GÖRÜNTÜLÜ

Mümtaz’er Türköne: Süreç hukuki zemin üzerinde işleyecek

PKK'nin fesih ve silahlı mücadeleye son verme kararıyla artık sürecin başladığını belirten Mümtaz’er Türköne, “Süreç, artık tamamıyla hukuki zemin üzerinde işleyecek” dedi.

PKK’nin silah bırakma kararı ile boyutlanan çözüm tartışmalarının Türkiye’yi demokratikleştirecek bir dinamik olarak gören Mümtaz’er Türköne, Kürtlerin 100 yıl boyunca büyük haksızlıklar yaşadığını, Kürtlere karşı empati ve sempati ile yaklaşılması gerektiğini belirtti.

Ekim ayında başlayan çözüm tartışmalarına dair yaptığı analiz ve yorumlarla adından çokça söz ettiren Yazar Mümtaz’er Türköne, süreç ve çözüm tartışmalarına ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.

Sizi kısaca tanıyabilir miyiz, Mümtaz’er Türköne kimdir?

Ben 1956 İstanbul doğumluyum. Siyasal Bilgiler mezunuyum. Aslen Sinopluyum. İstanbul'da, Türkiye'nin değişik yerlerinde büyüdüm. Siyaset bilimi uzmanıyım. Üniversitede akademisyen olarak yıllarca çalıştım. Bir de kalemin ucuna ne gelirse onları yazıyorum.

Türkiye'de Ekim 2024’ten bu yana devam eden tartışmalarda sizin isminiz de geçti. Siz bu sürecin neresindesiniz, fikirsel veya fiili düzeyde bu süreçte yer alıyor musunuz?

Sadece izliyorum, ayrıntılarını anlamaya çalışıyorum. Sebep-sonuç ilişkileri kurup öngörülerde bulunmaya çalışıyorum. Ben sadece bir gözlemciyim. Herhangi bir tarafta değilim. Herhangi bir siyasi angajmanım, yer aldığım bir siyasi mutfak veya karargah yok. Tek başına bir adamım.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile yakın ilişkide olduğunuz belirtiliyor. Devlet Bahçeli, sadece MHP Genel Başkanı olarak mı bu süreçte yer alıyor?

Devlet Bahçeli bu süreci yönetiyor, sürüklüyor. Bu sürecin lokomotifidir. Türkiye Cumhuriyeti devleti adına ve siyasi kanatta bu işin lideri, sürükleyicisi. Benimle ilişkisini soruyorsanız benim hiçbir ilişkim, irtibatım yok, bir temasım yok, iletişimim yok. Biraz önce söylediğim gibi sadece dışarıdan gözlüyorum. Şunu da ilave edeyim; Devlet Bey'i tanırım. Birlikte uzun yıllar çalıştık. Aynı üniversitede, aynı fakültede yıllarca beraber çalıştık. Gençlik yıllarımızdan itibaren, talebelik yıllarından itibaren bir ilişkimiz var. Yani sever ve sayarım kendisini ama bu süreçle alakalı herhangi bir bilgi alışverişi, herhangi bir telkin, herhangi bir bağlantım olmadı. Son dört yıldır, hatta 5 yıldır da hiç görmedim.

Çok merak edildiği için tekrar sormak istiyorum; sizce Devlet Bahçeli bu meseleye başlarken sadece MHP Genel Başkanı olarak mı yoksa başka bir temsiliyetten mi söz ediyoruz?

Gözlemim, Devlet Bey'in ismiyle müsemma şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin önceliklerini, menfaatlerini ve projeksiyonunu temsil ettiği yolunda, yani bir siyasi parti lideri, bir siyasetçi kimliğinden çok bir devlet adamı olarak vaziyet alıyor, tavır alıyor ve süreci yönetiyor. Devlet Bey'i burada bir siyasetçiden, bir parti genel başkanından çok devlet için ve devlet adına sorumluluğu üstlenen, yol gösteren bir aktör olarak görmek hiç yanlış olmaz.

Bu süreç başlarken kimi endişelerden bahsedildi. Özellikle bölgesel konjonktürde yaşanan gelişmelerin Türkiye’yi tehdit ettiği veya edeceğinden bahsedildi. Nedir bu tehdit?

