Kaytan: Özgürlüğe ilk adım anavatana dönüştür

Kaytan: Özgürlüğe ilk adım anavatana dönüştür

Kürdistan toplumu devletin kirli savaşı ve politikalarından büyük zararlar gördü. Ancak hiçbir uygulama Kürdistan insanının toprağından, yurdundan koparılması kadar büyük acı ve tahribata, bir toplumun toplum olmaktan çıkarılmasına yol açmadı. Yaklaşık 4 bin Kürt köyü boşaltılarak milyonlarca Kürt kentlerin varoşlarına sürüldü. 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Newroz çağrısıyla yeniden gündeme gelen ülkeye ve köye dönüş sorunu çözüm sürecinin önemli bir ayağını oluşturuyor. “Topraktan kopmak veya kopartılmak toplumsallığından, tarihinden, kültüründen, kimliğinden kopartılmak demektir” diyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Ali Haydar Kaytan, bu anlamda köye ve anavatana dönüşün özgür yaşamı inşanın ilk adımı olduğunu kaydetti. 
KONGRA GEL 9. Genel Kurulu’nda ele alınan ve çok boyutlu tartışılan “anavatana dönüş”e ilişkin Kaytan’la konuştuk. 

Topraktan kopuş veya koparılış ile özgürlükten kopuş arasında nasıl bir bağ vardır?

İnsanın insanlaşması mücadelesinde olmazsa olmaz kabilinden belirleyici rol oynayan iki olgu vardır: Bunlardan birincisi insanlaşma eyleminin içinde gerçekleştiği eko-sistem, ikincisi de eko-sisteme ve dolayısıyla insanlaşma eylemine beşiklik eden mekan, toprak, yani vatandır. İnsanlaşma toplumsallaşma ile başlar. Aynı anlama gelmek üzere kültürleşme, kültürel olgu olarak varlık ve kimlik kazanma belli bir zamanı ve mekanı zorunlu kılar. Oluşumun süresine zaman dersek, oluşumun gerçekleştiği mekanı da vatan olarak tanımlamamız mümkündür. ‘İlkel’ diye adlandırılan klan toplumunda da kuşkusuz mekanın büyük önemi vardır. Ama esasen klandan sonraki toplumsallığın tüm evreleri toprakla iç içedir, dahası toprağa bağlı ve bağımlı biçimde gelişmiştir. Neolitik devrime dayandırabileceğimiz nitelikli toplumsallığın gelişmesine beşiklik eden mekan sadece sıradan bir kara parçası değildir. ‘Vatan’, ‘anavatan’ olarak adlandırılan mekan en azından toplumun bedenleşmesi kadar tüm maddi ve manevi kültürünün oluşması ve toplumun ruh kazanması olarak anlam bulur. Dolayısıyla toplumlaşma ve kültürleşmeyi topraktan bağımsız ele almak oldukça sakat bir yaklaşımdır. İnsan gibi mikro evren olarak tanımlanan bir varlığı vatansız olarak düşünmek mümkün değildir. İnsanın zorla ya da özendirilerek, hatta ikna edilerek ana topraklarından kopartılması insanlığa karşı işlenen en ağır suçlardan biridir. 

Esas olarak kentli, sınıflı ve devletli uygarlığın ortaya çıkışı ve gelişmesiyle başlayan köylünün toprağından sürülerek köleleştirilmesi eylemi bugün de değişik biçimler altında devam ediyor. Kapitalist hegemonyanın özellikle son iki yüzyılda insanlığa karşı uyguladığı vahşi soykırım, yine geliştirdiği toplumkırım bu çerçevede değerlendirilebilir. Önder Apo’nun da belirttiği gibi “Köylünün topraktan koparılışını bir savaş olarak anlamak gerekir. Kapitalist modernitenin (özellikle Ortadoğu’daki) son iki yüzyıllık fethinin amacı, on beş bin yıldır insanlık ana nehrini oluşturan ve ana bölümünü tarım toplumunun oluşturduğu yaşam kültürünün varoluşunu sonlandırmaktır.”

Toprağından kopartılma ile toplumsal-tarihsel bellek mi silinmek isteniyor?

İnsanın topraktan kopartılmasını sadece bir mekan değişikliği biçiminde yorumlamak kapitalist hegemonyanın uyguladığı toplumkırıma kılıf geçirmektir. Topraktan kopmak veya kopartılmak toplumsallığından, tarihinden, kültüründen, kimliğinden, binlerce yılda oluşan tarihsel toplum gerçekliğinden ve bu toplumun ruhundan kopmak veya kopartılmak demektir. Bu da toplumsal vicdan, hafıza ve toplumsal namustan yani ahlaktan kopmak ya da kopartılmakla eşanlamlıdır. Bunun da en yalın ifadesi anlam, estetik ve zihniyet yitimidir.

