Kürtlerin yüzyılına hoş geldiniz - Cahit Mervan

Kürtlerin yüzyılına hoş geldiniz - Cahit Mervan

Almanya’da hatırı sayılır politik-magazin dergilerinden Zenith’in Temmuz-Ağustos sayısının kapağında Kürdistan’ın yer alması bir tesadüf değil. Geçmişte rastlanıldığı cinsten herhangi bir oryantalistin ‘şark’ merakı sonucu da dergi Kürdistan’ı kapak yapmış değil. Veya edebiyat dünyasında tartışmasız bir üne sahip Alman yazar  Karl May’ın 1892 yılında yayımlanan ‘Durchs wilde Kurdistan’ romanının yeni baskısı için yapılan tanıtımı filan da değil.

Zenith dergisinin kapağı Kürdistan’ın merkezinde olduğu yeni Ortadoğu’nun resmidir. Artık Kürdistan ve Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkının kaçınılmaz olarak kapıyı çaldığının en somut, en yalın biçimidir. Bu 21. yüzyıl gerçeğin ta kendisidir.

Bu gerçek şudur: Kürt ve Kürdistan’ın statüsünün olmadığı bir Ortadoğu artık mümkün değil. Bu gerçeği görmeyen, kabul etmeyen ve buna uygun pozisyon almayan hiçbir güç, Ortadoğu’da yer bulamaz ve başarı şansı yoktur. Artık herkes siyasetini Kürt ve Kürdistan gerçeğini görerek, hesaplayarak yapacaktır. Yapıyor da.

Bu nedenle son dönemlerde sıkça duyduğumuz ‘21. yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır’ söylemi milliyetçi bir refleksten çok, bir durum tespitidir. Bu tespit veya slogan aslında bir halkın, bir ulusun ve bir ülkenin gelinen aşamada özgürlük arayışının artık engellenemez ve önlenemez olduğudur.

20. yüzyıl Kürdistan’ın bölündüğü ve Kürtlerin kölelik statüsüne tabi kılındığı bir yüzyıl oldu. Birinci Dünya Savaşı sona ererken yeniden şekillenen dünyada Kürtlere yer verilmedi. Kürdistan bizzat İngiltere’nin başını çektiği müttefik güçlerin öncülük ettiği uluslararası koalisyonun onayıyla dört parçaya bölündü. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında Kürdistan paylaşıldı.

Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi geçtiğimiz yüzyılda Kürtlerin başının belası oldu. Ama bu bölünmüşlük şimdi garip bir şekilde Kürtler için bir ‘avantaja’ dönüşmüş durumda. Kürtler 20. yüzyılda Fars, Arap ve Türkler gibi ulusal bir devlet kurmayı sağlayamadılar. Veya birçok nedenden dolayı beceremediler.

Geçtiğimiz yüzyılda Kürtler her şart ve koşulda ağır bedeller ödeyerek özgürlük arayışlarını sürdürseler de ‘o tarihi anı’ bir türlü yakalayamadılar. Bu Kürtlerden çok dış faktörlerden kaynaklandı. Türk, Fars ve Arap sömürgeci devletler ve onların uluslararası destekçileri Kürdistan’ın jeo-stratejik yapısından dolayı bir halkın özgürlüğünü kanla bastırdılar. Petrol başta olmak üzere devletlerin çıkarları halkların özgürlüğünden daha ağır bastı.

PETROL VİCDANDAN AĞIR BASTI

Kürtler söz konusu olduğunda kutsal ve kirli ittifaklarını kurdular. İkinci Dünya Savaşı döneminde ortaya çıkan iki kutuplu dünyada Kürtler ne yazık ki kimseye ‘yaranamadı.’ Örneğin ABD’nin başını çektiği NATO, Kürtlere karşı Türkiye’yi ve İran’ı desteklerken, Sovyetler Birliği sözde ‘kapitalist olmayan kalkınma yolunu seçen’ Irak ve Suriye’deki Baas rejimlerini desteklediler. Çünkü burası Ortadoğu idi. Vicdanlar ve ilkelerden çok çıkarlar geçerliydi. Bu nedenle 1975 Cezayir Antlaşması ile yenilgiye uğratılan Güney Kürdistan’daki devrimin lideri Mustafa Barzani ‘bir varil petrol bin ton adalete üstün geldi’ diyecekti.

