçek sandınız” demiş oldu.
Asıl mücadeleyi hükümetin meseleyi biraz ciddi alan durumuna karşı yaptılar. Korktular, “acaba hükümet, devleti bağlayıcı adımlar mı atacak, İmralı görüşmeleri adı altında yürütülen hileleri anlamamışlar mı?” dediler.
MUTABAKATI HAZIRLAYANLARIN HEPSİ PARTİDEN ATILDI
*Tam da İzleme Heyeti’nin oluşup oluşmayacağı, oluşursa bu heyette kimlerin yer alacağına dönük tartışmaların olduğu bir dönemdi...
Artık müzakereye geçilecekti. Çünkü İmralı’da masa kurulmuştu. Müzakere heyetlerinin olması kararlaştırılmış, isimler tartışılmıştı. İki tarafta gidecek, son şekli verilecek, heyetler oluşturulacak ve müzakerelere geçilecekti. Öyle bir duruma müdahale edildi.
Nitekim 5 Nisan görüşmelerinde Rêber Apo bunu şart koştu: “Bir daha gelinecekse, müzakere heyeti oluşturulacak ve müzakere için gelin. Yoksa gelinmesin. Bundan sonra müzakereye dönüşmeyecek herhangi bir görüşmenin anlamı yoktur” demişti. Buraya faşist ulus devlet güçlerinin, Ergenekoncusundan MHP ve CHP’lisine kadar bütün faşist güçler hepsinin müdahalesi oldu.
Erdoğan o zamana kadar oy almak için hile yapıyor, zaman kazanıyordu. Öyle yapamayacağını, net tutum alması gerektiğini görünce, söz konusu ulus devlet güçleri ile birlik oldu ve süreci bitirdi. Zaten kendisi de faşist tekçi bir zihniyete sahipti. Bu şekilde müzakere sürecine karşı tutum aldı ve her şeyi reddeder hale geldi. “İmralı’da görüşme yoktur, herhangi bir mutabakat yoktur. O açıklamayı yapanlar yanlış yapmışlardır, kendi başlarına yapmışlardır. Kürt sorunu diye bir şeş yoktur, biz çözdük” dedi.
Nitekim o görüşmeyi yapan ve mutabakatı hazırlayanların hepsini partiden attılar. Erdoğan’ın hileci siyasetini yürütemediler, diye görevden alındılar. Kürt sorununun çözümü yönünde zayıf da olsa adımlar attılar, bunun bedelini de ödediler.
*Ve süreç 7 Haziran seçimlerine evrildi. Seçimler HDP’nin büyük bir başarısıyla sonuçlandı. Yüzde 13 oy alarak 80 milletvekili çıkardılar. Ama o meclis çalışamadı. HDP’nin başarısı ile 24 Temmuz saldırıları arasında nasıl bir bağ var?
7 Haziran seçim sonuçları çok tartışıldı, daha önce belirlenmiş durumları tekrar etmenin bir anlamı yoktur. 7 Haziran seçiminin kazananı kayıtsız ve şartsız olarak HDP oldu. Kaybedenin ise AKP olduğu biliniyor. AKP iktidardan düştü. 3 kasım 2003 seçiminde tek başına iktidara geldi. Ondan sonra 7 Haziran 2015’e kadar hep tek başlarına iktidar oldular. 7 Haziran seçimlerinde tek başına hükümet kuramayacak bir oy oranına düştüler.
AKP 7 HAZİRAN’DA ERDOĞAN’IN TUTUMU NEDENİYLE KAYBETTİ
*Peki, HDP’nin seçimi kazanmasına, AKP’nin iktidardan düşmesine yol açan neydi?
Bunlar birbirine bağlı. Çok açık bir şekilde diyebilirim ki, buna yol açan çözüm sürecine yaklaşımdı. HDP’nin bütün saldırılara rağmen çözüm sürecini ısrar ile savunması ve sahiplenmesi, bu konuda söz ve davranış olarak tutarlı davranmasa, 7 Haziran’da yüzde 13 oy almasına yol açtı. AKP’nin tek başına iktidardan düşmesine de, çözüm sürecine olan hilekar ve tutarsız yaklaşımı yol açtı. Erdoğan’ın çözüm sürecine karşı çıkan, süreci bitiren tutumu yol açtı. AKP’nin seçimi kaybetmesindeki tek etken, Erdoğan’ın sürece müdahalesi oldu. Çözüm sürecini durdurması, reddetmesi ve inkar etmesi oldu.