Tarihsel toplum değerlerinden, bu toplumun anlam, estetik ve zihniyetinden kopartılmış bir birey ya da toplumun özgürlüğünden söz edilemez. Özgürlük en başta duygu, düşünce ve öz bilinçle kendisi olabilmektir. Kendisi olamayanın ne geçmişe ilişkin anıları ve özlemleri ne de gelecek ütopyaları olabilir. Benim diyebileceği bir geçmişi ve geleceği olmayanın kendisine ait anlam yüklü bir şimdisi de olamaz. Böylesi bir insan köklerinden kopartılmış, köksüz bıraktırılmış bir bitki misali kurumaya terk edilmiş demektir. Topraktan, dolayısıyla toplumsallığından kopartılanın anlam, estetik ve zihniyet yitimini yaşayacağı açıktır. Anlam, estetik ve zihniyet yitimine uğramış birey ya da topluluklar ise asla özgür olamazlar; özgür olmak bir yana, parçalanmaktan ve yutulmaktan kurtulamazlar. Önder Apo’nun dediği gibi, “Toplumsal anlam, estetik ve zihniyet yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda ancak başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer.”

Topraktan kopmak ya da kopartılmak aslında özgürlükten kopmak ya da kopartılmakla eşanlamlıdır. Kapitalist hegemonyanın çeşitli yol ve yöntemlerle tarım-köy toplumunu dağıtması basit ekonomik bir sorun olarak değerlendirilemez. Sorun onbeş bin yıllık bir kültürün dağıtılması, dolayısıyla tarihsel toplum dinamiklerinin yok edilmesidir. Sorun toplumsal varlığın yok olmayla yüz yüze getirilmesi, toplumun toplum olarak varlık-yokluk sorununu yaşar duruma düşürülmesidir. Dolayısıyla sorun toplumsal özgürlük sorunudur. İnsan toplulukları için topraktan yani köklerinden kopmak özgürlükten kopmakla özdeştir. Anadolu ve Mezopotamya halklarının özdeyişleri bu durumu iyi anlatmaktadır: “Köksüz insan geleceksiz insandır”, “Her bitki kendi kökleri üzerinde yeşerir”, “Çiçek dalında, dal toprağında güzeldir” gibi toprağa ve köklere bağlılığı dile getiren sayısız atasözü ve özdeyiş mevcuttur. Felsefi olarak da yurda, anavatana bağlılık ile özgürlüğe bağlılık arasında sıkı bir ilişki vardır. Halk edebiyatı en çok özgürlükle anavatan bağlantısı üzerinde durmaktadır. 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Kürt halkını “kültürel soykırım kıskacındaki halk” olarak niteliyor. Özellikle 1990’ların başında mücadelenin kitleselleşmesine paralel olarak devlet tarafından geliştirilen köy boşaltma, yakma, yıkma ve zorla göçertme politikaları ile asimilasyon ve entegrasyon politikalarının bağı neydi?

1990’lı yıllarda sistematik olarak geliştirilen “Kürdistan’ı insansızlaştırma” uygulamaları bilinçli bir politikanın adım adım hayata geçirilmesiydi. Bu politikanın mimarı, insanın anavatanından kopartılmasının halk olmaktan çıkışının ilk adımı olduğunu deneyimleriyle iyi bilen küresel hegemonik güçlerle TC sömürgeciliğiydi. Uygulanan, yaratacağı sonuçları itibariyle iyi hesaplanmış sömürgeci bir politikaydı; Kürdistan’da bastırılan her isyandan sonra sömürgecilerin çok bilinçli ve acımasızca uyguladıkları asimilasyon, kültürel soykırım ve toplumkırım politikasıydı.

