‘Kızıldere dersleri, Önder Apo tarafından pratikleştirildi’
Kızıldere direnişinin yıldönümüne ilişkin konuşan PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Mahirlerin bıraktığı büyük mirasın bugün Kürdistan ve Türkiye toplumlarınca sahiplenildiğini söyledi.
Kızıldere direnişinin yıldönümüne ilişkin konuşan PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Mahirlerin bıraktığı büyük mirasın bugün Kürdistan ve Türkiye toplumlarınca sahiplenildiğini söyledi.
Özelde Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin, genelde ise tüm devrimci demokratların güç birliğinin günümüz için teşkil ettiği önemi, 1968 devrimci dalgalanmasından hareketle açıklayan Şerik, ‘uzun vadeli hedef olarak stratejik birleşme’ olarak ifade ettiği ihtiyacı, 16 Nisan referandumu bağlamında değerlendirdi. ‘AKP-MHP faşizmi, 16 Nisan’da kazanırsa kendisini kurumsallaştırma yoluyla, kaybettiği durumda ise iktidarını ayakta tutmak amacıyla saldıracaktır’ diye konuşan Şerik, bütün devrimci demokrasi güçlerine hazırlıklarını yapmaları ve güç birliği oluşturmaları yönünde çağrı yaptı.
Mahir Çayan ve yoldaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilişlerinin 45. yıldönümü. Mahirleri, 1968 devrimci dalgasının içinde ve Türkiye devrimindeki yeri çerçevesinde değerlendirmek gerekirse, ne söylenebilir?
Mahir Çayan, Ömer Ayna, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Saffet Alp ve beraberindeki devrimci önderlerin şahadete ulaşmalarının 45. yıldönümü vesilesiyle, Kızıldere’de direnerek şehit düşen bütün devrim önderlerini bir kez daha saygıyla anmak istiyorum.
Mahir Çayan ve yol arkadaşları, 12 Mart 1971 askeri faşist darbesinin gerçekleştiği tarihsel bir süreçte katledildiler. Kızıldere direnişi; faşist, sömürgeci iktidar güçlerine karşı ancak direnerek var olunabileceği ve mücadelenin de ancak direnerek kazanılabileceği gerçeğinin ilanı olması nedeniyle bir manifestodur. Mahir Çayan ve arkadaşları, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için böylesi bir eylem gerçekleştirmişlerdir. Ve sadece THKP-C kadro ve öncülerinin değil, Ömer Ayna gibi THKO’nun militanlarının da katılımıyla gerçekleşen bir eylemdir. O nedenle Kızıldere direnişi, 12 Mart faşizmine karşı direnen tüm devrimcilerin ortak bir eylemi olarak da tarihteki yerini almış ve büyük bir miras, bir direniş geleneği yaratmıştır.
1960’l yıllar, dünya devrimci ve demokratik sol hareketlerin büyük gelişme kaydettiği yıllardır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri de bu yıllarda çok yaygın bir hal almış ve büyük başarılar elde etmişlerdi. Küba ve Vietnam devrimlerinin etkileri büyük bir hızla gelişip, önemli zaferler kazanıyordu. Bununla birlikte Avrupa öğrenci gençliğinde de büyük bir kıpırdanış yaşanıyordu. Bütün bu gelişmeler dünyanın her tarafını etkisi altına almıştı. Türkiye’deki devrimci demokratik hareketlerin de ortaya çıkıp yükselmesine zemin hazırlamıştı. Türkiye ve Kürdistan’daki bu devrimci dalgalanma daha çok öğrenci gençliği içerisinde ifadesini bulmuştu. Fakat bu öğrenci gençlik hareketi o zamanki uluslararası gelişmelerin doğrudan etkisini taşırken, bununla birlikte; Türkiye genelinde de yaşanan bir devrimci kıpırdanış, yani muhalif-demokrasi güçlerinin sahneye çıkışı söz konusuydu. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Türkiye İşçi Partisi kurulur. Bunlar, düşünsel anlamda her ne kadar eleştirilecek yönleri bulunsa da, o zamanki devrimci demokratik hareketlerin gelişmesi açısından önemli adımlar teşkil ederler.
THKO VE THKP-C EYLEMLİLİKLERİ
Dünya petrol krizi, Irak ve Suriye’de yaşanan sorunlar gibi siyasal ve ekonomik krizler, dönemin Türkiye’sini de çok derinden etkilemekte ve iktidar yapıları arasına çelişkiler sokmaktaydı. THKO ve THKP-C bu süreçte kuruldular. Bu koşullarda örgütlenen devrimci hareketlerin bir çıkış gerçekleştirmeleri söz konusuydu. İşte 12 Mart 1971 askeri faşist darbesi de bu koşullarda gerçekleşmiştir. Onun içindir ki, darbeciler önce bu devrimci hareketlerin önderlerini ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koydu.