Sadece “çözüm süreci bitirildi” denmedi. Ondan sonra HDP baş hedef yapıldı. Miting yaptırılmadı, AKP yönetimindeki polis tarafından HDP’lilerin büroları bombalandı, mitingleri yasaklandı. En son 5 Hazirandaki Diyarbakır mitingine büyük bir katliam dayatıldı. Buna rağmen HDP 7 Haziran seçimlerindeki sonuçlara ulaştı. Çünkü, çözüm sürecinde tutarlı oldu. Çözüm sürecini dayattı ve sürece sahip çıktı.
HDP’nin bu tutumu toplumdan destek gördü. Kürt halkından destek gördüğü kadar, Türkiye toplumundan da destek gördü. Yüzde 13 oranında Türkiye toplumunun da çok güçlü bir katılımı ve desteği vardı. Türkiye’nin eğilimi gösterdi ki, gerçekten de toplum çözüm sürecine destek veriyor ve sahip çıkıyor. Kürt sorunu çözülsün ve bu temelde Türkiye demokratikleşsin istiyor.
AKP ise 7 Haziran’da kesinlikle Erdoğan’ın tutumu nedeniyle kaybetti. Bunu böyle görüp değerlendirecekleri yerde, Dolmabahçe mutabakatı sonrasında olduğu gibi müdahale 7 Haziranda sonra derinleştirerek sürdürüldü. Bazı çevreler, 7 Haziran sonrası AKP’nin süreci yeniden ve doğru şekilde değerlendirmesi gerektiğini söylediler.
SAVAŞ KARARINI İKTİDARDAN DÜŞMÜŞ HÜKÜMET ALDI
*Doğru ve yeniden değerlendirmek ne anlama geliyordu?
7 Haziran yenilgisine yol açan etmenlerin doğru tespit edilmesi gerekiyordu. Buna yol açan etkenin çözüm sürecini bitirmek olduğu çok açıktı. O halde AKP’nin doğruya ulaşması demek, çözüm sürecine sahip çıkararak Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde gerçekleşen bir siyasete sahip çıkması demekti.
AKP içinde ve çevrelerinde bu görüşü savunanlar oldu. AKP’de bir dalgalanma da yaşandı. 28 Şubattan sonra AKP’ye müdahale eden güçler, 7 Haziran seçimlerinden sonra benzer bir müdahaleyi yaptılar. Tekrar çözüm sürecine dönülebileceği ihtimaline karşı, AKP’ye müdahalede bulundular.
Bu müdahale, bütün faşist güçlerin müdahalesi oldu. Türkiye’nin demokratikleşmesinden korkan iç ve dış bütün faşist güçler, AKP’ye müdahale de bulundu. Ve 7 Haziran seçiminden sonra çözüm sürecini yeniden geliştirmesine yol açabilecek bir hükümetin kurulmasını engellediler. Muhtemelen AKP, HDP ve CHP’yi de katacak şekilde bir hükümet kurup, Kürt sorununu çözecek bir siyaseti olacaktı. AKP’yi demokratik bir güç yapacak, toplumdan destek aldırtacak siyaset buydu. Bundan korktular ve müdahalede bulundular.
Davutoğlu, 7 Haziran akşamı koalisyon hükümeti kuracağını açıkladı. Ama Erdoğan, Davutoğlu’na aslında hükümet kurmama görevi verdi. İkili görüşmede “hükümet kur” mu dedi, yoksa “hükümet kurma, oyala” mı dedi? Erdoğan ve yandaşları HDP’li olası koalisyon hükümetinin kurulmasını engellediler. Devlet Bahçeli bunu doğrudan engelledi.
Böylece 7 Haziran seçiminin ortaya çıkardığı meclisi daha ilk günden öldürdüler. Siyaset yapamaz, hükümet kuramaz bir konuma düşürdüler. Hükümet kuramayan bir meclisin ömrünün olamayacağı, kısa sürede dağılacağı açıktı. Nitekim 7 Haziranda ortaya çıkan meclis sadece PKK’ye karşı savaş kararı aldı.