Kendine yeterli tarım-köy toplumu düzeninde yaşayan Kürt halkı, uygulanan kültürel soykırım politikalarıyla beyaz faşist Türk uluslaşmasının hammaddesi olarak kullanılmaktaydı. Sömürgeciliğe, kültürel soykırıma karşı gelişen Özgürlük Hareketi’nin kısa sürede kitleselleşmesi sömürgeciliği ürkütmüş, daha vahşi bastırma yöntemlerini devreye koymaya yöneltmişti. 1990’lara gelindiğinde ağırlaştırılarak geliştirilen toplu tutuklamalar, ağır işkenceli sorgular, toplama kamplarına dönüştürülen cezaevleri, katliamlar vb. uygulamalarla Kürt halkı Özgürlük Hareketi’nden soğutulmaya çalışılıyordu. Bunu başaramayan sömürgeciler deyim yerindeyse halkımızın Aşil Topuğuna yüklenmeye başladılar. Yani Kürt insanını ölümüne bağlı olduğu toprağından kopartmaya, Mecburi İskan uygulamasının yeni bir versiyonu olarak şehirlerin varoşlarına doldurmaya, açlık ve sefaletle terbiye etmeye yöneldiler. 

Kökleri on beş bin yıl öncesine dayanan tarım-köy toplumunun yarattığı kültürel değerlerinden, ahlakından, sağlıklı beslenme ve barınma olanaklarından kopartılmadan halkımızın teslim alınması mümkün değildi. Bunu iyi anlayan sömürgeciler, köyleri yakıp yıkarak halkımızı şehirlerin varoşlarında bir dilim ekmeğe muhtaç hale getirmek ve böylece iradesini kırmak istiyorlardı. Öyle ki, çok sayıda maaşlı imam, asker, polis, çete ve işbirlikçi hain daha çocuk yaştaki Kürt kızlarına topluca tecavüz edip Kürtleri ‘yola getirmeye’ çalıştılar. İnsanı insanlığından utandıran, tüylerini diken diken ettiren bu uygulamaların temel hedefi Kürt halkını özgürlük davasından vazgeçirtmekti. Toprağından, yani köklerinden kopartılmadan bunun gerçekleştirilmesi mümkün görülmediğinden köylerin yakılıp yıkılması ve halkımızın sürgün edilmesi bir devlet politikası olarak yürürlüğe konuldu.

Devletin göçertme politikaları dönemsel mi?

Entegrasyon kavramı kültürel soykırımın ve en etkin silahı olan asimilasyonun yumuşatılmasını, sözüm ona kabul edilebilir hale getirilmesini içeren bir kavramdır. On binlerce yıllık süreç içinde gelişmiş beslenme, barınma ve neslini sürdürme potansiyeli yüksek tarım-köy toplumu yaşadığı sürece Kürtlerin kültürel soykırıma direneceği açıktı. Bu nedenle devletin ne pahasına olursa olsun Kürtleri bu doğal ortamından uzaklaştırması, toplumsallığını dağıtarak yalnızlaştırması, açlık ve sefaletle terbiye etmesi gerekiyordu. 

Bunun için çok ince elenip sık dokunmuş plan ve projeler geliştirildi. Şark Islahat Planı, İsmet İnönü’nün Kürt Raporu’ndaki önerileri vb. güncellenerek, Özgürlük Hareketi’nin etkinliğini kıracak yeni yöntemler eklenerek kültürel soykırım sürdürülmeye çalışıldı. Köylerin yakılıp yıkılması, köylülerin şehirlerin varoşlarına doldurulmaları, açlıkla terbiye etmenin en ağır biçimi olarak günümüzde de vahşice uygulanmaktadır. Bu gerçeklerden hareketle kültürel soykırım politikası dönemsel değil, yöntemleri, dozajı, araçları ve üslubu değişse de sürekliliği olan bir devlet politikasıdır. Nüfusunun en az on katını besleyebilecek ekonomik imkanlara sahip olan Urfa’da her yıl binlerce insanımız işsizlikten kırılmaktadır.

Kürdistan’da ahlaki yozlaştırma devletin kolluk kuvvetleri, iktidara yamanmış din maskeli cemaatler ile işbirlikçi hainlerce programlı biçimde yaygınlaştırılmaktadır. Çocuklara tecavüz, saygısızlık, sevgisizlik, YİBO’lar vb. birçok yol ve yöntemlerle ahlaki düşkünlük geliştirilmektedir. Türkiye adeta namussuzluğun yasalarla korunduğu ve devletin örgütlediği kesimler eliyle uygulandığı bir devlet konumuna gelmiştir. Bunun temelinde Kürtlere dayatılan ahlaki-kültürel yozlaşma yatmaktadır. Kürtler üzerindeki kültürel soykırımın sadece Kürtlerle sınırlı kalacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Kürtleri asimile etmek, toplumsallığından, tarihsel-toplumsal ve kültürel değerlerinden uzaklaştırmak için geliştirilen bu uygulamalar Kürdistan’da ağırlaşan sorunların da Türkiye’ye taşınmasını beraberinde getirmiştir. Bir bütün olarak Türkiye’nin yapısal sorunlarını da ağırlaştırmıştır.