Ben bir endişeden değil, görülen ve peşine düşülen bir fırsattan söz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir fırsat gördü, fırsat penceresi gördü bölgede. Bu fırsat da Suriye'deki gelişmelerin öncesine ve sonrasına tekabül ediyor. Görülen fırsat da şu; çok açık bir şekilde söylüyorum. Bölgede Türkler ile Kürtlerin kader birliği ettiği, birlikte aynı yöne baktıkları, birlikte çoğalacakları, birlikte büyüyecekleri, birlikte refaha, huzura ulaşacakları bir fırsat yakaladı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Kürt siyaseti aynı zamanda bu fırsatı hayata geçirmeye çalışıyor. Sanıyorum aynı perspektife Kürt siyaseti de sahip, onlar da bu fırsatı gördü. Suriye bu işin zembereği oldu, harekete geçiren ana muharrik gücü oldu, kaldıracı oldu.

Bölgedeki tüm Kürtleri mi kastediyorsunuz?

İran Kürtlerini hariç tutuyorum, çünkü İran Kürtlerinin temas imkanı çok sınırlı. Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye'de Cezire veya sizin Rojava dediğiniz bölge ve Türkiye'deki Kürt coğrafyası buna dahil. Aslında eksiksiz Kürtlerin ve Türklerin tamamının, daha doğrusu Türkiye Türkleri ile Kürtlerin tamamının kader birliği edeceği bir gelecek önümüzde uzanıyor. Bir fırsat olarak süreç dediğimiz olay, bunu yakalamak, bunu hayata geçirmek ve bunu iki taraf için de bir kazanca dönüştürmek meselesinden ibaret. Ben özellikle iki kişinin, Devlet Bahçeli ile Abdullah Öcalan'ın bu fırsatı çok net bir şekilde gördüklerini, birinin devlet adamı kimliğiyle, Öcalan'ın da devrimci kimliğiyle, devrimci karakteriyle bu fırsatı Türkler ve Kürtler için birlikte bir geleceğe, parlak bir geleceğe dönüştürmek üzere çaba harcadıklarını düşünüyorum.

Peki bu iki karakter şu ana kadar yapılması gerekenleri yaptılar mı?

Fazlasıyla yaptılar, isabetli bir şekilde yaptılar. Söyledikleri sözlerin, müdahalelerinin hepsinin çok isabetli olduğu, çok doğru olduğu karşımıza çıkan sonuçtan anlaşılıyor. Devlet Bahçeli, Öcalan'ı muhatap aldı, ona bir alan açtı, onun önünü açtı. Bahçeli, 22 Ekim 2023’te Meclis’te yaptığı konuşmada ‘Gelsin Meclis’te DEM Parti grubunda konuşsun’ dedi. Öcalan da bu mesajı aldı. 27 Şubat'ta yayınladığı çağrı metniyle tam anlamıyla buna karşılık verdi. İki aktör, yani Bahçeli ve Öcalan süreci biçimlendirdi, şekillendirdi ve sürüklüyorlar. Gördükleri şeyin çok gerçek olduğu, gördükleri şeyin Türkiye Türkleri ve Kürtlerin tamamı için çok büyük bir fırsat olduğunu anladıkları ve çok bilinçli davrandıkları, çok ince ayarları yapılmış mesajlarla, çıkışlarla bu süreci yönettikleri anlaşılıyor.

Bu Türkiye Türkleri lafını şunun için kullanıyorum. Arada size parantez olarak söyleyeyim; İran'da 20 milyon bizimle aynı, Türkiye Türkleriyle aynı soydan gelen Oğuz Türk’ü var. Azeri diyoruz onlara, dilleri de aynı. İran'daki Türklerle, Türkiye Türklerinin bu konudaki çıkarları birbiriyle çatışıyor. Yani iki farklı Türk unsurundan bahsetmiş oluyoruz bu kapsamda, bu çerçevede. İran Azerileriyle çıkarları çatışan, hesapları çatışan Türkiye Türklerinin, bölgedeki Kürtlerle çıkarları ortak. Ortak bir pencereleri var, ortak bir gelecekleri var. Ben de buna kader birliği diyorum.

