Türkiye’de milli cephe yaratma politikasının bir ayağının da Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Kürt toplumu içerisindeki desteğini azaltmayı, sınırlandırmayı hedeflediğini söyleyen Kalkan, “Kürt işbirlikçiliğini ve ihanetini tavizle, baskıyla, terörle, korkutarak kendi safına çekip PKK’ye karşı, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Kürtleri kendi önüne öncü yaparak, korucu yaparak mücadele etme taktiği oluyor. 90’lı yıllarda da bunu çok uyguladılar” dedi.
Şu anda Musul üzerindeki pazarlığın en çok Güney Kürdistan için tehlike arz ettiğine dikkat çeken PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan, şunları ifade etti: “Bütün Kürt örgütleri birleşerek, ulusal kongre oluşturularak bu tehlikeyi ortadan kaldırabilir. Biz hareket olarak bu tehlikeyi görüyoruz. Defalardır bütün Kürt örgütlerine çağrılar yapıyoruz. Zaman geçmeden, tehlike büyümeden, önü alınamaz bir duruma gelmeden gerekli birlik oluşturulsun, ortak Kürt politikası devreye konsun, gerekli güçler oluşturulsun ki yeni Kürdü inkâr ve imha siyaset ve zihniyeti yenilgiye uğratılsın.”
PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan ANF’nin sorularını yanıtladı…
AKP’nin koruculara asker statüsü verme çabası ardından “Kürt aşiret ileri gelenleri” adı altında bir araya getirdiği bir grup üzerinden yürüttüğü çalışmalar var. AKP bu siyasetiyle neyi hedefliyor?
Bu, yeni bir politika değil. Yakın geçmişte de Kürt gerillasına karşı, Kürt özgürlük direnişine karşı milli cepheler oluşturuldu. Şimdi de o milli cephe yaratılmış durumda. Muhalefetin sesi susturularak, gazeteleri kapatılarak, aydınlar yazarlar ve gazeteciler tutuklanarak, önemli bir kısmı da görevlerinde atılıp baskı ve tehdit altına alınarak susturuluyor. Ya susacaksın ya da benim safıma geçeceksin, deniliyor. Bir kısmının AKP’nin yarattığı faşist cepheye geçtiği görülüyor. Bir kısmının da sustuğu, hatta bazılarının Türkiye’yi terk edip Avrupa benzeri yerlere gidiyorlar. AKP faşizminin saldırıları karşısında direnme-ayakta kalma gücü gösteremediler. AKP politikasının bir boyutu bu.
Milli cephe yaratma politikasının diğer bir ayağı da Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürt toplumu içerisindeki desteğini azaltma, sınırlandırma yaklaşımı. Yani Kürt işbirlikçiliğini ve ihanetini tavizle, baskıyla, terörle, korkutarak kendi safına çekip PKK’ye karşı, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Kürtleri kendi önüne öncü yaparak, korucu yaparak mücadele etme taktiği oluyor. 90’lı yıllarda da bunu çok uyguladılar. Köy koruculuğu adı altında bir sistem geliştirdiler. Bu askeri boyuttu; gerillaya karşı savaşta Türk ordusu öncü olarak, kılavuz olarak kullandı. Kürt gerillasına karşı zorla ve parayla yanına çektiği Kürt insanlarını kullandı. Şimdi bunları ordu statüsüne dönüştürmek istiyor. Bu söz konusu politikanın askeri boyutudur.
Bu da yetmiyor ve kültürel, siyasi boyutta gerekiyor. Bunun için yazarları, sanatçıları yanına çekmeye, Kürtçe yayıncılık yapıp Kürt diliyle Kürt Özgürlük Hareketi’ni kötülemeye çalışıyorlar. Aşiret reisleri denen şey de budur. Sadece aşiret reisleri de değil daha önce de siyasi koruculuk denen bir kavram vardı. Bazılarını milletvekili yaptılar, paraya boğdular, koçbaşı gibi kullandılar. Televizyon televizyon dolaştırıyorlar. PKK aleyhine konuşan vurgunu vuruyor, cebi doluyor. Ahlaksızca yiyip içiyor. Ortada bu şekilde dolaşan lanetlenmiş bir kesim var.
Şimdi bu kesimi biraz daha genişletmeye çalışıyorlar. Bütün bunların baskıyla, tehditle korkutularak yapıldığı açıktır. Bugün PKK’ye karşı bunu yapanlar dün PKK’den yanaydılar, PKK’ye destek verdiler. Şimdi de veriyorlar. Aslında çoğu zorla bu işin içine sokuluyorlar. Bunu çok iyi biliyoruz. Direnemiyor, ürküyor ve korkuyla soykırım rejiminin yanına geçiyor. Sözde bu biçimde PKK’yi bir terör örgütü gibi, toplumdan desteği yokmuş gibi, halkın desteklemediği bir örgütmüş gibi göstermek istiyorlar. Buna kim inanır!
Kürt Özgürlük Hareketi AKP denetimindeki seçimde bile Kürdistan’da yüzde 70-80 oy almış bir hareket. 40 yıldır gerillacılık yapıyor ve bu gerilla gökten mi besleniyor! Bu gerilla Kürdistan toprağından ve halkından besleniyor. 40 yıldır gerilla beslemiş, Türk faşizmini 40 yılda yenilgiden yenilgiye uğratmış bir hareketi ortaya çıkarmış bir halktır Kürt halkı. Şimdi üç-beş kişiyi toplayıp, PKK aleyhine açıklama yapanın bile inanmadığı sözleri söyletmek, onları Amed zindanında ortaya çıkartmak istedikleri itirafçılar gibi itirafçı haline getirerek kullanmak kötü bir şey. Zorla ya da baskıyla oluyor ama insanlar buna direnmeli ve bu kirli siyasete alet olmamalılar. Ben onlara bu çağrıyı yapmak isterim.
Bu politika, Kürdistan’da AKP’nin güçlendiğini mi, yoksa korkularının arttığını mı kanıtlar, ne dersiniz?
Bu sorunun cevabı için AKP’nin Kürt ailelerini bile kullanmak isteyen durumuna iyi bakmak lazım. Demek ki AKP faşizmin Kürdistan’da üç beş ‘aşiret reisi’ denen kişinin PKK aleyhine yapacağı bir açıklamadan medet umacak kadar zayıf duruma düşmüş. Yani yenilmiş durumda. Bu AKP’nin ne kadar zayıf olduğunu, Kürt direnişi karşısında nasıl bir yenilgi yaşadığını gösteriyor. Yiğitlik yapmaya çalışırken sözde Kürt Özgürlük Hareketi’ni bu biçimde teşhir etmeye çalışırken AKP faşizmi kendi zayıflığını ortaya koymuş oluyor. Gücü olsa bunları yapmaz.