İktidardan düşmüş ve seçim hükümeti konumundaki bir hükümet büyük bir savaş kararı aldı. Bu konumda olan bir hükümetin 24 Temmuz saldırılarını başlatmasını bile engelleyemediler. “Siz daha hükümet değilsiniz, herhangi bir siyasi sorumluluğunuz yok, göreviniz yok. Ülkeyi ve toplumu böyle tehlikeli bir çatışmanın içine itemezsin” diyemediler. Vekaleten yönetimde olan bir hükümet Türkiye’yi ağır bir savaşın içine soktu.
7 Haziran sonrası AKP, siyasetini, Kürt sorununun çözüm yollarına açacak bir şekilde oluşturacak ve buna göre de kendisine ittifak ve güç arayacaktı. Ama bunlara müdahale edildi ve önü alınmak istendi.
ERDOĞAN’IN DIŞ POLİTİKADAKİ U DÖNÜŞLERİ DE BİRER MÜDAHALEDİR
*Bu müdahaleler ‘darbe’ olarak tanımlanmıştı. Değerlendirmelerinizden bir değil zamana yayılmış biçimde bir dizi darbe mi yapıldı?
Evet, bütün bunların hepsi birer darbedir. Bunu Önder Apo darbe mekaniği olarak değerlendirdi. Günlük darbelerdi ve siyaset darbelerle yürüyordu. Günlük taktik gelişmeler ile darbeler yapılıyordu. Mesela Dolmabahçe mutabakatı karşısında Erdoğan’ın tutumu bir darbeydi. Yine 7 Haziran seçim sonuçlarına karşı Erdoğan’ın tutumu da bir darbeydi. Bütün faşist güçler elbirliği etdip, seçimden çıkan meclisin hükümet kurmasını engellediler. Bu temelde 24 Temmuz saldırılarını başlattılar. O saldırıya dayanarak da 1 Kasım seçimine gidildi.
Aslında 1 Kasımda ne seçim oldu, ne de AKP iktidara geldi. Bu yapılanların demokratik kriterler ile hiçbir bağı yoktur. Bu da bir seçim darbesiydi ve iktidarın gasp edilmesiydi. Bunların hepsi darbe içinde darbelerdi. 24 Temmuz saldırısı da bir darbedir. Kim Türkiye’yi böyle bir savaşın içine sokmaya cesaret etti? 1 Kasım seçimleri bir darbeydi ve de şimdiye kadar da darbe olarak yürüdü.
En son Erdoğan’ın dış politika yaklaşımlarında “U dönüşü oldu” diyorlar. Bu da bir müdahaleydi. “Yaklaşımlarını düzelt, üslubunu düzelt, zarar veriyor” dediler. Hemen su pus oldu. Erdoğan şimdi faşist ulus devlet sistemini elinde tutan güçlerin sözcülüğünü yapıyor. O güçler istekte bulunuyor, müdahale ediyorlar. Erdoğan çoktandır teslim olmuş durumdadır.
Erdoğan ile Ordu arasında yeni bir mutabakatın olduğunu herkes biliyor. Mayıs 2007’de Yaşar Büyükanıt ile Dolmabahçe’de yaptıklarına benzer bir mutabakat oldu. Ciddi bir politika değişikliği yok ama toplumu aldatmak için yeni üslup değişiklikleri yapıyorlar. Bazı çevrelerin önünde yeniden yeniden diz çöküyorlar.
*“Erdoğan, Ergenekon ve ulus devletçi faşistler birleşti” dediniz. Bu yerel faşist blokun yanında başlatılan savaşa uluslararası alanda nasıl bir destek verildi? Bu bağlamda 22 Temmuz ABD-Türkiye antlaşması bu sürecin gelişiminde nasıl etkide bulundu?
Türkiye’de Kürt inkar ve soykırımını esas alan, bu temelde bir ulus devlet statükoculuğunu yürütmek isteyen bu çevrelerin dış bağlantısı var. Buna Süper Gladio ile olan ilişkiler de deniliyor. Kapitalist modernitenin derin güçleri ile olan ilişkiler de denebilir. Fakat dünyada siyaseti yönlendiren odaklar bulunmakla birlikte bir oranda açık siyaset de var. Bunun için dalgalı bir siyaset oluyor.
28 Şubat mutabakatında müdahalede Erdoğan’ın sözcülüğünü yaptığı kesimlere kısmi bir dış desteği vardı. Fakat zayıflardı.