Abdullah Öcalan ve Devlet Bahçeli şu ana kadar bu işi sürüklemelerine rağmen sizin de kamuoyuna açık ifade ettiğiniz, Bahçeli ve Erdoğan arasında bir çelişki olduğu konuşuluyor. Bu çelişki büyür mü kapanır mı, sürece yansımaları nasıl olur?

Fiili olarak Erdoğan'ın konuya ikna olduğu, PKK'nin fesih kararından anlaşılıyor. Yani Cumhurbaşkanı ikna olmasaydı, Cumhurbaşkanı'nın ikna olduğunu görmeseydi, PKK'nin kurmay heyeti, bu konuda böyle bir karar vermezdi. Bazı şeyleri karşı tarafa bakarak anlamak mümkün. Cumhurbaşkanı ikna olmuş görünüyor. Sürece ne kadar ciddiyetle yaklaşacağı, ne kadar enerji sarf edeceği, ne kadar kendini vereceği konusunda sanıyorum kamuoyunda biriken bazı endişeler var. Böyle bir algı var. Bu sürecin tam olarak algoritmasını çıkartırsak, bu sürecin yeni başladığını düşünüyorum.  PKK'nin fesih kararı, bir başlangıç vuruşu idi. Bundan sonra olacak olanlar zaten süreç dediğimiz şeyi ortaya çıkartacak. Bundan önceki fasıl başlamak için yapılması gerekenlerdi. Artık başlandı, süreç başladı. Kervan yola koyuldu. Bundan sonra süreç tamamıyla hukuki zemini üzerinde işleyecek. Sürecin garantörü, sürecin teminatı, sürece inancı, güveni tazeleyen şey hukuk olacak. Kürtlerin siyasi olarak, Kürt siyasetinin kendi varlıklarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde iktidara gelme şansları, iktidarda söz sahibi olmaları çok istisnai durumlara bağlı. O yüzden kimseye güvenemezler. Kimseye güvenmemekte de haklılar. Filanca şahsın, falanca şahsın, bu kim olursa olsun sözüne, kendi imzasına güvenerek yola çıkamazlar bu kadar önemli bir konuda. Güvenebilecekleri tek şey hukuk, anayasa. Nitekim Abdullah Öcalan da bu perspektifi çok net olarak gördüğü için demokrasi ve hukuk zeminine oturtuyor süreci. Bunu bir demokrasi meselesi olarak tanımlıyor. Bu da aslına bakarsanız doğru bir tespit. Bunun anayasa cephesi var. Dikkat ederseniz Öcalan'ın tanımladığı standartları Devlet Bahçeli de tekrarlıyor veya kendisi söylüyor daha öncesinde. Bahçeli sürekli demokrasi vurgusu, hukuk vurgusu, temel insan hakları vurgusu yaparak sürecin önünü açıyor. Bundan sonrası hukuka bağlı.

Demokrasi ve hukuk vurgusu yapılıyor fakat burada da bir paradokstan söz ediliyor. Demokrasi ve hukuk sadece Kürtler için olamaz. Dolayısıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, Türkiye daha da antidemokratik bir iklime doğru evriliyor. Buna ilişkin sizin görüşleriniz nedir?

Süreci bu çelişkiyi bozacak, değiştirecek ana dinamik olarak görmeyi deneyin. Doğrudan doğruya Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin diğer vatandaşlarıyla eşit ve onurlu vatandaşlar haline getirmesi beklenen bu süreç, aynı zamanda bu şikayet ettiğimiz demokrasi ve hukuk eksikliğini giderecek, bunu ortadan kaldıracak bir dinamik sağladı bize. Böyle bir enerji veriyor Türkiye'ye. Çünkü bu sorunun çözümü hukuksuz olmaz, demokrasi olmadan olmaz. Kürtlerin talep ettiği, istediği demokrasi ve hukuk, Türkiye'nin geri kalanını da hukuk ve demokrasi içinde tutacak bir fırsat penceresine dönüşüyor.