Hem ‘Batı’ hem de ‘Doğu’ Kürtlerin çığlığını duymazdan, görmezden geldiler. Dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan bu iki uluslararası güç her yerde çatışma halindeyken Kürdistan’da soykırımların ortağı ve destekçisi oldular. Örneğin Halepçe bu iki sistemin ortak ürünüydü.

Garip bir şekilde dünya halkalarının dostu olduğu söylenen sosyalist ülkeler-Sovyetler Birliği’nden Küba’ya, Çin’den Arnavutluk’a kadar hiç birisi Kürtlerin özgürlük arayışlarının arkasında durmadı. BM, AGİT, NATO, Bağlantısızlar Örgütü, Varşova Paktı gibi hiçbir uluslararası siyasi ve askeri kuruluşun gündemine taşımadılar. Kapitalist ve sosyalist ülkeler sanki söz birliği etmişcesine Kürtlerin 20. yüzyıldaki sömürge ve köle statüsünü değişmez ve değiştirilemez bir kader olarak gördüler, kabullendiler. Çıkarları bunu gerektiriyordu.

Ancak birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası hem dünyada hem de o dünyanın kalbi olan Ortadoğu’da, Kürtler ve Kürdistan’ın statüsüz oluşu aynı zamanda istikrasızlığın, savaşın ve geriliminde kaynağını oluşturdu.

BÖLÜNMÜŞ KÜRDİSTAN AVANTAJA DÖNÜŞTÜ

İki kutuplu dünya sona ererken Kürt hareketi, özelliklede PKK öncülüklü Kürdistan Özgürlük Hareketi yükselişe geçti. PKK yüzyılın başında Lozan’da ve İkinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan sözde barış anlaşmalarında Kürdistan için çizilen sınırları fiili olarak ortadan kaldırdı. Geçmişte Kürtlerin köle kalması için sömürgeciler elinde bir araca dönüşen ‘bölünmüş Kürdistan’ giderekten özgürlük için bir ‘avantaja’ dönüştü.

90’lı yılların sonlarına doğru Berlin Duvarı’nın tuğlaları söküldüğü zaman PKK öncülüklü Kürdistan Özgürlük Hareketi hızla Kuzey parçasının sınırlarını aşarak bütün Kürdistan’ı içine alan güçlü bir dinamiğe dönüştü. Kürtlerin kaderini tel örgülere rağmen, yapılmış onca anlaşmalara rağmen sıkı sıkı birbirine bağladı. Tek parçada çözüm yerine, bütün parçalarda çözüm ve özgürlük fikrini sarsılmaz bir şekilde yerleştirdi. 

Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın çöküşü, peşi sıra gelen birinci körfez savaşı, 2001 yılının 11 Eylül günü  New York’ta ikiz kulelere ve Washington’da Pentegon’a yapılan o akıllara durgunluk veren saldırı, ABD’nin başını çektiği Batılı güçlerin Afganistan seferi, nihayetinde 2003 yılında Irak’ta Saddam Hüseyin rejimin çökmesi ve ‘Arap baharı’ Kürtlerin makus tarihlerinin değişmesi için uygun koşulları sundu.

Dünyada sosyalizm çökerken, sosyalist olan PKK sadece Kuzey’de değil Kürdistan’ın bütün parçalarında yükselişe geçti. Güney Kürdistan ‘de facto’ olarak yeni bir statüye kavuştu. Güney’in Saddam sonrası statüsü hem içte, hem de uluslararası camiada Federal Kürdistan Bölgesi olarak tanındı ve kabul gördü.  Batı Kürdistan ise son iki yıldır tüm karanlık odakların saldırılarına karşı özgürlüğü tadıyor. Kuzey Kürdistan’ın statüsü ise kaçınılmaz olarak kendisini dayatıyor. Doğu Kürdistan ise büyük fırtına öncesi bir okyanusu andırıyor.