Bu süreçte faşist saldırılara karşı THKO ve THKP-C’nin eylemliliği başladı. İsrail Başkonsolosu’nun kaçırılması eylemi buna bir örnektir. THKO kırda gerillaya başlama temelinde harekete geçti ve Nurhak’ta üstlendi. Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan da kıra üstlenmek üzere giderken, Sivas’ta tutsak düştüler. Çayanlar Kızıldere’de, Denizler idam sehpalarında katledilirken TKP/ML TİKKO’nun bu devrimci geleneği sürdürme arayışı ortaya çıktı. Onlar da Dersim kırsalına üstlendiler. İbrahim Kaypakkaya ve Ali Haydar Yıldız’ın da o dönemde şahadetleri söz konusudur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, Mahirlerin katledilmeleri üzerine örgütlediği bir protesto eylemi sonucu ilk esaretini yaşama durumu var. Öcalan bunu kendi çıkışının belirleyici unsurlarından biri olarak değerlendiriyor. Bu cezaevi sürecinde Türkiyeli devrimcilerle ilişkilenip kendi yolunu tayin etmesi ve aynı şekilde PKK’yi, Mahirlerin geleneğinin bir mirasçısı olarak ifadelendirmesini nasıl değerlendirirsiniz?
1965’lerden sonra devrimci hareketin kat ettiği bu mesafe, 1970’lerin başında söz konusu devrim önderlerinin katledilmeleriyle birlikte kesintiye uğruyor. Fakat bu bir son değil, bir başlangıçtır çünkü geriye çok ciddi bir direniş geleneği miras bırakılmıştır. Türkiye ve Kürdistan toplumları bu mirası sahiplendiler. 1973 ile birlikte devrimci hareket kendisini yeniden toparlayıp örgütlemeye başladı. 70’lerin ortalarına gelindiğinde devrimci hareket toplumsal alanda büyük oranda karşılığını bulmuş olarak, Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan büyük bir devrimci dalgalanmayı beraberinde getirdi. Böylesi bir süreçte Kürt özgürlük hareketinin ortaya çıkışını ele almak gerekiyor. Burada Önder Apo’nun rolü belirleyicidir.
Önder Apo, 1970’lerin başında üniversitede öğrencidir. Önce İstanbul’da okur, sonra kaydını Ankara’ya aldırır. İstanbul’da da devrimci hareketlere yakından ilgi duyar. Mahir Çayan’ın da yer aldığı bir etkinliğe katılır. Mahir’in o toplantıdaki devrimci militan duruşu, Önder Apo üzerinde derin bir etki bırakır. Önder Apo, Ankara’ya gittiğinde de aynı düşünce ve duruşu korumaya devam ediyor. 12 Mart faşizminin hâkimiyetini sağladığı koşullarda, baskı, işkence ve cinayetlerin sürdüğü bu koşullarda, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde devrimci bir tutumun gelişmesine öncülük ediyor. Önder Apo, Ankara Mamak Cezaevi’nde tutsak düşen diğer devrimcilerle de tanışıp yakın ilişki içerisine giriyor ve onların pratiklerinden de yararlanıp dersler çıkarıyor. Tutsaklık koşulları bu anlamda, Önder Apo açısından, yeni bir çıkışı gerçekleştirmeye de temel teşkil edecek önemli birikimlerin elde edildiği bir süreç anlamına geliyor. Onun içindir ki, Önder Apo cezaevinden çıktıktan sonra o sürecin devam ettiricisi olarak hareket ediyor.
ADYÖD SÜRECİ VE DEVRİMCİ DAYANIŞMANIN GEREKLİĞİ
İdeolojik grup döneminin başlamasında cezaevi sonrası süreç önemli bir rol oynuyor. Yalnız burada şöylesi eksik bir yaklaşım vardır. Önder Apo, 1972’nin sonlarına doğru cezaevinden çıkıp bir sonraki yılın Nisan ayında altı arkadaşıyla birlikte Ankara Çubuk Barajı toplantısını gerçekleştirir. Bu, ideolojik grup döneminin başlangıcı açısından önemli bir ilk adımdır, rolü tarihseldir. Fakat Önder Apo’nun cezaevi sonrası arayışları bununla sınırlı değildir. Bir bütün olarak devrimci öğrenci gençlik hareketlerini de bir çıkış yapabilecek duruma getirme arayışı içerisindedir. Bu anlamda sadece Kürdistani bir yönelimin değil, Türkiye devrimci demokrasi hareketlerine karşı da sorumluluk üstlenip o bilinçle hareket eden bir özelliğin sahibidir Önderlik. ADYÖD de zaten böylesi bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Orada sadece Türkler ya da sadece Kürtler yoktur. ADYÖD içerisinde 1970’lerin devrimci geleneğine sahip çıkma iddiasında olan tüm eğilimler ve görüşler yer alıyor. Daha çok da THKP-C’ye sempati duyanlar bu örgütlenmeyi oluşturuyorlar. Önder Apo da bunun oluşumunda önemli rol oynuyor. Haki Karer arkadaş da ADYÖD’in yönetiminde yer alıyor. ADYÖD bu anlamda, Önder Apo’nun sadece Kürdistan halkına karşı sorumluluk duyan bir mücadele önderi değil, aynı zamanda Türkiye toplumuna karşı da sorumluluk duyan bir önder olma özelliğini de ortaya koyar. ADYÖD’ün, Türkiye ve Kürdistan devrimci gençliğini ortak eylemliliğe sokup geliştirme gibi bir gerçekliği söz konusudur ki; bunu sağlayan da Önder Apo oluyor.