Bu politikaların hiç başarılı olmadığını, halklarımıza zarar vermediğini sanmak kendini kandırmak olur. Eğer bir yerde ahlaki-kültürel yozlaşma varsa, insanlar açlık ve sefaletle terbiye edilmeye çalışılıyorsa, orada sorunun bir toplulukla sınırlı kaldığını ya da kalacağını düşünmek safdillik olur. Kürtler şahsında tüm Anadolu ve Mezopotamya halkları ırkçı beyaz Türk faşizminin yerine ikame edilen yeşil Türkçü faşizmin kültürel soykırım politikalarının boy hedefi durumundadır. En son gelişen Gezi Parkı eylemleri sürecinde bu durum netçe ortaya çıktı. Yeşil faşist Türkçü iktidara muhalif herkes ve her toplumsal kesimin kültürel soykırımın hem hedefi hem de kurbanı olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.

Mücadele ve kızgın savaş koşullarında halkın köylere, kendi toprağına dönüşü zordu. Ancak ateşkes ilan ettiniz ve güçlerinizi sınır dışına çektiniz. Bu koşullarda halkın toprağına, yurduna geri dönmesi için devletin atması gereken adımlar nelerdir? Veya köylere geri dönüş sadece fiziki geri dönüş müdür?

Önder Apo’nun başlattığı, hareketimizin büyük bir iradeyle sahiplendiği ve gereklerini yerine getirdiği Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa hamlesinin temel amacı ve ilk adımlarından biri de bu sorunun çözümüdür; yurdundan zorla göçertilmiş halkımızın köylerine, yurduna geri dönüşünü, toprağıyla buluşarak kendine yeterli demokratik komünal ekonomisini geliştirmesini sağlamaktır. Kuşkusuz savaşın kızgın ortamında bunun gerçekleşmesi zordu. Ayrıca devletin Hamidiye Alayları’nın güncellenmiş hali olarak geliştirdiği köy koruculuğu sistemi de bunun önünde engeldi. Aynı uğursuz yapılanma bugün de engel durumundadır. Zorla göçertilen insanlarımızın köylerine, tarlalarına, bağ ve bahçelerine el koyan, bunları yıllardır kendi mülküymüş gibi işleyen çetelerin dönüşleri engellemek için ellerinden geleni yapacakları açıktır. 

Bu durumları bilen Önder Apo, halklarımızın özgür ve gönüllü katılımı temelinde birliğini sağlayacak koşulları ve sorunların demokratik siyasi yöntemlerle çözülmesini sağlayan hamleyi gerçekleştirdi. Bu durumda gerillanın geri çekildiği her alana köylerinden zorla çıkarılmış olanlar yerleştirilmeliydi. Bu alanların asker ya da çetelerle doldurulmasının önüne geçilmeliydi. Köyleri yakılıp yıkılmış, malları talan edilmiş halkımızın yaşadığı tüm maddi ve manevi zararlar tazmin edilmeden köye dönüş ile gerçek bir uzlaşma ve barıştan söz edilemez. Bu konuda gerek biz Kürtlerin, gerekse Türkiye demokrasi güçlerinin ve devletin yerine getirmesi gereken önemli görevler bulunmaktadır. Öncelikle bu konuda devletten fazla beklentili olmanın sakıncalarına dikkat çekmekte yarar vardır. Sorunların asıl kaynağı devlettir. Bu nedenle devlet mümkün olduğunca ağırdan alacak, oyalayacaktır. Devletle Kürdistan Özgürlük Hareketi arasında bir uzlaşma, bir barış olacaksa elbette öncelikle devlet bu politikalarından vazgeçmelidir. Bunları ve daha fazlasını devletten istemek bir haktır, ama devletten daha çok da hareket ve halk olarak bizim yapmamız gerekenler üzerinde yoğunlaşmayı daha anlamlı buluyorum. 

Peki Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin üzerine düşen görevler neler?