Sizin söylediğinizi tersine çevirerek düşünün. Evet, mevcut hukuk düzeniyle, mevcut demokrasi anlayışıyla, mevcut otokratik eğilimlerle, keyfi yönetimlerle, keyfi kararlarla, yargının siyasi olarak kullanılmasıyla bu manzara içinde Kürt meselesini kimse çözemez. Çözmek için hukuka ihtiyacımız var. Çözmek için Kürt siyasetinin hukukla ve demokrasiyle ikna olması gerekiyor. Bu konuda bir tatmin gerekiyor bütün ülke çapında. Bunlar sağlandığı zaman zaten Türkiye'nin geri kalanı için de gerekli olan hukuk, demokrasi ortaya çıkıyor. Şöyle; kayyum atama diye bir uygulama var Türkiye'de. Yargı kararının dışında idari bir tasarrufla İçişleri Bakanı kayyum atıyor. Seçimle iş başına gelmiş bir belediye başkanının yerine herhangi bir soruşturmaya, herhangi bir yargı kararına ihtiyaç duymadan doğrudan doğruya idari tasarrufla bunu yapabiliyor. Şimdi keyfince özellikle Kürt coğrafyasında, Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu bölgelerde kayyum atayan bir iktidarla bu süreç yürümez. Yola bile çıkmaz. Kayyum uygulamalarına son verilmesi lazım. Demokrasi dediğimiz halkın seçtiğine saygı esası üzerine yükselir.

Tam olarak bu yorumdan dolayı mı bir erken seçim ihtimalinden söz ediyorsunuz?

Erken seçim ihtimali birden fazla faktöre bağlı bir dinamik. Erken seçim bir umutsuzluğun, bir çaresizliğinin de nihai noktasıdır. Türkiye'de ekonomi tıkandı. İktidar yeni bir hikaye üretemiyor. Topluma da bu konuda umut veremiyor. Ekonomik göstergelerin hepsi kötüye gidiyor, daha da kötüye gideceği anlaşılıyor. İktidar, yine bol kepçeden elinde olanları bile siyasi hegemonyasını arttırmak için çarçur ediyor. 19 Mart siyasi operasyonu ile 55-60 milyar dolar civarında bir kayıptan söz ediliyor. İktidar kanadının muhalefeti ortadan kaldırmak için giriştiği bir operasyon olduğu algısı da ekonomi üzerine yerleşti. Şimdi Türkiye erken seçim kararı alsa ekonomik göstergelerin tamamı birdenbire iyileşebilir. Böyle bir potansiyeli var erken seçimin. Şimdi nesnel olarak gerekli olan şey akla ve mantığa uygun olarak da önümüze çıkar. Ben bu yüzden erken seçimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca çözüm süreci iktidarı hukuka ve demokratik prensiplere uymaya zorladığı ölçüde keyfi yetkilerini, keyfi uygulamalarını ortadan kaldıracak ve onu etkisiz bir yönetim, güçsüz bir yönetim haline getirecek. Çünkü gücünü ancak hukuk dışı yöntemlerle sürdürebiliyor. Bu da erken seçimi mecbur kılan bir dinamik. Gücünü kaybeden iktidar, hukuka teslim olmak, demokrasinin prensipleriyle hareket etmek zorunda kalan iktidar, eninde sonunda iktidar değişimine teslim olur ve Türkiye seçime gider. Ben Kasım ayında bu yüzden seçimi bekliyorum.

Kasım ayında?

Evet. Nesnel şartlardan çıkartıyorum.

Sürece dönecek olursak, bu çizdiğiniz tabloda PKK'nin silah bırakıyor olması ne anlama geliyor, sürecin hangi evresine tekabül eder ve bundan sonra kim hangi adımları atacak, atmalı?

