Gazeteci yazar Yusuf Karadaş, İran ile İsrail çatışması ardından belirsizliğin hala devam ettiğini, geçici ateşkesin bir barış anlaşması ya da çözümü ifade etmediğini söyledi.
Gazeteci yazar Yusuf Karadaş, ANF’nin sorularını yanıtladı.
İran ve İsrail arasında 12 gün süren bir çatışma yaşandı. ABD’nin de bir noktada dahil olduğu bu çatışma, sizce nasıl sonuçlandı?
Bu çatışma, ABD ile İran arasında nükleer iş birliği anlaşması konusunda müzakerelerin sürdüğü bir dönemde, İsrail'in İran'ı doğrudan hedef almasıyla başladı. İran destekli güçlerin yediği darbeler nedeniyle ABD ve İsrail, artık İran'ı Ortadoğu'da eskisi kadar etkin olamayacağı bir denkleme zorlamak istiyor.
Nükleer müzakereler, aslında İran'ı yeni koşullarda bir uzlaşmaya ve iş birliğine zorlamayı amaçlıyordu. İran, ABD tarafından bölgedeki iş birlikçisi güçlerin tasfiye edebileceği; kendisinin de bölgesel gücünün sınanacağı bir çözüme zorlanıyordu. Sadece ABD değil, İsrail bunu kendi güvenliği bağlamında, güvenlik sorunu olarak sunuyor ve saldırılarını buna bağlıyordu. Dolayısıyla, ilk tespit edeceğimiz şey; ABD ve İsrail'in bu saldırısının uzun zamandır devam eden bir mücadelenin yeni bir aşaması olarak meydana geldiğidir.
İsrail'in belli düzeyde etkisine rağmen, iki tarafın da birbirini yıprattığı bir savaş oldu. ABD'nin doğrudan İran'ın nükleer tesislerini B-12 bombardıman uçaklarıyla hedef aldığı bir saldırısı da oldu. İran buna, biraz da kontrollü bir yanıt verdi. Bütün bu olup bitene baktığımızda şöyle bir şey söyleyebiliriz: İran'ı yeni koşullara zorlamaya çalışıyorlar. Böyle bir plan var. ABD ile İran masaya oturduğunda, İran'ın ABD ve İsrail'in dayattığı yeni koşulları kabul edebileceği bir siyasal denklem oluşturmaya; böyle bir güç ilişkisi kurmaya çalışıyorlar.
Peki bunu başardılar mı?
Denkleme baktığımızda, tarafların hepsinin “Biz kazandık” dediğini, ama daha yıpratıcı ve uzun vadeli bir çatışmayı ya da savaşı göze alamadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla, bugünkü geçici ateşkes; hala belirsizliğin devam ettiği, yapılacak müzakerelerde istenen sonuçların ortaya çıkmadığı koşullarda İran'a yönelmenin yeniden gündeme gelebileceği bir siyasal atmosfer olarak tanımlanabilir.
Geçici ateşkes, bir barış anlaşması ya da çözümü ifade etmiyor. Mevcut savaşın içindeki güçlerin, daha yıpratıcı bir aşamaya geçmeyi kendileri için riskli; bütün bölge bakımından daha yıkıcı sonuçlar ortaya çıkaracağını gördükleri için ateşkese mecbur hissettikleri bir siyasal tablo çıktı. Bugünkü uzlaşma ya da ateşkesi böyle bir çerçevede tanımlamak mümkün.
İran'ın ve İsrail'in pozisyonları açısından politik ve güç dengesi anlamında bölgeyi ne bekliyor?
İran destekli güçlerin belli bir oranda güç kaybı yaşaması, beklendiği gibi İran'a diz çöktürecek ya da İran'ı etkisizleştirecek bir durum yaratmadı. Asıl dayatılan şey buydu. Oradaki güç kaybını, İran'ı teslimiyete zorlamak için kullanmaya çalışıyorlar; ama İran, hâlâ bölgesel olarak bunlara karşı koyabilecek bir güç olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Örneğin, Hürmüz Boğazı’nı kapatma meselesi; bölge ve dünya enerji piyasasını sarsan ve çeşitli sonuçları olan bir durumu ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla, İran da bu gücünü kullanabileceğini göstermiş oldu. Çok kolay teslim olmayacağını, çok kolay çözülmeyeceğini göstermiş oldu.