Özellikle bu politikaya alet olanlar görmeli ki, AKP güçlü olsa kendilerinin bu biçimde kullanılmasına muhtaç olmaz. O nedenle bu faşist, soykırımcı özel savaş oyunlarına kesinlikle alet olmamak lazım. Dahası direnmek gerekli. Biraz onuru ve şerefi olan, biraz iradesi ve gücü olan bu faşist saldırganlığa karşı direnmeli.
Kim PKK’yi inkar edebilir. Kim PKK’nin Kürtler için yaptığını inkar edebilir. PKK’nin Kürdün varlığını, özgürlük ruhunu temsil ettiğini kim inkar edebilir. 20-30 bin şehidi var ve bunlar Kürt halkının en değerli evlatları. Bunlar Kürdistan’ın kurtuluşu için genç yaşta canlarını feda etmiş Kürt kızları ve oğulları. Kürt halkının onuru ve şerefi. Bütün bu gerçekleri baskı da olsa inkar edilmemeli. Baskıdan dolayı bu gerçekliği inkar eden onurunu, iradesini kaybeder.
12 Eylül faşizmi Amed zindanında bir sürü insanı o hale getirdi. O insanlar sonradan bir daha kendine gelemedi. Birçoğu onursuz yaşayamayıp intihar etti. Şimdi AKP faşizmi bütün Kürdistan’ı Amed zindanına çevirmek istiyor. Bütün toplumu Amed zindanında uygulanan itirafçılık siyasetinin aleti haline getirmeye çalışıyor. Bu özel savaşa alet olunmamalı, uzak durulmalı, karşı çıkılmalı. Bu konuda cesur ve fedakar olunmalı ve devrimci direnişe katılınmalı.
Hiç kimse yanlış hesap yapmamalı, AKP’nin sonu yakındır. Bugün zulmü zirvededir ama bunun her zaman böyle olacağını sanılmamalı. Bu zulüm düzeni yıkılacak ve o zaman herkesin gerçeği ölçülecek. O nedenle kendimize, onurumuza ve şerefimize leke sürülmesine izin vermeyelim. Bu faşist güruha asla alet olmayalım. Ürkmeyelim, birleşelim ve direnelim.
10 Ekim Ankara katliamının 1. yıldönümü. Ankara'da "emek, barış, demokrasi" mitinginde düzenlenen saldırıda 100 kişi hayatını yitirmiş, 300’den fazla kişi ise yaralanmıştı. Birinci yıl dönümünde sizce Ankara katliamıyla AKP’nin mevcut baskı, saldırı ve savaş politikaları arasında nasıl bir bağ var?
Bu katliam AKP yönetimin, Tayyip Erdoğan yönetiminin, Hakan Fidan yönetimindeki MİT’in düzenlediği bir katliamdı. Bağlantı değil kendisidir. Bağ demek sanki başkası yapmış da AKP de başka bir siyaset izliyormuş gibi bir anlama geliyor. Oysa katliamı yapan AKP’nin kendisidir. Bugün belediyeleri işgal etmekle, televizyonları ve radyoları kapatmakla, halkın her kesimini tutuklamakla, ülkenin her köşesini savaş alanına getirip günde onlarca ölüme neden olmakla arasında herhangi bir farkı yoktur.
Suruç ve Ankara katliamının, 5 Haziran Amed katliamlarının hepsini MİT düzenledi. Hakan Fidan ile Tayyip Erdoğan sorumludur. Ve tabi Ahmet Davutoğlu. Bunların üçü katliamların birinci dereceden sorumlularıdır ve katillerdir. Bu gerçekler tersyüz edilemez. Bu üç kişi dışında “DAİŞ yaptı” diyen olmamıştır. 10 Ekim katliamını DAİŞ’in yaptığını söyleyen Erdoğan, Davutoğlu ve Hakan Fidan’dır. DAİŞ “ben yaptım” demiyor. Katliamı yapanın ve o katliamdan yararlananın AKP olduğu çok açıktır. Bugün AKP’nin elindeki devletin saldırılarıyla aynı çizgi devam ettiriliyor. Özgür basının varlığı yalanlarını açığa çıkarıyordu ve onun için basını susturuyorlar. Tayyip Erdoğan yönetimi eli kanlı bir yönetimdir. En az Hitler ve Kenan Evren faşizmi kadar eli kanlıdır, katliamcıdır, soykırımcıdır.
Karşımızda bir devlet ya da iktidar yok; bir katil faşist sürüsü var. Tıpkı Hitler’in SS sürüleri gibi faşist katil sürüleri bunlar. Esadullah timleri deniliyor, Osmanlı ocakları, DAİŞ faşistleri, MİT timleri şu bu... Kendilerine 40 ad takmışlar ki, eskiden bunlara JİTEM'ciler diyorlardı, Hizbulkontra diyorlardı. Kürt toplumu 90’lı yıllarda bunları çok gördü. Eskiden ortak adları JİTEM’di, şimdi ise ortak adları DAİŞ’tir. DAİŞ, Jitem’in yeni adıdır. O nedenle de AKP’nin faşist 5 Haziran Amed, 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamı bugün süren saldırılarının başlangıcı mıydı, diye sormak gerekir. Bu katliam serisi oradan başladı ve bugün bütün Türkiye’ye kan ağlatan noktaya geldi. O zaman direniş odakları katliamlarla susturulmak isteniyordu. Şimdi ise ses çıkaran ya da çıkarmayan her kesi tahakküm altına almayı, ezmeyi hedefleyen bir faşist saldırganlık düzeyine ulaştı.
Bugün AKP’ye destek verenlerin böyle büyük bir katliama suç ortağı haline geldiklerini bilmeliler. Herkes iyi bilmeli ki, Hitlerciler nasıl hesap verdilerse bu AKP faşizmine alet olanlar da çok yakında, hem de uluslararası düzeyde oluşacak demokrasi mahkemelerinde hesap verecekler. Adaletin kılıcı olan gerillanın vuruluşları karşısında hesap verecekler. Büyük bir faşizmden hesap sorma hareketini özgürlük hareketimiz kesinlikle geliştirecek. Bunu, Kürt özgürlük direnişi ve Türkiye’nin devrimci-demokratik hareketi geliştirecektir. Bugün iktidarı ele geçirmiş, Türkiye’nin bütün güçlerini seferber ederek saldırıyor diye kimse sanmasın ki, devran hep AKP’nin olacak. Gün gelecek hesap dönecek ve AKP faşizminden hesap sorulur hale gelinecektir. O zaman herkes yaptıklarının, söylediklerinin ve içine düştüğü durumun da hesabını verecek.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 93. yıldönümü yaklaşırken bir taraftan Binali Yıldırım “kimsenin toprağında gözümüz yok” derken, diğer taraftan Tayyip Erdoğan’ın Lozan Antlaşması’nı yeniden tartışmaya açtı. Lozan tartışması ve Erdoğan’ın birçok konuşmasında bölgesel emperyal mesajlar vermesi önümüzdeki dönemde TC-AKP’nin hedeflerine ilişkin neler anlatıyor?