KÜRTLERİN TARİHSEL SORUMLUĞU

Ve tarih Kürtlerin önüne başka bir tarihsel sorumluluk daha getirip bıraktı. O da dört parçaya bölünmüş Kürtler artık sadece kendilerini özgürleştirmekle yetinemezlerdi. Gelinen süreçte  onları köle ve sömürge statüsünde tutan devletleri dönüştürmek ve kendileri özgürlüğe yürürken o ülkeleri de demokratikleştirmekle karşı karşıya kaldılar.

Bunun bir paradoks olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Keskin milliyetçi sloganlar arkasına gizlenilerek ‘Bize ne Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin demokratikleşmesinden’ diyenler olacaktır.

Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya bakarsak eğer, kulağa hoş gelen, ama ayakları yere basmayan bu çıkışların hiç de önemli olmadığını göreceğiz.

Şu kadarını söyleyelim: Evet. Kürdistan’ın özgürlüğü Kürt hareketinin en önde gelen görevidir. Ancak Kürdistan’ın kalıcı bir şekilde statüsünün korunması, özgürlük ve mutluluk adası haline gelmesi, onu çevreleyen koşullarında kalıcı şekilde bir anlamda köklü değişimiyle mümkündür.

Örneğin iç sorunlarının çözmüş, demokratikleşmesini sağlamış bir Irak devleti Federal Kürdistan için tehdit ve istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkacaktır. Keza Batı Kürdistan’ın elde ettiği özgürlüğün kalıcı bir özerklikle statüye kavuşması sadece Kürtlerin birliği ve dayanışması ile sağlanmayabilinir. Demokratik bir Suriye’de özerk Kürdistan kendisini daha çok güvencede hissedecektir.

Veya demokratikleşmiş bir Türkiye ve İran şuan ki pozisyonlarının aksine Kürdistan’ın herhangi bir parçasında ortaya çıkan kazınmalara karşı tehdit unsuru olmaktan çıkacaklardır. Demokratikleşme işgal ve yayılmacılık karşısında panzehir görevi yapacaktır.   

Ancak en önemli gerçek ise geçtiğimiz yüzyılda Kürdistan’ı parçalayan ve onu sömürge statüsüne tabi tutan ülkeler Kürdistan’ın kendi geleceğini belirleme hakkına saygı duymadıkları müddetçe demokratikleşmeleri mümkün değil. Bu nedenle KCK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın başlattığı barış ve demokratik çözüm süreci tarihi önemdedir.

ÇÖZÜM SÜRECİNİN İKİ AYAĞI

Bu süreç bazılarının sandığı veya anladığı gibi gerilla güçlerinin sınır dışına çıkması, PKK’nin silah bırakması falan-filan değil.

Bu sürecin iki stratejik ayağı var: Yani bu süreç savaşı bir kader olmaktan çıkararak Kürt sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulma sürecidir. Bu süreç aynı zamanda her şeyi zorla ve baskıyla, katliam ve soykırımla cevaplayan devletin en azami düzeyde demokratikleşme sürecidir. Bu süreç- PKK silahları bırakır mı bırakmaz mı sorusundan bağımsız olarak- özerk ve özgür Kürdistan ile demokratik Türkiye’nin barış içinde yaşayacakları yeni bir sistemin kurulma sürecidir.  

Şuan Türkiye demokratik bir ülke değil. Bu nedenle ne kendi içinde Kürtlerin statüsünü kabul ediyor, nede Federal Kürdistan’ı resmi olarak tanıyor, içine sindiriyor, ne de Batı Kürdistan’da ortaya çıkan özerkliği kabulleniyor.

Ancak bu durum ‘Kürtlerin yüzyılında’ sür gitsin devam edemez. Çünkü demokratikleşmeyi sağlayamamış bir Türkiye’nin Kürtlerin yüzyılında yeri yok. Ya demokratikleşecek ve Kürtlerle barış içinde yaşamayı içine sindirecek ya da Türkiye şuan ki Türkiye olarak kalmayacak. Tıpkı Irak’ın, Suriye’nin kalamadığı gibi. Tıpkı İran’ın kalamayacağı gibi.

O zaman barış demokrasi ve herkese özgürlük vadeden Kürtlerin yüzyılına hoş geldiniz.