Bölgede bugün İran'la ilgili meseleyi tartışmayı aslında bir şekliyle Lahey'deki NATO zirvesine de bağlamak gerekiyor mu?
Lahey'deki zirvede NATO güçleri, “ABD ve İsrail'in İran’a saldırısını destekliyoruz” dedi. Ayrıca, asıl tehdidin Rusya olduğu; Çin'in de sürekli silahlanarak önemli bir tehdit haline geldiği vurgusu, yani Çin ve Rusya karşıtlığı, NATO zirvesinde açık bir biçimde gündeme geldi. Bütün NATO ülkelerinin, 2035'e kadar askeri harcamalarını yüzde 5'e kadar çıkarması, dünkünün iki katından daha fazla bir silahlanmayı gündeme alması gibi bir tablo önümüzde duruyor.
Bütün bu silahlanma; ABD’nin, NATO’yu da arkasından sürükleyerek dünya emperyalist-kapitalist sisteminin liderliğini sürdürme mücadelesinin bir parçası. Ukrayna savaşı, bu tabloyu fazlasıyla görünür kıldı. Ortadoğu’da İran’a yönelme de bu mücadelenin bir parçasını oluşturuyor. Çünkü İsrail'in varlığı, aslında ABD ve Batılı güçlerin Ortadoğu'daki çıkarlarının teminatı olarak rol oynuyor.
Dolayısıyla buradaki çatışmalar, dönüp dolaşıp dünya genelindeki mücadelenin bir parçası olarak işlev görüyor. Bugüne kadar doğrudan bir müdahale ya da desteğe yanaşmamış olsalar da Rusya ve Çin'in nasıl bir tutum alacağı, uzun vadede İran'a yönelik hamlelerin ve baskıların nasıl sonuçlanacağının cevabını bulabilmek bakımından da önemli olacak.
Türkiye’nin de “Sonraki hedef biziz” dediği, iç cepheyi tahkim etmeye çalıştığı bir politikası oldu. Türkiye’nin bu söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidar, bu söylemi kendine manevra alanı yaratmak ve güç devşirmek için kullanıyor. İsrail'in Türkiye'yi hedef alabileceği ya da asıl hedefinin Türkiye olduğu söyleminin gerçeği ifade etmediğini görmek için, son NATO zirvesinde Erdoğan ve Trump arasındaki ilişkiye bakmak bile yeter. Bunu birkaç nedenle açıklayabilirim:
İsrail'in İran'ı doğrudan hedef haline getirebilir bir noktaya gelmesini sağlayan en önemli şey, Esad rejiminin devrilmesi oldu. Esad rejimi, İsrail ve ABD karşısında önemli bir direnç merkeziydi. 1960'lı yıllardan bu yana böyle bir pozisyondaydı Suriye. Esad rejiminin devrilmesinde belirleyici rol oynayan, bundan dolayı da Trump tarafından takdir gören Erdoğan’dı. Türkiye, İsrail için yapmamış olmasa bile, aslında Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi, bugün İran'ın doğrudan hedef haline gelebilir olmasının en önemli nedenlerinden biri. Dolayısıyla, Türkiye, objektif olarak kendi yayılmacı emelleri doğrultusunda da olsa ABD ve İsrail'e alan açtı.
İkincisi, Gazze savaşı. Türkiye'deki Erdoğan hükümeti, defalarca İsrail'i lanetlediğini söylese de pratikte İsrail'le ticareti farklı biçimler altında sürdürdü. Bunu, farklı biçimlerde, gizli yöntemlerle yaptılar. En son Mersin Limanı'ndan İsrail'e giden gemi örneğinde olduğu gibi. Dolayısıyla, aslında burada da taktik olarak öyle İsrail'e çok sert söylemler kullanılsa da pratikte İsrail'e yönelik çok ciddi bir adım atmayan bir Türkiye geçeceği var.
İsrail'le ilgili tehdit algısı neden yaratılıyor o zaman?