Bu konularda birçok şey tartışılabilir. Ama ortada faşist soykırımcı bir terör, katliam ve saldırı var. Biz bu gerçeği görmek, bununla uğraşmak ve buna karşı direnmek durumundayız. Diğer şeyleri tartışmak bu gerçeği biraz ters yüz ediyor ve saptırıyor. ‘Şu ne yapacak ya da bu ne yapacak’ hesapları içinde olmak yerine bugün AKP faşizminin yaptığı katliamların ne olduğunu görüp bu katliamlar karşısında neler yapmamız gerektiğini değerlendirmek, düşünmek ve ona göre bir mücadele içiresine girmek en doğru tutumdur.
AKP’nin kimsenin toprağında gözü olmayabilir. Fakat Kürdistan toprağında gözü olduğu kesindir. Onun bütün hedefi Kürt düşmanlığıdır, Kürt karşıtlığıdır, Kürt soykırımı ve katliamıdır. CHP’nin 1924’te ortaya koyduğu zihniyet ve siyaseti bugün AKP yürütüyor. MHP’nin Türk İslam sentezci çizgisini bugün AKP yürütüyor. Onun için elbette ilk hedefi Kürtleri Türkleştirmek, Kürt varlığını tarihten silmektir. Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Kürdistan’ı yutmak, Kürt toplumunu asimile etmek, ezmek, katletmek ve böylece yok ederek Kürt üzerinde bir Türklük yaratmak hedefledikleridir.
Bunu yaparken de emperyal iştahları kabarıyor. Ruslara karşı yarın Balkanlarda bazı şeyleri gündeme getirebilirler. Zaten Ermenilere karşı getiriyorlar. Arkasından Gürcistan üzerinden Ruslara karşı bazı talepler ortaya çıkarabilirler. DAİŞ’çi diye örgütledikleri birçok çevre aslında Kafkasya’nın faşist milliyetçi şoven Türk milliyetçiliği tarafından eğitilmiş katil sürüleridir. Diğer yandan Ege’de Rumlara karşı bazı talepler ileri sürebilirler. Aslında Tayip Erdoğan’ın gücü yetseydi yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurmak istiyordu. Bu hayalleri güttü böyle bir siyaset izlemek istedi. Kendisini Ortadoğu’nun ve İslam aleminin önderi, hatta neredeyse yeni peygamber gibi sunmak istiyordu. Geçen dönemde Araplara hitap eden, bu temelde Yahudilik ve Hristiyanlıkla çatışmaya giren sözlerinin, tutumlarının arkasında böyle bir hesap vardı. Fakat Tayip Erdoğan bunu başaramadı ve bu sözleri kendi aleyhine döndü. Öyle ki dünyadan tecrit olarak yıkılma noktasına geldi.
Bunun üzerine şimdi Ergenekoncu laik milliyetçi Türkçü çevrelerle, beyaz-kara Türkçülük ve faşist Türkçülükle anlaşmış durumdadır. Onlarla bütünleşmiş böylece kendisini ayakta tutmayı sağlamış bulunuyor. Onun için o diğer siyasetleri biraz geriye bıraktı.
Tayip Erdoğan, Ortadoğu’ya bütün çevreye açılmak eski Osmanlının mirasçısı gibi hareket etmek istedi, fakat öyle yürümediğini gördü ve başarısız kaldı. Herkes bunu görmeli, ikide bir başarısız kalmış durumları öne çıkartmak çok doğru değildir. Öyle bir Osmanlıcılık şimdi yapamıyor, onu yapmaya gücü de yoktur. Onu yapayım derken Ankara’daki iktidarı kaybetmekle yüz yüze geldi.
Şimdi kendi iktidarını koruyabilmek için geleneksel laik milliyetçi Türkçü çevrelerle birleşti ve uzlaştı. “Yenikapı Ruhu” denen böyle bir laik milliyetçi faşist çevrelerle, dinci milliyetçi Türkçüğün uzlaştırıldığı, bir araya getirildiği, ortak bir faşist blokun oluşturulduğu zemin ve anlayış oluyor. Yenikapı Ruhu bunu temsil ediyor ve bu temelde siyaset yürütüyor.
Şöyle bir soru da sorulabilir: Tayip Erdoğan yönetimi fırsat bulursa güçlenirse herkes için tehlikeli olabilir mi? Soru böyle sorulursa biz ona evet deriz. Çünkü sonradan bulmuş, çok ihtiraslı, egosu çok büyük olduğu için doyurmak mümkün değildir. Güç bulursa Hitler gibi dünya savaşı da yapabilir. Zaten şimdi de yaşanan 3. Dünya Savaşının bir tarafıdır. Fakat mevcut haliyle çok güçsüz ve zayıf durumdadır.
Hiç kimse AKP faşizmini güçlü sanmamalıdır. Osmanlı siyasetini izlemeye çalıştı, ama başarı getirmedi. Kendisini dünya ile karşı karşıya getirerek tecrit etti. Kürt halkının özgürlük direnişi karşısında iyice zayıfladı ve sıkıştı. Fethullahçılarla iktidar çatışmasında ise neredeyse yıkılma noktasına geldi. Her gün ölüm korkusuyla yaşar duruma geldi. Tayip Erdoğan “Beni Menderes gibi yapacaklardı” diyordu. 24 saat ölüm korkusu içerisinde, ‘ölmemem için öldürmem gerekir’ felsefesini yürütüyor. Tayip Erdoğan’ın tek amacı var o da ölmemek ve ayakta kalmaktır. Daha doğrusu iktidarı elinde tutmak istemektedir. Bunun için buna karıt oluşturacak herkesi yok etmek, öldürmek ve katletmek istemektedir.
AKP-Tayyip Erdoğan geldiği nokta bir korku imparatorluğu, bir korku faşizmidir. Aslında bütün faşist diktatörler bu tarzla hareket ediyorlar. Tam bir faşist diktatörün ruh hali, psikolojisi, anlayışı, tutumu, siyaseti, yönetim tarzı hüküm sürüyor.
Bugün bu kişilik çok zayıf, onun için önüne Kürdü ezmeyi, Kürt soykırımını tamamlamayı hedef olarak koyuyor, ama güçlenirse herkesi hedefler, herkes için tehlikeli olur ve herkese saldırır bir duruma gelir. Hitler güçlendiğinde nasıl ki bütün dünyaya saldırdıysa, Tayip Erdoğan’da eğer o gücü bulursa herkese saldırır.
