Ne oldu şu merdiven stratejistlerine? - Cahit Mervan
Ne oldu şu merdiven stratejistlerine? - Cahit Mervan
Ne oldu şu merdiven stratejistlerine? - Cahit Mervan
Beş-altı ay önce özel hazırlanmış haberlerle ve atılan manşetlerle koparılan fırtınalara hepimiz şahit olduk. Ne kadar gürültü kopardılar, neydi o gerçekten? Neden bir saman alevi gibi sönüp gittiler?
Halbuki çok iddialı konuşuyor ve yazıyorlardı. Hele içlerinden ikisi neredeyse insanların akıllarından geçenleri okuyor, yazılmamış mektupları yazıyor ve bir müneccim gibi şöyle şöyle olacak diye zikrediyorlardı. Neyin olup olmayacağına adeta onlar karar veriyorlardı. Havaları o biçim yerinde, televizyon kanallarına ‘süreç uzmanları’ olarak çıkıyor, her sorulan soruya ‘geçin onları, ben bunları bilirim’ havası içinde yanıtlıyorlardı.
Ne hava basıyorlardı ama! Birinin icat ettiği ‘merdiven teorisini’ diğeri geliştiriyor, merdivene yeni ekler yapıyordu. Kürdistan kamuoyu ve Türkiye’de az buçuk bu işlerin nasıl olduğunu bilen ve bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olan aklı başında insanlar hariç, Türk toplumu adeta bu ikilinin ağzına, açacakları yeni fallara bakıyordu. Veya bakmaları isteniyordu.
KÜRTLERE KUMDAN KULE YAPMAK İSTEDİLER
Kimden mi bahsediyoruz? Tabi ki İmralı süreci daha resmen açıklanmadan istihbarat servislerinin koridorlarında kulaklarına üfürülen ‘bilgilerden’ kumdan bir kule yapmaya çalışan Yeni Şafak gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi ve Radikal gazetesi genel yayın yönetmeni Eyüp Can’ı kast ediyoruz.
Çocuk parklarında, deniz sahillerinde, tatil köylerinde kumdan kule yapmanın bir sakıncası yok elbette. Hatta vaktiniz varsa eğlencelidir. Ancak bunlar hem kumdan kule yapmaya çalışıyordu, hem de kendileri de dahil başka hiç kimsenin üzerinde yürümeyeceği bir merdivenle Kürtlere ‘buyurun kulenin tepesine’ çıkın diyorlardı. O kadar gürültü ve üst perdeden ahkam kesmelerine rağmen gelinen noktada ortada ne kule kaldı, ne de ona çıkacak merdiven…
Bu ikili İmralı Sürecine ilişkin ilk önce bir merdiven teorisi ortaya attılar. Artık inandırıcı mı olsun diye midir nedir bilinmez, ama teorilerine ‘Dört Basamaklı Merdiven Stratejisi’ gibi bayağı hokkalı bir isim buldular. Bu buluştan dolayı birbirlerini nasıl tebrik ettiklerini-görmemişler gibi- köşelerine dahi taşıdır.
Bu ‘her şeyi bilen’ iki gazeteciye göre süreç tek taraflı, Türk hükümetinin dikte etmesiyle başlayıp tamamlanacaktı. Öyle bir hava yaratıyorlardı ki, İmralı’da esir tutulan PKK lideri Abdullah Öcalan görüşme ve müzakerelerde Türk heyetinin ‘çözüm’ yani tasfiye olarak masaya koyduğu yol haritasına ‘evet’ demiş ve PKK’nin tasfiyesi artık kaçınılmaz hale gelmişti.
Hatta ikili Ocak ayının ilk günlerinde peş peşe yazdıkları yazılarda şunlar şunlar olacak, şunlar şunlar da olmayacak diye ahkam kesiyorlardı.