Süreci bu biçimde Türkiye içindeki faşist güçlerin birliği yürüttü. Beyaz, Kara, Yeşil Türkçü faşizm birleşti, 24 Temmuz ve 1 Kasımı yarattılar. Fakat bunun arkasından Kürt soykırımının PKK’nin belirttiği şekilde çözümünden korkan dış çevreler de Erdoğan ve Bahçeli’ye destek verdiler. Türkiye’nin demokratikleşmesinden korktukları için böyle davrananlar oldu.
AKP-PKK çatışması yaratılırsa “her ikisi de zayıf düşer, bağlanılacak yer arayıp birilerine muhtaç olurlar” diyerek 24 Temmuz saldırılarına destek verenler oldu. ABD’nin rolünü burada belirgin olarak görmek gerekir.
SURUÇ BİR MİT KATLİAMIDIR
*Bir de aynı günler Suruç katliamı gerçekleştirildi. Suruç’ta 33 sosyalist gencin katledilmesinin bu gelişmelerle nasıl bir ilişkisi var?
Evet, bu katliamın da birinci yıldönümünü yaşıyoruz. O katliamda şehit düşen gençlerin hepsini saygı ve minnet ile anıyorum. Bir yıldır onların intikamlarını almak ve kanlarını yerde bırakmamak için halk ve hareket olarak, yüzlerce şehit verme temelinde savaştık ve direndik. Onlar çok saygın güçlerdi. Demokratik Türkiye’yi temsil eden insanlardı. Türk ve Kürt kardeşliğini temsil eden insanlardı ve bunu Suruç’ta kanları ile mühürlediler.
Eğer bugün bu kadar savaşa ve çatışmaya rağmen bir Kürt-Türk savaşı çıkmıyorsa, milli çelişkiler oluşmuyorsa bunda Suruç’ta kan dökenlerin belirleyici rolü vardır. Onların varlığı toplumu bir arada tutuyor. Kürt Türk birliğini ve kardeşliğini temsil eden onlardır. Böyle de anılacaklar. Onların amaçları başarılacaktır. Bunu bir kere daha net biçimde ifade ediyorum.
20 Temmuz Suruç katliamı da MİT’in ürünüydü; ondan Hakan Fidan sorumludur. O konuda hiç yanılmıyoruz. Suruç katliamı, DAİŞ etiketiyle yapılmış bir MİT katliamıdır. Dolayısıyla bunları MİT yaptı. Fakat ABD’nin de belirttiğim çerçevede çok desteği oldu. İşte AKP zayıf düştü ve bu zayıflıktan yararlanmak istedi. AKP’yi uluslararası koalisyona katıldı. AKP, DAİŞ’e karşı savaşıyor gibi görünerek PYD’yi tasfiye edebileceğini sandı. ABD de bu eğilimi görüp ondan yararlanmak istedi. Zayıflayan AKP’yi Ortadoğu’da kendi siyasetlerine hizmet eder konumda tutmak istediler.
Erdoğan, ABD politikaları ile uyumsuz tutum içerisindeydi. AKP hizaya çekilmek istendi. PKK ise, çok güçlenmiş ve itibar kazanmıştı. ABD’nin çıkarları bir AKP-PKK savaşını gerektirdi. “AKP, ABD’ye muhtaç olur ve ABD karşıtı tutumlarından vaz geçer. PKK de zayıflarsa Kobanê zaferi, 7 Haziran seçimi ve DAİŞ’e karşı savaş ile kazandığı itibarın bir kısmını kaybeder” hesabı yaptılar.
PKK, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde faşizm karşısında insanlığı koruyan bir güç haline gelmişti. Dünyanın dört bir yanında halklar, emekçiler, kadınlar ve gençler Kürt gerçekliğini bu temelde tanıyorlar ve destek veriyorlardı. Bu, ABD’yi korkuttu. PKK’nin Ortadoğu’da yeni gelişmeler yaratabileceği korkusuna kapıldılar. Bunu engellenmesi arayışının doğal uygulanması ise AKP-PKK çatışması yaratmaktı.
AKP ise 7 Haziranda iktidardan düşmüştü. Tekrardan iktidarda kalması, ABD desteğini alarak böyle bir savaşı yürütmekle olacaktı. Bu temelde 24 Temmuz saldırısına gidildi. ABD ve AKP’nin planları biraz örtüştü ve bugünlerde bir yılını dolduran, insanlığın alnına soykırım gibi bir lekeyi vuran olaylar yaşandı.