Hatta o süreçte uzunca bir dönem bu düşüncenin pratikleşmesi için Önder Apo ve Haki Karer büyük bir mücadele veriyorlar. Daha sonraları Türkiyeli hareketler içerisinde önemli yerler edinen değişik örgütlerin yöneticileri ve kadrolarıyla ortak mücadelenin nasıl geliştirileceği üzerine tartışmalar ve ideolojik mücadeleler yürütülüyor. Önder Apo bu konuda ısrarlıdır da. Fakat Türkiye’deki devrimci gençlik hareketi içerisinde ulusalcı özellikler taşıyan, Kemalizmin önemli orandaki etkisini kıramamış olan grupların farklı yaklaşımları ve reddedici tutumları, Önder Apo ve Haki Karer’in o dönemki koşullarda vermiş oldukları mücadelede istedikleri sonuçları elde etmelerini engelliyor.
ADYÖD’den Faşizme Karşı Birleşik Cephe’ye kadar giden yolda, Türkiyeli sol hareketlerin durumları ile tutum ve tavırlarına ilişkin neler söylersiniz?
ADYÖD’ün zaman içinde daralması, Önder Apo’nun arayıştan vazgeçtiği anlamına gelmedi, bunu bilmek gerekir. Çünkü 12 Eylül askeri faşist darbesi daha gerçekleşmemişti fakat Türkiye’de bir darbenin gerçekleşebileceği yönünde güçlü görüşler vardı. Bu görüş sahiplerinden biri de Önder Apo’ydu. Önder Apo, yaklaşan bu darbeye karşı devrimci güçlerin birleşip ortak bir cephe oluşturmaları gereğini vurguladı; bunlar belgelidir de. Bu doğrultuda Cemil Bayık’ın Türkiye’de yürütmüş olduğu çeşitli görüşmeler ve tartışmalar vardır. Fakat Türkiyeli devrimci hareketler bu çabalara olumlu yanıt vermediler. Bunun sonuçları olumsuz olmuştur. Öyle bir direniş cephesi kurulabilseydi, 12 Eylül başarılı olamazdı. Çünkü faşist baskıları geriletmenin yolu ona karşı direnmekten geçer. Sol hareketler bu süreçte büyük darbeler yemiş, lider kadrolar önemli oranda tutuklanıp katledilmiş, sempatizanlar cezaevlerine doldurulmuş, halk sindirilmiştir.
Türkiye’de bu yaşanırken, Kürdistan’da daha farklı bir süreç ortaya çıkmıştır. Önder Apo, faşizme karşı nasıl örgütlenileceğin ve mücadelenin nasıl yükseltileceğinin arayışı içerisine girmiştir. Mücadeleye geri çekilme alanları yaratabilecek ve yeni nefes boruları açabilecek olanakların oluşturulması sonucuna gitmiştir. Mücadelenin uzun soluklu olabilmesi için gereken sürekliliği sağlayabilecek akışkan bir örgütlülüğün yaratılması gereği de bu sonuç kapsamındadır. Çünkü 71 sürecinde devrimciler direnmişti ama katledildiklerinde örgütleri de dağılmıştı. Bu anlamda mücadele kesintiye uğramıştı. Önderlik de yaşanan bir darbe karşısında eğer örgütsel anlamda bu tedbirler alınmazsa aynı sonuçla karşılaşılabileceği gerçeğinden hareket etmişti. Ortadoğu, Lübnan, Filistin sahalarındaki gerilla hazırlıkları bu kararın bir ürünüdür. 12 Eylül sonrası 1. Konferans ve 2. Kongre’yle birlikte gerekli hazırlık sürecinin tamamlandığı tespitiyle yeniden ülkeye dönülerek bir mücadele başlatıldı. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin oluşturulması da bu mücadele içerisinde yerini buldu.