Irak yönetimi Türk askerinin Başika’dan çekilmesini istedi. ABD’de bu istem ve karara destek verdi. Irak Meclisi Türk askerini "işgalci güç" olarak tanımladı. Konu BM’ye de taşıdı. Irak ile Türkiye arasında kimi görüşmeler yaptığı bilgilerinin ve Musul’a operasyon tartışmalarının olduğu böylesi bir dönemde Irak yönetiminin bu çıkışı ne ifade eder?
Bu soruya iki noktada cevap verelim. Birincisi, Türk askeri sadece Başika’da yok, Güney Kürdistan’ın birçok alanında var. Irak’ın üçte bir kesiminin çeşitli yerlerinde mevzilenmiş Türk askeri gücü bulunuyor. Böyle Türk askerinin bulunduğu onlarca yer var.
Şimdi sanki Türk askeri Başika’da varmış gibi göstermek istiyorlar. Bu yaklaşım doğru değildir. Kanimasi’de, Bamarni’de, Şaledizi’de, Zabita’da var. Bunlara benzer birçok yer sayılabilir. “Nerede var?” denilirse yer gösterebilirim. Şimdi de Çukurca-Gever hattından sınırı Güney’e kaydırmaya çalışıyorlar. Çukurca’dan Avaşin hattına girip Gerdiye dönük Avaşin hattındaki toprak parçalarını ele geçirmek için saldırı yürütüyor. Birçok Güneyli Kürt aşiretinin toprak parçalarına el koymak istiyor. Evet, Başika’da özel görevli bir güç var. Bu güç tamamen Musul’a dönük bir çalışma yürütüyor. Başika, Musul’u işkâl etmenin güçlerini hazırlayan bir karargah konumundadır.
Aslında Başika’nın oluşumu da şöyledir: Musul’u DAİŞ ele geçirince Türk ordusu oraya emniyet sibopu olarak konumlandı. Bunun iki boyutu vardı. Bir; DAİŞ egemenliğini denetim altında tutmak. Yani DAİŞ’e karşı herhangi bir saldırı olursa müdahale etmek ve böylelikle Musul’daki DAİŞ egemenliğini korumak için Başika’ya Tük ordusu asker konumlandırdı. İkincisi; Musul’un DAİŞ’ten kurtarılması tutumuna karşı, DAİŞ Musul’dan çıkarsa Musul’da yönetimi ele geçirecek kendine bağlı yeni bir Irak milis gücü oluşturmak üzere o ordu oraya konumlandı ve Haşti-Vatani adıyla Başika kampında 30 bin kişilik bir gücün eğitildiği söyleniyor.
Şimdi Türkiye’nin “Musul Operasyonu” dediği de o oluyor. DAİŞ ile anlaştığı görülüyor. DAİŞ eğer bu anlaşma temelinde Musul’dan çıkarsa, yönetimi Türkiye’nin örgütlediği Haşti-Vatani denen 30 bin kişilik misil gücüne bırakılması isteniyor. Türkiye’nin talebi ve isteği budur. Böylece Başika, Musul’u TC’nin denetimine alma karargahı konumundadır.
Biz bu önemi görmezden gelmiyoruz. Tekrarlayarak söylemek istiyorum. Türk ordusu sadece Başika’da değildir. Güney Kürdistan’ın birçok yerinde vardır. Belki 15-20 yerinde Türk tankları, Türk Özel Kuvvet Birlikleri, zırhlı birlikleri var. Biraz araştırma yapmak isteyen herkes bunu rahatlıkla görebilir.
Aslında Güney Kürdistan mevcut haliyle Türk ordusunun işgali altındadır. KDP sahip çıkarak “biz çağırmışız” diyor, ama öyle değildir. 2007-2008’de Güneyli gençler “Türk ordusu çıksın” dediler. Türk ordusu güçlerini çeksin diye KDP, Hewler’deki Kürt Meclisi karar aldı, ama Türk ordusu çekilmedi. Hewler yönetiminin, KDP yönetiminin iradesine karşı Güney Kürdistan’dadır. Zaman zaman onlarla anlaşarak geldi, ama çoğunlukla anlaşma dışında ve zorla geldi. Güney Kürdistan’ı işgal etmek, denetim altında tutmak; Güney Kürdistan’ın Kürt özgürlüğünün bir kalesi haline gelmesini engellemek için Türk ordusu Güney Kürdistan’ın çeşitli yerlerine girdi ve girdikleri yerlerde karargahlar kurdu.
Şimdi böyle bir durum var. Başika Musul’a dönüktür. Diğerleri Kürdistan’ın diğer bölgelerini aynı biçimde denetim altında tutmaktır. Dikkat edilirse hepsinin amacı ortaktır. Bu alanları TC’nin denetiminde tutmayı ifade ediyor. Bir tür işgal durumudur. “Türk ordusunun işgalci olduğu” tanımlaması doğru bir tanımlamadır. Ama sadece Başika’daki ordu işgalci değil, onun dışında Irak sınırları içerisinde sayılan Güney Kürdistan’ın toprak parçalarında var olan Türk ordu birlikleri de işgalcidir. Bunların hepsini birlikte görmek gerekiyor.
Özel olarak Başika’ya gelince; bugün haberlerde vardı, “DAİŞ Başika’ya saldırı yaptı” diyorlardı. Ne zaman bir Başika tartışması uluslararası alanda gündeme gelince, yine Irak yönetimi tarafından “Başika’dan askerler çekilsin” denilince hemen Başika’ya DAİŞ saldırısı gerçekleşiyor. Bununla güya Başika’daki Türk askeri DAİŞ’e karşı savaşan ordu oluyor. Ondan sonra “Biz burada DAİŞ’e karşı savaş için varız” diyorlar. Böylelikle işgalci tanımlamasını ve çekilme istemlerini böylece örtmeye çalışıyor. Bu durum AKP’nin ne kadar DAİŞ ile iç içe olduğunu, bir olduğunu, suç ortağı olduğunun konumunu gösteriyor.
Bunu görmek açısından söylüyorum. DAİŞ başka bir zaman Başika’ya saldırmıyor, ne zaman “Başika’dan Türk askeri çıksın” denince “DAİŞ saldırdı, biz savunduk” deniliyor. Böyle bir şey yoktur, bu söylemlerin hepsi yalan ve uydurmadır. Geçmişteki saldırılarda bu temelde uydurmaydı. Bunların hepsi danışıklı döğüştü, gerçekle bir alakası yoktu.
DAİŞ ve Türkiye aynıdır. MİT Karargahında Hakan Fidan, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Genelkurmay “Suriye’ye müdahale için gerekirse öbür tarafa geçer birkaç top atarız onu vesile yapar ordumuzu Suriye sınırından sokarız” diye tartışmadılar mı. Şimdi aynı şeyi Başika’da da yapıyorlar. Türkiye DAİŞ’i böyle bir saldırı gücü olarak kullanıyor. Bu gerçek Başika’da bir kez daha açığa çıkıyor.
