'Libya ile oynadığınızda oradaki göç ile de oynarsınız'

İdlib’ten gelmesi beklenen 120 bine yakın mülteci dalgası sınıra dayanmışken, Türkiye, Afrika göçünün sıkışıp kaldığı Libya’ya da asker göndermeye çalışıyor.

Adana’da yol kenarına bırakılmış şekilde bulunan Suriyeli işçi Mustafa el Recep’in cesedi, Türkiye’deki mülteci meselesinin kilitlendiği tablonun en acı ve açık hali olarak duruyor. Türkiye hükümeti Suriye’den gelen 4 milyon kişiye mülteci statüsü tanımadığı gibi ülkedeki tepkileri dindirmek için geri dönüş politikasını devreye soktu. Ekim ayında başlattığı işgalle Kuzey Suriye’den istediğini tam olarak alamazken, şimdi de İdlib’te hezimete uğruyor.

Çatışmaların yoğunlaştığı İdlib’ten sınıra 120 bin mültecinin yığıldığına dair haberler geliyor. Libya’ya asker gönderme kefareti olarak görülen İdlib meselesi çözümsüzlüğe doğru ilerlerken; Afrika göçünün sıkışıp kaldığı Libya’ya asker gönderme ise masada. Mülteciler hakkında araştırmalar yapan, "Mülteci İşçiler", "Sığınamayanlar", ve "En Güzel Şarkı" kitaplarının da yazarı olan gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz ile hem İdlib’ten gelmesi beklenen mülteci akınının sonuçlarını hem ülkedeki sığınmacıların durumunu hem de Libya meselesini konuştuk.

SURİYELİLER DE İŞSİZ, YOKSUL VE BORÇLU

Adana’da birkaç gün önce fabrikada intihar eden Suriyeli Mustafa el Recep isimli işçinin cesedi yol kenarına bırakıldı. Bu olay, genel tabloya dair ne anlatıyor?

Fred ve Harry Magdoff’un "Günümüzün Yedek Sanayi Ordusu" başlıklı yazısında "Kullan at işçileri" (Disposable workers) adını verdikleri bir kavram var. Güvencesiz işçilerle ilgili bir kavram bu. Milyonlarca işçi güvencesiz ve yarı zamanlı bir şekilde çalıştırılıyor. Daha sonra işten atılıyor. Patronların da bu konuda herhangi bir yasal yükümlülüğü olmuyor. Dünyada bu kadar göç hareketinin olduğu bir dönemde "kullan at işçileri"nin en büyük kısmını mülteciler oluşturuyor.

Adana'da bunalımdan dolayı canına kıymış daha sonra fabrikadakiler ve patron tarafından yol kenarına bırakılmış bir işçiden bahsediyoruz. Hem işçiyi kullanıyor, sömürüyor, hem de işçi ya iş cinayetinde ya da bir şekilde öldüğünde alıp bir kenara atıyor. Çok dramatik bir şey bu, artık hukuku ya da başka bir şeyi de geçti. Türkiye'de iş cinayetlerinde göçmenlerin, mültecilerin öldüğü kazalara bakarsanız hiçbirinin avukatı olmadığını, dosyaların takip edilmediğini ve de sümen altı edildiğini görecekseniz.

Dolayısıyla bu tarz iş cinayetlerinde mülteciler, patron için maliyetsizdir aynı zamanda. Bir de şu var: "İşsizlik var, gençlerimiz diplomaya rağmen iş bulamıyor, intihar ediyor; ama bir tane intihar eden Suriyeli gördünüz mü?" deniyor. Ki bu söylem, belli çevreler tarafından da kışkırtılan bir söylem. Adana’daki olayın da gösterdiği gibi; Suriyeliler de aç, işsiz, yoksul ve borçlu… Krize karşı mücadele edilecekse mültecisinden yerli işçisine tüm halk bir arada olmalı, çünkü sonuçları ortak.

İKİ TARAFLI BİR TEDİRGİNLİK VAR

Ülkede ciddi bir göçmen karşıtlığı varken şimdi de İdlib’ten büyük bir göç dalgası geliyor. Öncelikle bu göç dalgasının sonuçları ne olacaktır?

İçeride zaten gergin bir atmosfer var. Yapılan birkaç araştırma vardı bu konuyla ilgili: Parti fark etmeksizin hemen hemen hepsinin tabanında “mülteciler geri gönderilsin” eğilimi var ve bu oran çok yüksek. Ama bunu sadece bir mülteci ya da Suriyeli karşıtlığı olarak değerlendirmemek de lazım. 8 yıl geçmesine rağmen hala sorunun çözülmemesinden de kaynaklı. Öte yandan yerleşik topluluklar da bu durumdan mustarip. Ne entegrasyon ne iskan politikası doğru yapıldı, ne de bir mülteci statüsü verildi insanlara.