Bugüne geldiğimizde, bu birleşik devrim hareketi perspektifinin bugün de kendini önemli ölçüde koruduğunu söyleyebiliriz. Pratikte Halkların Birleşik Devrimci Hareketi (HBDH) var. Geçtiğimiz günlerde bu hareketin bir de kadın örgütlenmesi kuruluşunu ilan etti. Bütün bunlar bağlamında bugün devrimcilere hangi görevler düşmektedir?
Halkların birleşik eylemliliklerine yönelik arayışları, yalnızca silahlı eylem boyutuyla da sınırlandırmamak gerekiyor. Önder Apo bu birlikteliği siyasal-demokratik zeminde de gerçekleştirmek istedi. HDK, HDP oluşumları da Önder Apo’nun bu arayışının doğrudan bir ifadesiydi. Önder Apo, HDP’nin kuruluş kongresine göndermiş olduğu mesajda ‘Bu aynı zamanda Mahir Çayan’ın özlemlerinin gerçekleştirilmesidir’ diyordu. O açıdan Önder Apo’nun Kızıldere şehitlerine sahip çıkışı, zindana girişi ve zindan sonrası girdiği arayışların geniş bir perspektifle ele alınması gerekiyor. Demokratik siyasi kurumların örgütlendirilmesi ve devrimci demokratik özgürlük mücadelesinde rol sahibi haline getirilmesi de böylesi bir arayışın sonucuydu. Tabii mücadelede demokratik siyasal alanın da etkili bir hale gelmesi, faşizmin yoğun şiddeti ve baskılarına karşın direniş mücadelesinden de vazgeçilmesi anlamına gelmedi. O açıdan HBDH de bu arayışların bir parçası olarak anlam kazandı. HBDH gittiği yeni örgütlenmeyi, kadın örgütlenmesini de buradan selamlıyoruz.
30 MART’IN ANISINA VERİLECEK EN GÜZEL CEVAPTIR
Kızıldere, devrimci demokrasi güçlerinin mücadele birliğine bir çağrıydı. Faşizme karşı mücadelenin ancak direnilerek kazanılacağının bir ilanıydı. İktidardan, devletten kopmadan, buna karşı bir mücadele geliştirilmeden devrimci olunamayacağının bir ifadesiydi. Bugün o çağrı Kürdistan ve Türkiye devrimcileri tarafından sahiplenilen bir çağrı haline gelmiş durumdadır. Bu çağrının pratikleştirilmesini tek bir yolla sınırlandırmak doğru değil, bu uzun vadeli bir stratejik hedefi ortaya koyuyor.
Böylesi bir gerçeklik içerisinde 16 Nisan’da yapılacak olan referandum önemli bir yer ifade ediyor. AKP-MHP faşizmi bu referandumla kendisini her yönden kurumsallaştırmayı hedefliyor. Bundan sonra da saldırının doğrudan hedefi elbette Türkiye ve Kürdistan devrimci demokrasi güçleri olacaktır. Bu güçler, söz konusu saldırıyı püskürtebilmek, AKP-MHP faşizminin kendisini kurumsallaştırmasını önleyebilmek için ona karşı mücadeleyi yükseltmek durumundadır. Bu mücadelede 16 Nisan referandumu da önemli bir rol oynuyor. Eğer bu referandumda AKP-MHP faşizmi istediği sonucu elde edemezse, hedeflerine ulaşma olanaklarını da kaybetmiş olacaktır. Bunu ise devrimci demokrasi güçleri hanesine bir zafer olarak yazmak gerekecektir. Fakat şöyle bir yanılgı içerisine de girilmemelidir. AKP-MHP faşizminin 16 Nisan referandumunda istediği sonucu elde edememeleri, faşist iktidarlarını kurumsallaştırma istemlerinden vazgeçmeleri anlamına gelmeyecek. Bu yönde karşı saldırılarını yoğunlaştıracaklardır. Onun için devrimci demokrasi güçleri, mücadeleyi referandumla sınırlı tutmayıp, 16 Nisan sonrası AKP-MHP faşizminin başlatacağı saldırılara karşı direniş hazırlıklarını da yapmaları gerekir. Buradan şunu açıkça söyleyebiliriz, 16 Nisan’dan sonra her durumda AKP-MHP faşizmi Kürdistan ve Türkiye devrimci demokratik muhalefet güçlerine saldıracaktır. Bu böyle bilinmelidir. 16 Nisan’da başarılı olmaları halinde kendilerini kurumsallaştırarak bu saldırılarını yoğunlaştıracaklardır. Başarısız çıkmaları halinde de bu saldırıları iktidarlarını korumak için gerçekleştireceklerdir. Devrimci demokrasi güçleri, bu gerçeklik karşısında gerekli hazırlıklarını yaparlarsa kazanacaklardır. 12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrası içine girilen eksikliği ve yetersizliği de bu anlamda telafi etmiş olacaklardır. Bu, 12 Mart faşizmine direnen Mahirlerin anısına da verilecek en güçlü cevap olacaktır.