Bölgenin dizaynı diye bahsettiğim, İran'ın geriletildiği ve bölgenin ABD ekseninde yeniden dizayn edildiği bir siyasal süreçte, Türkiye ve İsrail arasında bu dizayn siyasetinin liderliğini alma noktasında bir rekabet var bence. Yani, İsrail'in tehdit olduğu algısı, asıl olarak İsrail'le rekabetten kaynaklı.
ABD ekseninde kimin daha fazla rol alacağı, daha fazla pay alacağı ve yayılmacı emelleri için kimin daha fazla alan açacağıyla ilgili bir sorun. Türkiye ve İsrail arasında bir rekabet var; ama bu rekabet pratikte ABD'nin bölgeyi dizayn etme, kendi iş birlikçisi güçleriyle burada etki alanları kurmasına hizmet ediyor.
Dolayısıyla, Türkiye ve İsrail doğrudan çatışmadığı sürece ABD için ortada bir problem yok. Örneğin, Suriye'nin bir tarafında Türkiye’nin, bir tarafında İsrail’in olması ABD için bir problem değil. İkisi de bugün ABD ekseninde siyaset yürütmeye çalışıyor. Türkiye ile İsrail arasında bir rekabet var; ama bu, birbirini yıkma veya savaş başlatma noktasında değil. ABD ekseninde bölgesel dizaynda hangisinin daha çok öne çıkacağı, daha çok pay alacağı rekabeti.
Erdoğan iktidarı, bu rekabeti sanki Türkiye'ye yönelik bir saldırı varmış ya da ihtimali varmış gibi kullanıyor; çünkü siyaseten ve ekonomik olarak ciddi bir güç kaybı yaşadığı bir dönemden geçiyor. İşte, son yerel seçimlerde birinci parti olma pozisyonunu 2002'den bu yana ilk defa kaybetti. Böyle bir siyasal süreç işliyor kendisi bakımından.
Özellikle Saraçhane süreci, iktidarın bütün baskısına rağmen lehine sonuçlar doğurmadı. Bu İsrail saldırganlığı vurgusu, “Bölgedeki savaşı, ancak Erdoğan'ın güçlü liderliğinde bertaraf edebiliriz. Erdoğan, Türkiye'nin askeri sınai kompleksini güçlendiriyor. Türkiye'yi güçlü bir askeri merkez haline getiriyor” propagandası eşliğinde, Erdoğan iktidarının siyasi olarak yaşadığı çözülmeyi yeniden toparlamak ve halk desteğini yeniden arkasına almak üzere yapıldığını görüyoruz.
Kürtler açısından bu anlattığınız tablo neye tekabül ediyor?
Kürt hareketi cephesinde, mevcut savaşın -yani İsrail'in ya da ABD'nin sunduğu gibi bir özgürlük savaşı olmadığı ve halklara özgürlük getirmeyeceği- noktasındaki ifadelerin ve açıklamaların önemli olduğunu düşünüyorum.
Ortadoğu'nun yeniden dizaynı noktasında, aslında etnik, dinsel, mezhepsel çatışmaları sürekli canlı tutan siyaset, halklara özgürlük getirmiyor; aksine çelişkileri ve çatışmaları derinleştirici bir rol oynuyor.
İran için de Ortadoğu'nun diğer ülkeleri bakımından da eğer demokrasi ve barış gelecekse, bu ancak halkların içeride kendi gericiliklerine karşı mücadeleleri ve ortaya koyacakları demokratik tutumla olacaktır. İran'da demokratik bir rejimin inşa edilmesi, kendi halklarının, emekçilerinin mücadelesiyle olacak.
Halklar, etnik, dinsel ve mezhepsel gerilim ile çatışmayı yaratan politikaları aşabildikleri -ki bu gerilim ve çatışmalar kapitalist sömürünün üstünü örten bir rol oynuyor- bunu değiştirebildikleri oranda barışçıl, demokratik bir geleceği inşa edebilecekler. Bunu inşa etmenin ilk yolu, her ülke halkının kendi ülke rejimlerinin gerici politikalarına karşı mücadele etmesidir.