Cizre, Sur ve Kürdistan’ın dört bir yanında olanların, 100 yıl önce 1915’de Ermeniler, Rumlara, Kürtlere karşı yapılanlardan hiçbir farkı yoktur. Bu geçen bir yıl içerisinde AKP faşizminin Kürdistan’da uyguladığı da tehcir ve katliamdır. Yaşanılanlar ancak yüz yıl önce yaşanmış olaylar ile kıyaslanabilir. Hatta onları bile aşan vahşilikler oldu.
*24 Temmuz saldırılarının, 24 Temmuz 1925 Lozan Antlaşması’nın yıldönümüne denk gelmesini bir tesadüf mü? Başlatılan bu savaş, Kürdistan’da süregelen savaş içerisinde özel bir yeri var mı?
Lozan Antlaşması’nın yıldönümüne denk getirilmiş olabilir. Türkiye devleti bu tür şeylere dikkat gösteriyor. Mesela Önderliğe karşı uluslararası komplo düzenlendiğinde de Rêber Apo’ya idam cezasını, Şeyh Saitlerin idam edildiği gün verdiler. 96’da Rêber Apo’ya dönük saldırıyı, Denizlerin idam edilişinin yıl dönümü olan 6 Mayısta yaptılar. Yani Türk devletinin bu tarz yaklaşımları var. Mesaj vermek istiyorlar.
24 Temmuz da bu doğrultuda seçilmiş bir gün olabilir, ama siyasi ve askeri durum o kadar yoğundu ki, peş peşe gelişen olaylar oldu. Doğal bir gelişme, yani bir tesadüfte olabilir. Çünkü 20 Temmuzda Suruç katliamı ve onun tartışmaları yoğunlaşmıştı. Önü alınmasaydı AKP hükümetini sorumlu kılacaktı. 24 Temmuz saldırıları başlayınca Suruç katliamının tartışmaları sümenaltı edildi.
Diğer yandan ABD ile antlaşma imzalandı, güya DAİŞ’e karşı savaş koalisyonuna katılmış ve DAİŞ’e karşı savaşıyor gözükeceklerdi. Ama savaş pozisyonuna geçince hedefi PKK’yi vurmaktı. Dolayısıyla kalkan uçaklar da PKK’yi vurdular.
7 Haziran süreci Kürt sorununun çözümünü getiriyordu ve bu da Lozan Antlaşmasının değişmesini ve aşılmasını gerektiriyordu. Her fırsatta “Lozan’ı deldirmeyiz” diyorlar. Lozan Antlaşmasını bozmaya çalışanlara karşı, Lozan’ı koruma hamlesi başlatmış olabilirler. Bunlar teorik değerlendirmeler ve ilgili güçlerin başlatılan süreçlere motive etme anlamında önemli rol oynuyor.
SAVAŞI PKK BAŞLATMADI
*Halen tartışılan ve muğlaklaştırılmaya çalışılan bir konu ise, 24 Temmuz öncesi PKK’nin şehirleri bomba doldurduğu yönündeki iddia ve tartışmalardı. Devlet açısından düşünüldüğünde ise böyle kapsamlı bir saldırı ciddi bir hazırlık olmadan gerçekleştirilebilir miydi? Yani devletin bu yönlü bir planı ve hazırlığı var mıydı?
Devletin hazırlığı olduğu kesindi; onun için yorum yapmaya gerek yok. Bu temelde bir sürü belge de açığa çıktı. Bu süreç Kobanê saldırıları ile Rojava devriminin yıkılması ile başlatılmak istendi. Buna dayanarak da Kuzey Kürdistan’da topyekûn imha saldırılarıyla Özgürlük Hareketi’nin tümden tasfiye etmeyi öngördüğü görülüyor.
Bu temelde 30 Ekim 2014 MGK toplantısında, çöktürme eylem planının Kuzey ayağı karar altına alındı. DAİŞ’in Kobanê’ye saldırtılması, Rojava ve Bakur’da ortak saldırı planlarının yapılması, gizli güçlerin çabaları ve projeleridir. Ondan sonra “teröre karşı iç güvenlik yasası” adı altında yasalar çıkardılar.
Diğer yandan da sınırları kapatmak için karakol ve kalekollar da dahil askeri hazırlıklar yaptılar. Biz o MGK toplantısından sonra şu tespiti yaptık: “Türk devleti topyekûn bir saldırı hazırlığı yapıyor ve fırsat bulursa bunu hayata geçirecek” dedik. Buna göre hazırlık da yaptılar.