Şimdi Musul operasyonu tartışılıyor. Başika tartışması, Musul operasyonuyla bağlantılıdır. Musul operasyonu nasıl olacak! Biz bunu anlayamadık. Bu operasyonu kim yapacak, DAİŞ’i Musul’dan kim çıkaracak? Ortada böyle bir güç yoktur. Hiç kimse bunu tartışmıyor. Sanki Musul’dan DAİŞ çıkmış, Musul boş kalmış “Musul’u kim ele geçirecek” aslında tartışma bunun üzerinedir. Besbelli ki ortada büyük bir Musul pazarlığı var. Musul’u ele geçirme çabaları var. Türkiye’nin hazırladığı Haşti-Vatani var. İran’ın hazırladığı Haşti-Şabi var. Kimse Irak Devletine, Güney Kürdistan yönetimine, Kürtlere ve Araplara sormuyor. Ortada İran var, Türkiye var. Bir de Amerika ve Avrupa gibi küresel güçler var. ABD’de bunları uzlaştırmaya çalışıyor.
Ben bu konuda bir kere daha şunu söyleyebilirim: Bu Musul operasyonunu kim yapacak? Musul’dan DAİŞ’i kim çıkarabilir? Bunun için büyük bir ordu gerekiyor. Ortada gözüken böyle bir ordu yoktur. O halde Musul’dan DAİŞ nasıl çıkarılacak? Anlaşılarak mı çıkarılacak? Diğer güçler TC’nin anlaşmasını mı kabul edecek? Irak ya da ABD tıpkı AKP gibi DAİŞ ile anlaşma mı yapacaklar? Bunu bir defa bilelim. Eğer böyle yapmayacaklarsa o zaman ortada bir Musul operasyonu yoktur. Çünkü ortada öyle bir operasyon yapacak güç ve hazırlık yok.
Eğer bu tarzda bir anlaşma yapacaklarsa o zaman hepsinin DAİŞ ile suç ortaklığı içerisinde olduklarını ortaya koyar. DAİŞ’in bu güçler tarafından ortaya çıkartılan ve 3. Dünya Savaşı içerisinde bir provokasyon gücü olarak kullanılan bir güç konumunda olduğunu, dolayısıyla DAİŞ’in yaptıklarının tamamından bu güçlerin sorumlu tutulması gerektiği ortaya çıkar. Bu da DAİŞ’in suç ortaklığı konumunda olduklarını belgeler. Buna da özellikle dikkat çekmek isterim.
Irak yönetiminin, Türk ordusunun Başika’dan çekilmesini istemesi kadar doğru ve haklı bir tutum olamaz. Daha önce de söyledim, sadece “Başika’dan çekilmeli” dememeliler. Irak sınırları içerisindeki tüm Türk ordu ve MİT varlığı çekilmeli ve bunu herkes istemelidir. Kim bu askeri güç ve MİT varlığına alet oluyorsa suç ortağıdır. Güney Kürdistan’ın ve Irak’ın TC tarafından işgalinin suç ortağı haline geliniyor demektir.
Bu bakımdan Bağdat yönetimi bu istekte bulunarak ısrar edebilir. BM’de de diretmelidir. Diğer yandan “Bu askeri güç Bağdat yönetiminin onayı ve isteği temelinde onlarla anlaşma çerçevesinde Başika’ya gelip yerleşti” deniliyor. Bu, gerçekten öyle midir? Eğer öyleyse Bağdat yönetimi neden buna izin vermiştir? Hangi hesaplar karşılığından bunlar yapılmıştır? Şimdi hesapların hangisi bozuldu? Bu sorulara da cevap verilmelidir.
Fakat tüm bunların dışında Türk askeri varlığının başta Başika olmak üzere tüm Güney Kürdistan’dan derhal çekilmesi lazım. Bu bir işgalci durumdur. Irak yönetimi eğer bunu çıkaramazsa o zaman bağımsız özgür bir devlet olarak kendisini ifade edemez. Dolayısıyla kendi hükmünü hiç kimseye geçiremez. O zaman her türlü askeri güç Irak’a girme hakkını kendisinde görebilir, çünkü Türk ordusu girmiş çıkmıyor. Türk ordusu girerse o zaman başka ordularda girebilir. Ortadoğu’dan da farklı ordularda gelip girebilirler. Böyle olduğunda da Irak yönetimi buna hiçbir şey diyemez. O nedenle daha fazla dirayetli olmalı, daha çok üzerine gitmelidir.
AKP’nin hesapları Musul’da bozulmalıdır. Neden? Çünkü Tayip Erdoğan yönetimi Musul’da TC’ye bağlı bir yönetimin oluşmasını istiyor. DAİŞ bu görevi görüyor. Aslında DAİŞ’in Musul’da varlığından Ankara hükümeti rahatsız değildir. DAİŞ’in Musul’u ile geçirmesinde destekte verdiler. Bunun devam etmesini de istiyorlar. Zaten Başika’daki karargah Musul’daki DAİŞ egemenliğini korumak için bulunuyor, birinci vazifesi budur.
Fakat dünyanın ve Ortadoğu güçlerinin karşı olduğunu görüyor. Irak yönetimi, Amerika karşı o halde DAİŞ Musul’dan çıkarılacak. Böyle bir durumda Musul’un kendi denetiminden çıkmaması için işgal gücünü yerleştirmiş, kendine bağlı milis güçleri hazırlamış böylelikle Musul yönetimini elinde tutmak istiyor. Neden? Çünkü Kürtler etkili olmasın diye bunu yapıyor. Bu anlamda tek nedenini söyleyebilirim. Kürtler Musul’da etkili olmasınlar diye bunu yapıyor. Musul’da bir Kürtlük var olmasın diye bunu yapıyor. Zaten 1926’da da İngiltere ile bu temelde anlaştılar.
Haziran 1926 Ankara Anlaşması ile Türkiye yönetimi Musul’u İngiltere’ye verdi. “Musul’da Kürtler olmayacak, Araplar olacak” diye tek şartı vardı. Ondan sonra Süleymaniye, Kerkük, Hewler, Duhok Musul’dan kopartıldı. Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı, Kürdistan topraklarını ayrı vilayetler haline getirildi. Böylelikle Musul vilayeti Kürtsüz bir vilayet konumuna düşürüldü. Buna rağmen Musul’un birçok kasabası Kürt’tür. Musul’un içerisinde Kürt mahalleleri var.
Binali Yıldırım “Musul, Musullularındır” diyor. Peki, Musul’daki Kürtler, Kürt olarak Musul’da var olacaklar mı, yaşayacaklar mı? Dikkat edilirse bunu hiç dile getirmiyorlar. ‘Musul’da Kürt etkinliği olmayacak’ biçiminde şimdi tek şart koşuyorlar. Ardından başka hesaplar yapabilirler mi, tabii ki yaparlar. Eğer çeşitli güçlere bunu kabul ettirirlerse, Musul’da Kürt etkinliğini yok ederlerse Musul’da kendilerine bağlı, kendilerine hizmet eden bir yönetim ortaya çıkartırlarsa ona dayanarak Bağdat’ı da, Mısır’ı da, Suudi’yi de tıpkı Yavuz Selim gibi işgal etmeye kalkabilirler.