Bu konuda Özgürlük Hareketi’nin inisiyatif alması, Önder Apo’nun geliştirdiği projede üzerine düşenleri ikirciksiz yerine getirmesi olması gereken tutumdur. Bunun arkasının da bu biçimde getirilmesi gerekmektedir. Yani halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesine öncülük etmek ve her düzeyde sorumluluk üstlenmek durumundadır. Bu çerçevede en başta demokratik komünal ekonomik projeler geliştirilmeli, köylerine dönen insanlarımızın kendine yeterli bir ekonomik güce kavuşması sağlanmalıdır. Ekolojik tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi için gerekli olan önlemler alınmalıdır. Tohum ıslahından arazinin çiftlikler düzeyinde birleştirilmesine, hayvancılığın yaygın ve sağlıklı geliştirilmesine kadar bilimsel ve teknik araştırmalar yapılmalı, akademiler geliştirilmelidir. 

Toplumsal eğitimin geliştirilmesinde birincil derecede sorumlu olduğunun bilinciyle anadilde halk eğitimi yaşamın her alanında ve anında geliştirilmeli. Halk sağlığı; koruyucu hekimlik, alternatif tıp vb. tüm yollar denenerek geliştirilmeli, bunun örgütlendirilmesi sağlanmalıdır.

Kısacası şu anda köye dönüşler önündeki tüm engeller kaldırılsa bile yukarıda değinilen konularda gerekli altyapı çalışmaları, çeşitli projeler ve bunların uygulanma koşulları da geliştirilmeden “Köyünüze dönün” demenin fazla bir anlamının ve yaşamda ciddi bir karşılığının olmayacağı açıktır. “Dönün” demekle sorunlar çözülmüyor. Başta Êzîdî, Asûrî-Süryanî-Keldanî gibi gayri müslim toplumsal grupların taşınmazları olmak üzere yüz binlerce insanımızın toprakları, köyleri, evleri korucu ve devlet destekli çetelerce gasp edilmiştir. Gasp edilen tüm topraklar sahiplerine iade edilip yılların zararı tazmin edilmedikçe geri dönüşün koşulları sağlanmış olmayacaktır. Bunun için de oldukça ciddi ve zorlu bir demokratik mücadelenin geliştirilmesi zorunludur.

Tarihsel-kültürel açıdan bakıldığında göçertilen milyonlarca insanımızın yeniden ana topraklarına dönüşü neyi ifade eder?

Kendi ülkesinde mülteci konumuna düşürülmüş insanlarımızın köylerine dönüşlerinin en az yurtlarından zorla sürülmeleri kadar ciddi etkileri olacak, başarılması halinde bu eylem göçertilmenin tersine sonuçlar doğuracaktır. Köylerin yakılıp yıkılması ve göçertmeyle amaçlanan şey, iradesi kırılan Kürt halkını teslim almaktı. Köye dönüşlerin sağlanması halinde bu politikanın başarısız kaldığı kanıtlanmış olacaktır. İkincisi, halkımızın üretimden, tarihsel toplumsal birikiminden ve giderek ahlakından kopartılıp teslim alınması çabalarının aksine, bu değerlere sahip çıkılarak direnmenin başarısı tescil edilecektir. Üçüncüsü, kentlerin varoşlarında açlık ve sefaletle terbiye edilmek istenen halkımız direnişiyle halk olmaktan kaynaklanan haklarını elde edecek ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü de açacaktır. En önemlisi de üretimden kopartılarak tüketici hale getirilen halklarımız yeniden üretken, kendine yeterli hale gelecektir. Bu yapısal sorunun çözümü halkın özgüvenini yeniden kazanmasını da sağlayacaktır. Tek başına bu özgüven bile özelde Kürt halkı, genelde tüm Anadolu ve Mezopotamya halkları için tarihsel önemde bir kazanım olacaktır. Özgürlüğe susamış böylesine müthiş bir inşa gücünü hiç kimse durduramaz.

Biz köye dönüşleri basit bir fiziki dönüş olarak ele almıyoruz. Başbakan Erdoğan’ın yutturmaya çalıştığı gibi TOKİ’ye yeni vurgun imkanı yaratacak bir rant kapısı olarak değerlendirilmesini de kabul etmiyoruz. Ciddi yaklaşıyor ve tüm muhataplarının da ciddi yaklaşmalarını istiyoruz. Her şeyden önce köye dönüşler ciddi anayasal ve yasal düzenlemeleri zorunlu kılmaktadır. Kürt kimliğinin yanı sıra Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan tüm etnik, dinsel, kültürel ve dilsel kimliklerin varlığı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü anayasal güvenceye kavuşturulmadan sağlıklı bir köye dönüş sağlanamaz. Bu yüzden de köye dönüşler ciddi politika, plan ve projeler gerektirir. Akşam söylediği sabahkini tutmayan bir hükümetle bu işlerin yürümeyeceği açıktır. Ortaya çıkan kaygıların nedeni de budur.