Tabii iki taraflı bir süreç. Diyalektik bir süreç. Bir taraf bir şey yaptığı zaman öteki tarafın karşılık vermesi gerekir. PKK'nin kendini feshetmesi ve silah bırakması süreci tek başına başlatan, harekete geçiren ve herkesi de bu başlangıca göre tavır almaya zorlayan bir gelişme oldu. Çok önemli bir gelişme. Tarihi bir gelişme. Sürecin başlangıcı denebilir buna. Doğrudan doğruya bu karar dönüm noktası olacak. Öyle anlaşılıyor ki ilerleyecek. Çok önemli bir nokta, çok önemli bir ayrıntı. Kürt siyaseti bu konuda devletle pazarlık yapmadı. Masaya bağlı şartlar ileri sürmedi, müzakere yürütmedi. Tek taraflı olarak muhatapsız, tartışmasız silah bıraktığını ve kendini feshettiğini açıkladı. Abdullah Öcalan'ın telkiniyle tabii ki. Aslına bakarsanız sürecin sağlıklı bir şekilde işlemesini de mümkün kılacak çok önemli bir zemin oluşturdu. Doğrudan doğruya bir pazarlıkla süreç yürüseydi o zaman iki örgütlü güç arasında çatışmalar, çekişmeler, anlaşmazlıklar, uzlaşmazlıklarla çok zorlu bir süreç yaşanacaktı. Çok zorlu gelişmeler yaşanacaktı. Şimdi ilkeler üzerinde, hukuk üzerine, demokrasi üzerine yine Abdullah Öcalan'ın tarif ettiği şekilde demokratik siyaset çerçevesinde her türlü tartışmanın yürütülebileceği, her türlü sözün söylenebileceği bir iklim ve atmosfer oluştu. Bu çok önemli bir kazanç. Ben PKK'nin silah bırakmasından çok, bu zaten bekleniyordu, silah bırakmasının bu şekilde gerçekleşmesinin süreç açısından çok sağlıklı bir zemin oluşturduğunu ve bunun hiçbir zaman kaybedilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

PKK’nin açıklamasından farklı tartışmalar çıkarmak isteyen çevreler de oldu…

Saçma sapan bir sürü tartışma çıkıyor Türkiye'de. PKK'nin yayınladığı sonuç bildirgesinden bir Lozan meselesi çıktı. 1924 Anayasası meselesi çıktı. Soykırım lafına dayalı bir tartışma çıktı. Bu tartışmaların hepsi aslında durumdan memnun olmayanların biz hangi bahaneyle, hangi gerekçeyle bu işe karşı çıkarız diye tam anlamıyla fesat gözlerle arayıp bulduğu bahanelerden ibaret. Çünkü bunların arka planları var. Lozan nedir? Lozan'ın hangi maddesi üzerinde bir tartışma yürüyecek? 1924 Anayasası'nın nesini tartışacaklar? Soykırım edebi olarak, siyasi retorikte çok kullanılan bir kelime. Bazen suçlama, bazen şey olarak. Hepsi su kaldırır, hepsi esnek konular, tartışmalı konular bunlar. Şu andaki kullanımları hepsi sanki silahlı mücadele bitti, bu silahlı mücadeleyi devam ettirmek, silahlı mücadele yerine çatışmayı devam ettirmek için cephane gibi, mermi gibi kullanılıyor bunlar. Bu konularda biraz geniş olmak lazım, rahat olmak lazım. Bunların uzun uzun tartışılacağı bir dönem önümüzde uzanıyor. Geniş olmak lazım, son derece tahammüllü, sabırlı olmak lazım. Herhangi bir problem yok.

Bir diğer yorum ise, ‘Önceki çözüm sürecinde toplum hazırdı, siyaset hazır değildi. Bu süreçte ise siyaset hazır toplum hazır değil’. Buna ilişkin sizin yorumunuz nedir, yani toplum hazır değilse, bu sürecin toplumsallaşması için ne yapılmalı?