Tayip Erdoğan öyle hesaplar içerisine de girebilir. Kendisini Yavuz Selim gibi hazırlıyor. Dikkat edilirse aynı dönemde İstanbul’da “Yavuz Selim Köprüsü” yaptılar. Yavuz Selimciliği canlandırmak istiyorlar. Ama bir şey unutuluyor: Yavuz Selim Kürtlerle anlaştı. Tayip Erdoğan ise Kürtlerle düşmanlık temelinde bunu yapmaya çalışıyor. Bu mümkün değildir. Dolayısıyla Tayip Erdoğan Türkiye’yi ateşe atıyor. Türkiye’yi de yakıyor, Kürtleri de yakıyor, Ortadoğu halklarını da yakıyor. Ortadoğu halklarının başına bela olmuş bir faşist güruh durumundadır. Dünyanın başta da Ortadoğu’nun bu beladan gecikmeden kurtarılması lazım.
Bu noktada özellikle de Kürtlerin Başika meselesinde duyarlı ve dikkatli olmaları gerekiyor. KDP yönetimi, Güney Kürdistan yönetimi adına yapılan açıklamalarda bu askeri varlığa çok fazla sahip çıkılıyor. Bu yanlış ve tehlikelidir.
Dikkat çektiğiniz tehlikeleri de göz önüne alarak Güney Kürdistan yönetimine ve halkına mesajınız nedir?
Güney Kürdistan halkı iyi bilmeli ki, Başika’da Türk askeri varlığı devan eder, Musul üzerinde etkili olursa bundan en büyük zararı Kürtler göreceklerdir. Çünkü bu Kürdün inkarı ve imhası karşılığında oluyor. Pazarlık bunun üzerinedir. Gizli gizli Musul pazarlığı söz konusudur. Tayip Erdoğan “Musul’u Kürtler almasın başkası alsın ben veririm, bu temelde DAİŞ’i de veririm” diyor. Bu açıdan Musul pazarlığında eğer Tayip Erdoğan yönetiminin dayatmaları kabul edilirse, bu yeni bir Kürt inkarı ve imha sisteminin kurulması anlamına gelecektir. Kürt soykırımı buna dayanarak yürütülecektir. Ve bundan da en çok Güney Kürdistan Kürtlüğü zarar görecektir.
Eğer Musul’da Tayip Erdoğan yönetiminin dayattığı bir rejim çıkarsa arkasından Güney Kürdistan’daki Kürt yönetimi yok edilecektir. Çünkü o, PKK’nin iradesinin kırılması anlamına gelecek, Kuzey’de Rojava’da Kürtlük yok edilirse arkasından Güney Kürdistan’da belki de Dersim gibi soykırımlar yapılarak Kürtlük yok edilecek, katliamdan geçirilecek. Bunu herkes görmelidir.
Güney Kürdistan’daki halk, aydınlar, yazarlar, Güney Kürdistan’ın bütün düşünen akıllı insanları bu gerçeği görmeliler. Güney Kürdistan partileri ve yönetimi bunu görmelidir. Eğer bu yönetim ve partiler doğru tutum izlemiyorlarsa o zaman halk tehlikelere karşı doğru tutumun ne olması gerektiğini dayatmalı ve istemelidir.
Açık ifade ediyorum: Tehlike var. Güney Kürdistan için büyük tehlikeler var. Musul pazarlığı en çok Güney Kürdistan için tehlike arz ediyor. Bütün Kürt örgütleri birleşerek, ulusal kongre oluşturularak bu tehlikeyi ortadan kaldırabilir. Biz hareket olarak bu tehlikeyi görüyoruz. Defalardır bütün Kürt örgütlerine çağrılar yapıyoruz. Zaman geçmeden, tehlike büyümeden, önü alınamaz bir duruma gelmeden gerekli birlik oluşturulsun, ortak Kürt politikası devreye konsun, gerekli güçler oluşturulsun ki yeni Kürdü inkâr ve imha siyaset ve zihniyeti yenilgiye uğratılsın.
Aksi taktirde bu siyaset ve zihniyet yeniden hakim olursa bu temelde Erdoğan yönetimi ile küresel ve bölgesel güçler birleştirilirse tıpkı 93 yıl önce olduğu gibi 1920-26 arasında ortaya çıkan biçimde yeni bir Kürdü inkar ve imha sistemi ortaya çıkar, Kürt soykırımı sistemi oluşturulur ve bu sistem saldırıya geçer. Bu sistemin her türlü saldırıyı ve katliamı yürüteceği çok açıktır.
Bunun örneğini Kuzey Kürdistan’da net olarak görüyoruz; Güney, Rojava ve Rojhılat’da görüyoruz. Bu konuda tarihsel bilincimiz var. O halde bu tarihsel bilincimizi diri tutmalıyız. Bu tarihsel bilincin gereğine göre hareket etmesini bilmek gerekiyor. Bu konuda dar, ailesel, aşiretsel çıkarlar, maddi çıkarlar önde olmamalıdır. Hiç kimse o çıkarlara dayanmamalı, onları esas almamalıdır. Bugün bir takım şeyleri kazanıyorlar gibi görünebilirler, ama yarın onlar daha dâhil birçok şey kaybedilebilir. Büyük tehlike var ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için birlik ve ortak mücadele gerekiyor. Biz tekrardan ulusal kongre temelinde bütün Kürt örgütlerini birliğe ve ortak mücadeleye çağırıyoruz.
Halep’te Suriye rejim güçlerinin Rusya’nın desteğiyle yürüttüğü operasyonlar yeni bir gerginlik yarattı. ABD yönetimi Rusya ve Suriye rejiminin “savaş suçu” işlediğini açıkladı. Halep üzerinden ABD ve Rusya arasındaki karşılıklı ithamlar ve siyasi gerilimin nedenlerini ve olası sonuçlarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Halep de Musul gibi önemli bir çatışma ve pazarlık alanıdır. Suriye’nin Musul’udur denilebilir. Aslında Rakka operasyonu, Şam’da devletin kurulmuş olması birer veridirler ve öne çıkıyorlar. Ama Suriye’nin en karmaşık sorununun Halep sorunu olduğunu, Suriye’de çözüm ve yeni bir siyasi yapılaşma arayışına girildiğinde Halep sorununun öne çıkacağı tartışma götürmeyecek bir gerçektir.