Bunun karşısında hareket olarak durumumuzu da değerlendirip bazı şeyleri açık şekilde söyleyebiliriz. Biz açık siyaset yapan bir gücüz. Mesela o dönemde karşı tarafın çözüm sürecine yanlış yaklaştığını görüyor, onu teşhir edip boşa çıkarmaya çalışıyorduk. 30 Ekim MGK toplantısından alınan kararların Sri Lanka’nın Tamil saldırısına benzer bir saldırı kararı olduğunu değerlendirdik. Bütün bunlara göre bir politika da belirledik.
Tüm bunlara rağmen, sadece 2014’de değil, 2013’ten beri başlangıçta bazı itirazlarımız olsa da, İmralı’da “Kürt sorunun çözümü için 3 adımlı eylem planı” gibi bazı yazılı belgeler çıkınca, bu üç adımın gerçekleşmesi için elbirliği ve görüş birliği ettik.
Rêber Apo, “yazılı belge haline getirmiş, resmiyete bindiriyor, çözüm istiyor, bütün bunlar bir oyun ve aldatma olamaz” dedik. Çünkü belgeli çabalar vardı, her sayfanın altında imzası vardı. Bu belgeler elimizdedir, isteyen olursa yayınlayabiliriz. Bütün bunların hepsi de İmralı’dan AKP hükümetinin eliyle bize geldi. Devlet getirdi. Şimdi HDP’liler gitmiş gelmiş diyorlar. Hayır, öyle değildir. HDP bizimle AKP hükümeti arasında aracılık yaptı. Rêber Apo ile aracılığı AKP yürüttü.
Bir yandan Önder Apo’nun İmralı’da yürüttüğü görüşmeler, diğer yandan 30 Ekim de alınan karar bağlamında TC’nin içine girdiği savaş hazırlığı süreci vardı. Bizim de artık böyle ikili bir politika izlememiz gerekirdi. Önder Apo “ barış ve çözüm süreci taslağını” geliştirdi. Bu başarılı olursa 30 Ekim savaş kararı boşa çıkar, bu müzakere başarılı olmaz ise 30 Ekim savaş kararı uygulanmaya konur dedik. Bu değerlendirme temelinde tutumumuz, barış ve çözüm taslağının başarılı olması içindi. Bazı tartışmaları yetersiz bulsak da Önder Apo istediğinde, tartışma konusu yapmadan destek verdik.
*Bundan savaşı PKK’nin başlatmadığı sonucuna mı ulaşmalıyız?
PKK savaşın engellenmesi için çalıştı. Yönetimimizin talebi sorunların müzakerelerle çözülmesiydi. Fakat çabalarımız başarıya gitmezse, saldırılar olacaktı. O halde kendimizi savunmamız da gerekiyordu.
Bu doğrultuda kuşkusuz birçok şey yaptık. Bizden gerillayı çekmemiz, silah bırakmamızı ve gerillaya katılım almamazı istiyorlardı. Biz bu tür tartışmaları bir tarafa bıraktık. Öyle silah bırakıp bir tarafa çekilecek değildik. Tabi ki katılımları da engellemedik. Zaman ve fırsat vardı, biz de çok yönlü askeri hazırlık yapabilirdik. Açık söylüyorum, yapmadık. Ama katılımları da engellemedik ve katılanları eğittik. Bu temelde gerilla kendini eğitip yeniledi. Gerilla bir ihtiyat ve tedbir gücüydü. 30 Ekim MGK savaş kararına karşı bizim de kendimizi, halkımızı ve Önderliğimizi savunacak bir gücümüz, hazırlığımız olmalıydı.
Fakat onun ötesinde, öyle bir yeri silah veya savaşçı ile doldurduğumuz doğru değildir. Bazı patlamalar oldu, sanki onlar sağdan soldan gelmiş gibi yansıtmaya çalıştılar. “Her tarafı patlayıcı ile doldurmuşlar” diyenler, sonunda amonyum nitrat satışını engellediler. Dinamitleri denetim altına almaya çalıştılar. Yani Türkiye’de satılan malzemeleri sınırlamaya kalktılar. Madem dışardan geliyordu, o kararları neden aldınız? Bizim bir şeyleri bir yere taşımaya ihtiyacımız yok.