Bu konuda Abdullah Öcalan İmralı’dan verdiği mesajlarda ilkesel bir perspektif sundu, paradigma değişikliği olduğunu vurguladı. Gerçekten 2013-2015 arasındaki çözüm süreciyle bugünkü çözüm süreci arasında köklü, esaslı bir paradigma değişikliği var. Dinamikler farklı, bu işi kolaylaştıran faktörler farklı, bu işin zembereği farklı. Harekete geçiren bir zemberek var burada. Bölgesel şartlar farklı, her şey farklı. Bütün bunların hepsi bir araya geldiği zaman Kürtler için de Türkler için de bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. Bütün o farklı olan şeyler. Yani Kürt siyaseti, Türkiye'de çok ciddiye alınması gereken bir siyaset. Kürtlerin canı çok yandı son yüzyılda. Karşılaştıkları problemlerle ilgili derinlemesine düşünme, kafa yorma, bu sıkıntıları atlatmak için çare arama gibi konularda Türk tarafına göre çok daha kapsamlı düşündüler. Çok daha fazla kafa yordular, emek verdiler bu meseleye. O yüzden benim gördüğüm, gözlediğim kadarıyla Kürt siyasetinin bu konuda ciddi bir hazırlığı var. Türk tarafının ise yok. Türkiye'de genel kamuoyu konuya hala çok mesafeli ve uzak duruyorlar. Fakat zemin doğru zemin, izlenen istikamet doğru istikamet, böyle bir yolda kimsenin de hata yapma lüksü yok. Önümüze koyacağı kazançlar, barış adına, huzur adına, refah adına, insanların güvenliği adına, temel haklarını koruma, özgür bir yaşam, onurlu bir yaşama sahip olma adına çok büyük fırsatlar var önümüzde ve kimse bunu kaçırmak istemez. Dediğiniz perspektiften 2013-2015 arası iç dinamiklerle zorlanarak geliştirilmiş bir paradigma idi. Bu seferki ise bütün dinamiklerin, bütün aktörlerin, bütün faktörlerin bu istikamete hizmet verdiği yepyeni bir paradigma. Nitekim bu yeni paradigmanın ilk ürünü olarak, daha doğrusu başlangıç ürünü olarak da PKK'nin kendini feshetmesi ve silahları bıraktığını açıklaması gibi çok inandırıcı, çok güçlü bir hamle geldi. Gerisi için endişe edecek herhangi bir şey olmadığı kanaatindeyim.

Sizin durduğunuz noktadan bu yorum ve değerlendirmeleriniz çok önemli. Son olarak Türkiye toplumuna nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Geleceğe dair, Kürt meselesinin çözümüne dair, Kürtlere yaklaşıma dair ne söylemek istersiniz?

Kürtlere mesaj vermek benim haddime değil. Benim haddimi aşar.

Türklere mesajınızı sordum zaten.

Onu vurgulamak için söylüyorum. Dediğiniz gibi, benim muhatap kitlem Türkler, genellikle Türklerde de bütün bu tür etnik sorunların olduğu ülkelerde görüldüğü üzere toplumlardaki ötekileştirme, bir düşman arayışı, bir düşman yaratma üzerine inşa edilen politikalar bunların ürünü olarak, genellikle de siyasi iktidarlar, devlet, toplumu yönetebilmek için bir düşmana ihtiyaç duyar. O düşman karşısında yönettiği insanları bir araya getirmek, onların haklarını ellerinden almak, onlara sınırlamalar getirmek gibi tedbirler uygular. Düşman varsa her şey makul olur, mazur olur. En kolay yönetilen toplumlar, korku içinde olan toplumlardır. Korkutmak gerekir. Bütün bunlara dayalı bir yüzyıllık geçmişi var Türkiye'de Türklerin. Bu alışkanlıklardan vazgeçmeleri gerekiyor. Hakikaten barışa susamış, huzura susamış, onurlu ve eşit bir hayata karşı büyük bir umut besleyen Kürtlere karşı, empati duygusuyla ve bir sempati taarruzuyla bakmaları gerekir. Kendilerini onların yerine koyup düşünmeleri, farklı bir ana dili olanın neler düşünüyor olabileceğine, nelerden şikâyet ediyor olabileceğine dair empatiler geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum ve söylüyorum, Türklere hitaben. Ben de anadan babadan Türk Oğuz soyundan bir adamım. Bu topraklarda, birlikte uyum içinde yaşamanın herkesin memnun olduğu, herkesin kendini gerçekleştirdiği bir atmosfere, zemine sahip olmanın ne kadar büyük bir avantaj olduğunu, herkesin bilmesi ve takdir etmesi lazım. Yani Türkiye eğer bu uzlaşmayı gerçekleştirirse kanatlanıp uçar, kimse de tutamaz Türkiye'yi. Bunu Türklerin de anlayacaklarını umuyorum ve düşünüyorum.