Zaten Cerablus işgali de bununla bağlantılıdır. Azaz, Bab, Minbic sorunları bunun ile bağlantılıdır. Bütün bunlar Halep’in kuzeyini ifade ediyorlar. Buralar kuzey Halep bölgesi oluyor. Bütün bu gelişmelerin merkezi Halep’tir. Kuzey Irak’ın merkezi Musul olduğu gibi Kuzey Suriye’nin merkezi de Halep’tir. Bunlar tarihsel olarak oluşmuş yapılanmalardır. Kuzey Irak Musul’dan yönetiliyorken, Musul vilayeti olarak tanımlanırken, Kuzey Suriye de Halep’ten yönetilmiş ve Halep vilayeti olarak tanımlanmıştır. Böyle bir vilayet ve eyalet olma konumu var. Tarihsel olarak şekillenmiş bir gerçekliktir.
İkincisi bu sahada çok farklı halk kesimleri var. Etnik gruplar, mezhep ve dinler, çok farklı halk toplulukları buralarda bulunuyor. Yani etnik farklılıklar çoktur. Eğer demokratik birlik oluşturulmaz, ortak ve yan yana yaşama öngörülmez de bu etnik ve dini ayırımlar çatışmaya dönüştürülürse bu bölge derin iç çatışmalar yaşama zemini olan bir bölgedir. Tıpkı Kuzey Irak, yani eski Musul vilayeti gibidir. Halep vilayeti de benzer çelişkileri içinde taşıyor. Eğer bu çelişkiler demokratik çözüme götürülmez, tersine tahrik edilip de çatışmaya dönüştürülürse bu zeminde çok ağır bir iç savaş yaşanır. Nitekim böyle bir durum gelişiyor.
Bu noktada önemli olan demokratik çözümü esas almaktır. Bütün etnik grupların, dini inançların ve toplumsal grupların kendilerini özgürce örgütleyip özerk örgütlülükleri ile katılacakları demokratik bir sistem yaratmaktır. Önder Apo bunu demokratik özerklik olarak tanımladı. Biz PKK olarak demokratik özerklik çözümünü ön görüyoruz ve bu kadar yoğun çelişkilerin iç içe bulunduğu bir ortamda tek çözümün demokratik özerklik olduğunu iddia ediyor ve buna inanıyoruz. Başka çözüm projesi sunan herhangi bir güç de yoktur.
Aslında Rojava Kürtlüğünün etkili olmasını istemeyen, ondan korkanlar, Rojava Kürtlüğünü terörist olarak ilan edenler Önder Apo’nun söz konusu demokratik özerklik çözümünden korktukları için bunu yapıyorlar. Eğer engellemezler ise Kürtlerin demokratik özerklik çözümünün diğer halklar tarafından da kabul göreceğini, böylece demokratik birliğin ve çözümün gelişebileceğini görüyorlar. Bundan korktukları için, engellemeye çalışıyorlar. Bunun başında da AKP hükümeti ve TC geliyor. Cerablus işgali bu nedenle oldu.
Erdoğan’ın YPG, YPJ ve PYD’yi terör örgütü ilan etmesi bunun içindir. Bir zamanlar PYD başkanı Salih Müslim ile görüşüyorlardı. O zaman PYD terörist değildi! Türkler için tehlike olarak görmüyorlardı. Ama ne zamanki Rojava Kürtlüğü, Rojava’nın çözüm gücü olabilir, bunun üzerine Rojava Kürtlüğünü terörist olarak ilan ettiler, düşman olarak görüyorlar, saldırıyorlar. Kürtlerin öngördüğü demokratik özerklik çözümünü engellemeye çalışıyorlar. Aslında başka bir çizgiye gelmesini istiyorlar.
ABD, Avrupa, Rusya, İsrail’e, yani herkese bunu dayatıyorlar. “Her şeyden önce Kürde, Kürdün öngördüğü demokratik çözüme karşı olacaksınız” diyorlar. O zaman geriye çözümsüzlük kalacak. Çözümsüzlük, çelişkilerin öne çıkması ve çatışmadır. Mevcuttaki bölgesel ve küresel güçler, Kürtlerin öne sürdüğü demokratik çözüm modelini kabul etmedikleri müddetçe çelişki ve çatışma içerisinde bu alanları yönetmek istiyorlar demektir. Duruşlarının başka hiçbir anlamı olmaz. Sözlerinin başka hiçbir geçerliliği oluşmaz. Şöyle çözüm ve siyasi çözüm deyişlerinin hiçbir anlamı yoktur. Onlar boş laflardır. Politik tutumları söylenen sözlerden farklılık arz etmektedir. Pratikte geçerli olan da gösterdikleri politik tutumdur.
Bu çerçevede sadece Halep’te bir çatışma yoktur; Cerablus, Bab ve Halep hattında böyle bir çatışma vardır. Mevcut çelişkileri tahrik ettiler. Bu çelişkileri tahrik edip çatışmaya dönüştürerek Kürtlerin çözüm önerilerini boşa çıkarıyorlar.
Halep’deki çatışmadan kaynaklı bir ABD-Rus gerginliği yoktur. Türk ordusunun Cerablus ve Azaz işgali, arkasından Bab’ı işgal etmek istemesi, Suriye topraklarına girişini görmek gerekiyor. Halep’deki çelişki ve çatışmalının üzerinde Türk ordusunun Cerablus ve Azaz’ı işgal etmesinin etkisi var. Bunlar birbirine bağlı, iç içe geçmiş hareketler oluyor.
Şimdi Rusya belli bir hareket geliştirmeye çalışıyor. Nasıl ki TC Cerablus’tan askeri bir müdahalede bulunduysa, Rusya da Esad yönetimini destekleyerek Halep’in içinden bir müdahalede bulundu. Halep’in bazı kesimlerini Esad yönetiminin ele geçirmesini istedi. Bunu Türkiye’nin Cerablus işgaline karşı bir hamle olarak değerlendirebiliriz.
Dikkat edilirse Türkiye askeri güç olarak girdi, maddi olarak bir dayanağı var. Rusya, Esad yönetimi ile Halep içerisinde operasyona girdi ve birçok alanı ele geçirdi, Esad yönetimine dayanıyor. Bunun bir yerel dayanağı var. ABD hiç kimseye dayanamıyor. Hem her şeyi belirleyen konumunda görünüyor, hem de Suriye’de ayakları havada olan tek güçtür. Bazı “ılımlı İslami çevreler” adı altında bazılarını örgütlemek istedi, ama TC hepsini elinden aldı, DAİŞ vurdu hepsini yıktı.
Türkiye kendine bağlı güçleri az çok örgütlüyor, Rusya Esad yönetimine dayanıyor, İran hakeza öyledir. ABD’nin dayanmak istediği güçleri DAİŞ ortadan kaldırdı, dolayısıyla ABD Suriye zemininde DAİŞ ile karşı karşıya geldi. DAİŞ’e karşı mücadeleyi de Rojava Kürtleri yürüttü. Ama ABD Rojava Kürtlerine çok taktik yaklaşıyor. Hâlbuki Türkiye, Rusya ve diğerlerinin karşısında ABD’nin de var olmasını sağlayan tek hareket Rojava Kürtlüğünün DAİŞ karşısındaki direnişiydi.