Ekonomik kriz ile birleşince doğal olarak daha farklı bir boyuta taşındı mesele. “Bu daha ne kadar böyle sürecek?” diye bir gerilim yaşanıyor. Hükümet de bu basınçla geri gönderme politikalarını devreye soktu. Elbette bu geri gönderilenler ne kadarı kendi rızaları ile gidiyor? Bu da çokça tartışılıyor. Dolayısıyla İdlib’ten geleceği varsayılan 120 bin civarındaki insan iki kesimi de geriyor: Hem hali hazırda Türkiye’de bulunan 4 milyon mülteciyi, hem de Türkiyelileri.

Bir yandan ülke halkı “Zaten 4 milyon var sorun çözülmedi, yenileri mi geliyor” diye bakıyor. Diğer yandan sığınmacılar “Yıllardır mülteci statüsü verilmedi, geride savaş var dönemiyoruz, yenileri gelirse hedefe konuluruz” tedirginliği yaşıyor. Öte yandan bu 4 milyon insan için henüz güvenli geri dönme koşulları sağlanmış değil. Güya buradaki en güvenli alanlardan biri İdlib'ti ama gördük ki o da çok güvenli değilmiş.

AMAÇ MÜLTECİLERİ TÜRKİYE DIŞINA SÜPÜRMEK

Oysaki Türkiye Ekim ayında güvenli bölge kurmak için Suriye’de işgal saldırıları başlattı. İdlib’in yanı sıra o güvenli bölgelerde de birçok patlama-çatışma meydana geldi şimdiye kadar. Bu koşullarda sığınmacıların gönderilmesi ne kadar gerçekçi?

Birçok siyasetçi ya da akademisyen bölgede yaptığı araştırmalar neticesinde, “Burada nereye güvenli bölge kuracaksınız, koşullar uygun değil” diyor haklı olarak. Çünkü bölgede çatışma zemini her zaman var olacak, geri gönderme söylemi gerçekçi değil. Hem ekonomik olarak yetersiz bir durum söz konusu, hem de savaş bölgesine insanları yeniden gönderemezsiniz. Şöyle bir şey var Avrupa, öncelikle kendi sınır güvenliğini düşünüyor; mülteciler Avrupa'ya ayak basmasın yeter. Bu yüzden “geri kabul anlaşması” imzalandı Türkiye ile.

Ege denizine bariyer çekildi. Sonrasında mülteciler Türkiye'ye hapsedildi. Bunlar zaten uluslararası birçok sözleşmeye aykırıydı. O yüzden şimdi “güvenli bölge” üzerinden neden yeniden uluslararası sözleşmelere aykırı de facto bir durum olmasın ki! Asıl mesele şimdi mültecileri Türkiye'nin de dışına süpürmek. Şimdi sınıra yığılanları da bir şekilde orada tutmak. Aslında bu da hukuk bakımdan uygun değil; ama dünya da Birleşmiş Milletler de hukuku artık çok tanımıyor. Onlar da bu yükün az gelişmiş ülkelerin sırtında kalmasını istiyor.

O yüzden Türkiye zorladığında sınırın dışında birkaç güvenli bölge alanına kredi verilebilir. Çünkü Türkiye her seferinde “kapıları açarım” tarzı söylemlerde bulunuyor, bunu göz ardı etmemek lazım. Ama esas soru bunun finansmanı kimde olacak? Avrupa Birliği ya da diğer uluslararası finans kuruluşlarının eli açık değil bu konuda. Bu noktada bir kriz çıkacaktır. O yüzden büyük bir güvenli bölge olmasa da belki Türkiye'nin ısrarlarıyla küçük güvenli bölgeler olabilir diye düşünüyorum. Doğru değil ama bunu yapacaklardır.

TÜRKİYE’NİN EMPERYAL HAYALLERİ OLSA DA GÜCÜ YOK

Peki, Suriye sorunu siz de söylediniz 8 yıldır çözümsüz. Şimdiyse Libya’ya asker gönderme söz konusu. Suriye’nin sonuçları ortadayken bu meselenin daha da derinleşmesi anlamına gelmez mi?

Mülteciler açısından Libya krizi anlamak için öncelikle şöyle bir veri aktarmak gerekli: Türkiye ve Avrupa Birliği arasında geri kabul anlaşması “başarısından” sonra bunu Libya'da denediler. Avrupa Birliği adına İtalya, Afrika adına da Libya imzacı oldu. Sahra altından Kuzey Afrika'ya doğru giden Siyahilerin göç akını Libya'da durduruldu. Akdeniz'e açılmadan bir şekilde “büyük hapishanelerde” ve kamplarda durduruldu bu göç. Bu, anlaşmaya taraf olan ülkeler açısından başarı sayıldı. Zira orada insanlar köle pazarlarında tarım plantasyonlarına, fiyat artışına göre satılıyor. Bunları BBC ortaya çıkardı ve bu kadar vahim bir durum var.