Dağda gerilla vardı ve gerilla teçhizat anlamında silahları zaten yanındaydı. Etrafa patlayıcı doldurmamıza ihtiyaç yoktu. Gerilla olduğu yerde yapabiliyordu, yaparız da. Şimdi de ne kadar engellemeye çalışsalar da engelleyemezler. Birisini engellerlerse bir başka madde ile yaparız. Teknik olarak o potansiyele sahibiz.
Son bir yıldır yaşanan savaş ortamında geriye dönüp baktığımızda, yeterince askeri hazırlık yapmamış olmakla kendimizi eleştiriyor, özeleştirimizi veriyoruz. Yapmış olsaydık AKP saldırıları böyle rahat olmazdı. Gerilla, orduya adım attırmazdı. Tüm çabamız demokratik siyasetin çözüm bulması doğrultusundaydı.
7 Haziran seçim sonrasında, 10 Haziranda toplandık ve en geniş bir demokrasi blokunun oluşmasını, dört partili bir hükümetin kurulmasını, MHP katılmasa da diğer üç parti ile hükümet kurulup meclisin de demokratik değişim dönüşümü yasallaştıracak yapılanma içerisinde olmasının doğru olacağını öngördük.
Bunları HDP’lilere ve demokratik kamuoyuna aktarmaya çalıştık. Tüm gücümüzle bunun gerekliliğini propaganda etmeye çalıştık. Tüm imkanlarımızı buraya seferber etmekten dolayı, aslında herhangi bir saldırı ihtimaline karşı savunma hazırlıklarımız zayıf kaldı.
Yönetimimizin 24 Temmuz günü bile düşüncesi böyleydi, hükümet kurulmasını bekliyordu. Kurulacak hükümet ile demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusu üzerinde kendi içinde tartışıyordu. Biz bu tartışmalarda iken 24 Temmuz topyekûn saldırıları ile karşılaştık. Bir gecede 400 sorti ile uçak saldırısı, bilmem kaç yüz eve baskın ile siyasi soykırım operasyonları karşılaştık.
Gerçekler bilinsin diye söylüyorum, amacım propaganda yapmak değildir. Biz teorik olarak belirlediğimiz “savaş kararı almışlar, buna karşı hazırlıklı olmalıyız” kararına uygun olarak davranmadık. Bu bizim için bir özeleştiri konusudur. Bunu saklayacak durumumuz da yoktu.
CEYLANPINAR SALDIRISI BİLGİMİZ DAHİLİNDE DEĞİLDİ
*24 Temmuzun hemen öncesinde Ceylanpınar’da iki polis öldürüldü ve Hükümet yetkilileri saldırılarına bu olayı gerekçe yaptı. Hareketiniz bu olayı nasıl değerlendirdi?
Ceylanpınar olayından hiçbir şey anlamadık. Yönetimimizin ne öyle bir kararı vardı, ne de öyle bir olay yönetimimizin bilgisi dahilinde oldu. HPG, bazı yurtsever güçlerin yaptığı eylem şeklinde duyurdu. Bu yurtsever güçler kimdi, o da belli olmadı. Yani onun nasıl bir olay olduğu netleşmedi. Bu Ceylanpınar’daki polisler kimdi, ne iş yapıyorlardı? Kim vurdu, ne için vurdu? Devlet bunları açıklasın ve herkes bilsin. Ona göre karar verilsin.
Biz gerçekler açığa çıksın diye çağrı yaptık. Karanlıkta kalmış olaydan, herkes kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya çalıştı. Bu bir oyun ve komplodur.
Bir de şunu düşünelim; 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis vuruldu, ama 20 Temmuzda Suruç kana bulandı. 33 genç katledildi.
Şimdi bu tür olayların olduğu bir ortamda iki polisin öldürülmesi tartışılıyor. Gece yatağında öldürüldüler, deniliyor. Gerçekten nasıl öldürüldüler, neden öldürüldüler? Ben de diyorum ki: “MİT, Hakan Fidan onları öldürdü.” İspat etsinler. Gerçekten öyle bir olay var mı, varsa nasıl olmuş? Bunların hiçbiri belli değildir. Ama muğlaklaştırıp saptırdılar. Süreç Ceylanpınar olayı ile falan başlamadı, 22 Temmuz ile bir alakası yok. Aslında süreç 20 Temmuz Suruç katliamı ile başladı. O da bir MİT katliamıydı.