Bu noktada DAİŞ’in Kobanê saldırısına karşı, Kobanê direnişine destek verdi. Bu anlaşılır bir tutumdu, ABD’yi de güçlü kılan bir tutumdu. Ama bunun devamını getiremedi. Mesela Kürt güçlerinin, onların içinde yer aldığı Demokratik Suriye Kuvvetlerinin Minbic, Bab ve Efrîn’e yürümesini desteklemedi. Kobanê-Efrîn hattının QSD tarafından alınmasını ve böylece Kuzey Suriye’nin birleştirilmesini desteklemedi. Bu da TC’nin Cerablus’tan, Rusya’nın ise Halep’den müdahalesine zemin sundu. Bu güçler de ABD’nin bu zayıf politikasından yararlanarak hamle yaptılar. ABD gördü ki kendisi zayıf düşüyor, ondan dolayı tepki gösteriyor. Gerginlik buradan doğuyor.
Bu konuda ABD’nin gerginlik yaratmasının ayakları havadadır. Sanki sadece Rusya ve Türkiye ile gizliden uzlaşı yaratmak için bu gerginliği yaratıyor gibi geliyor insana. Eğer öyle değildi ise ABD şu tutumları göstermeliydi; QSD’nin Minbic zaferinden sonra doğrudan Cerablus ve Bab üzerinden Efrîn ile birleşme harekâtına destek vermeliydi. Bunun gerçekleşmesi için her türlü desteği ortaya koymalıydı. Eğer böyle olsaydı ne Türkiye’nin, ne de Rusya’nın söz konusu müdahaleleri ortaya çıkardı. Yapmadı, yapamadı, zayıf durumda kaldı. Buna karşı Türkiye ve Rusya hamle yapınca ve ABD bu hamleler karşısında zayıf kalınca tepki gösteriyor ve gerginlik yaratıyor. Bilemiyoruz, belki de gizliden onlar ile anlaşmaya çalışıyor.
Bütün bunlar ABD’nin Kürt politikasındaki zayıflığından kaynaklanmaktadır. Bir taraftan Suriye’de hiçbir gücü yok. DAİŞ’e karşı mücadeleyi öngören güçler YPG-YPJ ve QSD’dir. Bazen bunlara destek veriyor, böylece kendisinin de var olmasını sağlayan gelişmeler ortaya çıktı. Ama bu konuda çok ürkek, stratejiden yoksun, taktik yaklaşım içerisindedir. Özellikle Türkiye ve İran’dan gelen tehditler karşısında direnemedi. Türkiye’nin Kürt düşmanı siyasetine karşı çıkan bir konumda bulunamadı. Zayıf ve muğlak kaldı. Kürt özgürlük güçlerinin ve demokratik Suriye kuvvetlerinin gerekli adımları atmasına destek vermedi.
Dolayısıyla o adımlar atılamayınca ortaya çıkan boşluğu TC, Suriye yönetimi ve Rusya değerlendirdi. Bu gayet anlaşılır bir durumdur. Söz konusu sahada, Halep ve kuzeyinde benzer çelişki ve çatışmalar önümüzdeki dönemde de gelişecektir. Aslında Suriye sahasının en zor sorunu, Halep ve Halep’in kuzeyinde çözüm bulmaktır. Diğer sahalar bu kadar çelişki ve çatışmalar yaratmıyor. Mevcut çelişki ve çatışmalar da böyle bir durumda ortaya çıktı, anlaşılır bir durumdur. Bu gerginlik ABD’nin zayıflığından, Kürt politikasındaki tutarsızlığından ve bunun yarattığı boşluktan yararlanan Rusya ve Türkiye’nin hamleleri ile ortaya çıkmıştır. ABD mevcut politik tutumunu sürdürdükçe söz konusu sahada çelişki ve çatışmalar derinleşir. Çözüm kolay olmaz.
Yerel ve uluslararası güçlerin karşılıklı hamleleri içerisinde Kürt halkının tutumu sizce ne olmalı?
Evet, bu konuda en ciddi durum değerlendirmesi yapması gereken güçlerin başında Kürtler geliyor. Kürtler de ABD’nin stratejik tutum aldığını sandılar, ona dayanarak Minbic’ten Efrîn’e ilerleyebileceklerini sandılar. ABD’nin stratejik yaklaşmayıp, Kürtler ile ilişkiye son derece taktik bir yaklaşım gösteriyor olması sonucunda güçleri Efrîn’e doğru hamle yapmak için yetmedi. Bu da büyük bir boşluk oluşturdu, Türkiye gibi güçlerin bu boşluğa saldırı yapmasına zemin sundu. Eğer demokratik Suriye’yi isteyen güçler birlik olmaz, kendilerini daha fazla güçlendirmez, Kuzey Halep gibi çelişkili ve çatışmalı durumların çok olduğu zeminlerde boşluk yaratırlar ise söz konusu çatışmalı durum çok fazla gelişir. Sonuç nereye gider, belli olmaz. Böylesi çatışmalı bir durum en fazla da yerel güçlere zarar verir. Kürtler de bundan büyük zarar görebilir.
O bakımdan Kürtler de durumu doğru değerlendirmelidirler. Mevcut çelişkili ve çatışmalı ortamı iyi görmelidirler. Hem kendi güçlerini oluşturma da, hem de o güçleri besleyecek siyaset oluşturmada daha çok yönlü, her kese açık, özellikle de demokratik güçleri birleştirebilen bir siyasi tutum ve çaba içerisinde olabilirler. Ancak böyle olduklarında kendileri için gelişecek olan tehlikeleri de ortadan kaldırabilirler ve demokratik Suriye’nin gelişmesini bu zeminde sağlayabilirler.
Kuzey Suriye Federasyonu, bu temelde başarı kazanabilir. Aslında Kuzey Suriye Federasyonu, bütün bu çelişki ve çatışmaların engellenmesi, demokratik çözümün geliştirilmesi, başta TC’nin Cerablus işgali olmak üzere askeri müdahalelerin önlenmesi için bir siyasi girişimdi. Fakat yeterince etkili olamadı. Hızlı gelişme sağlayamadı, bunun sonucunda oluşan boşluğa da söz konusu işgal hareketleri yöneltildi. Demek ki demokratik güçler zayıf kalırsa bu tür işgalci saldırılar, onun yarattığı çelişki ve çatışmalar her zaman olabilir. Bu da tehlike arz edebilir. O zaman tek çare, demokratik çözümün hızla ve zamanında büyük bir güç ile geliştirilmesi ve başarıya götürülmesidir.