Öte yanda Libya'nın kendisi artık Libya değil, böyle konuşursak yanılırız. Libya bütün Afrika göçünün gelip sıkıştığı yer. Aslında Libya ile oynadığınızda oradaki göç ile de oynarsınız. Türkiye'ye gelecek olursak bugün ülkenin 3 tane çıkmazı var. Bunlardan ilki Suriye’deki tutmayan ve duvara toslayan neo Osmanlıcı dış siyaset, ki Türkiye bundan vazgeçmiş değil. Sonuç olarak büyük bir göç dalgası Türkiye'nin üzerinde kaldı.

İkinci çıkmaz Akdeniz'deki doğalgaz aramalarına ilişkin yaşanan gelirim. Buradaki denklemde de Türkiye yalnız kaldı. Dolayısıyla orası da bir çatışma bölgesi olabilir. Libya’ya geldiğinizde Libya'da da Davutoğlu döneminden beri eksen alınan provokatif bir dış siyaset ile hareket ediliyor: yöntem orayı karıştırmak bir şekilde dinamiklerle oynamak. Hükümet adına yapılan açıklamalarda Mustafa Kemal'e atıf yapılarak “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa” vardır deniliyor. Sathı müdafaa ne demek? Kıta sahanlığımız olur olmaz ama biz denizlerin olduğu her yerde olacağız demek. “Biz sadece Türkiye'nin sınırlarını değil, Osmanlı’nın sınırları olan her yerde olacağız. Libya da eski Osmanlı toprağı olduğu için oradayız” şeklinde bir bakış bu.

Nitekim Mustafa Kemal'in oraya gidip çatışmalara katılmasını örnek gösteriyorlar. “Orası vatan toprağıydı o yüzden gitti” deniliyor. Fakat şunu hatırlatmak gerekir; Mustafa Kemal oraya gittiğinde Afrika halklarının bir bağımsızlık savaşı vardı. Libya zaman içinde kendi kaderini tayin etti ve bağımsız bir ülke haline geldi ve siz de artık Osmanlı değilsiniz. 21. yüzyıl dünyasında böyle bir gerçeklik yok. Ama siyasi akıl; “Dünyada bütün dengeler değişiyorsa ben de eski topraklarıma dönebilir miyim” üzerinden hareket ediyor. Fakat bugün Türkiye emperyal hayalleri olsa da hem ekonomisi hem de iç dinamikleri yüzünden bir emperyalist ülke gibi kendini yeniden inşa edebilecek bir güce sahip değil.

BUNLARIN HALKTA VE DÜNYADA BİR KARŞILIĞI YOK

Suriye’de sınır güvenliği deniyordu ama Libya’da böyle bir argüman sanırım çok tutmayacak halk nezdinde…

Yayılmacılığın bu kadar geniş bir havzaya açılması zaten problem. AKP Suriye'de nasıl duvara tosladı ise Libya’da sonuç bunun ikiye, üçe katlanması anlamına gelir. Libya’ya asker gönderme tezkeresi de meclise gelecek. Sonuç olarak bütün halkların barışını sağlayacak bir dış politikaya ihtiyacı var. Libya’ya asker göndermenin halkta bir karşılığı yok. Halk zaten yıllardır Suriye’de dış siyasetinin sonuçlarını görüyor. Yeni pazar ve toprak alanlarıyla iştahlanan burjuva kesimlerinin ve Osmanlı'nın son yıllarında olduğu gibi Enver, Cemal ve Talat üçlüsünün maceracı hayallerine öykünenlerin politikalarıdır bunlar. Zira Suriye'de sınır güvenliği deniyordu, peki Libya için ne denilecek?

Öte yandan “Türkiye’den Libya’ya kadar Akdeniz’de geniş bir güvenlik koridoru oluşturduk, Yunanistan'a büyük bir gol attık, bütün dünya buna şaşırdı” gibi söylemlerin de uluslararası alanda pek bir karşılığı yok. Zira Fransa'nın, Rusya'nın, ABD'nin, İngiltere ve hatta Çin’in top koşturduğu bir sahayı Türkiye'ye öyle kolay bırakmazlar. Bunlar elbette iç siyasete oynayan söylemler. Ekonomik sıkıntıların arttığı ve kriz çanlarının çaldığı bir dönemde bu söylemlerin halkta ciddi etki yaratacağını söylemek güç.