Buna göre:
Bir: PKK tek taraflı ateşkes ilan edecek. İki: Gerilla güçleri silahsız olarak sınır dışına çıkacak. Üç: PKK silah bırakacak. Dört: PKK üyeleri genişletilmiş eve dönüş yasasından yararlanacak, yani pişmanlık duyacak ve ‘üst düzey yöneticileri’ ise bir İskandinavya ülkesine gidecek.
‘Merdiven stratejisinin’ iki kafadarı bu plana karşılık yazılarında ve konuşmalarında olmayacakları da bir bir sıralıyorlardı. Mesela onlara göre özerklik, ana dilde eğitim, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü masada yoktu. Olmayacaktı da. Bu iki uzmana göre Kürtler zaten bu taleplerinden vazgeçmişlerdi.
HANİ BDP YOKTU?
Dahası bu iki ‘merdiven teorisyenine’ göre süreç çok hızlı başlayacak ve birkaç ay içinde PKK’nin tasfiyesiyle noktalanacaktı. Abdülkadir Selvi 2013 yılının ilk yazısında bir adım daha ileri çıktı ve BDP’yi bile defterden sildi. Gerekçesi ise hayli komikti.
Selvi 2 Ocak günü, yani DTK eş başkanı Ahmet Türk ve BDP Batman milletvekili Ayla Akat Ata’nın İmralı adasına gitmesinden 24 saat önce yayımlanan ‘Yeni sürecin ipuçları başlıklı’ yazısında çok iddialı bir şekilde şöyle yazıyordu, daha doğrusu basit bir karartma yapıyordu:
‘‘Yeni süreçte BDP yer almıyor. Çünkü BDP bu konuda kendisini muhatap kılabilecek bir inisiyatif geliştiremedi. Tam tersine çözümün değil, Kandil'in sesi olmayı tercih etti. Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak'ın temsil ettiği Cemil Bayık- Duran Kalkan çizgisi, yani Kandil, bu konularda akla gelebilecek ilk adres olması gereken BDP'yi taca çıkardı.’’
Selvi’nin iddiaları üzerinden bir gün geçmeden manasını yitirdi.
Bir: BDP süreçte en aktif rol alan parti haline geldi. İki: BDP Kandil-İmralı-Ankara arasında mekik dokumaya başladı. Ve siyasi iktidarla müzakere masasına oturdu. Ayrıca Qandil’in mesajlarının doğru anlaşılması için onun neredeyse siyasetteki sözcülüğünü yaptı, yapıyor. Yani bir anlamda Selvinin deyişiyle ‘Kandil’in sesi’ oldu. Üç: ‘Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak'ın temsil ettiği Cemil Bayık- Duran Kalkan çizgisi’ gibi yorumların şimdi borsa değeri nedir, alıcısı kaldı mı acaba?
Selvi daha ‘içerden’ konuşurken diğer bir ‘merdiven teorisyeni’ Can ise yazdıklarına gizemli bir hava katıyor ve gelişmelerden anı anına bilgi sahibi olduğu imajını veriyordu. Hatta bir ara neredeyse sürecin mimarı ve mihmandarı olduğunu dahi söyleyecek noktaya geldi.
KİM BÖN BÖN BAKTI?
Bu ‘acar gazeteci’ 9 Ocak günü yayımlanan ‘Minik kuşum kim? Kaynağımı açıklıyorum’ başlıklı yazısında şöyle döktürüyordu:
‘Yeni İmralı Mutabakatı diyerek sürece bir isim taktım. Selvi’nin bahsettiği ‘merdiven yöntemini’ ‘Dört Basamaklı Merdiven Stratejisine’ çevirdim. Süreci, aktörleri öncesi ve sonrasıyla iyi bilen, bu konulara vâkıf her gazetecinin yapabileceği hatta yapması gerekeni yaptım. Parçaları bir araya getirdim, eksikleri araştırarak tamamladım ve kendi analiz ve sunumumla yazıyı Radikal’e manşet yaptım. Ama yine söylüyorum her iki haberde de en önemli haber kaynağım Abdulkadir Selvi. Nitekim Selvi de yazılarımda kendisine atıf yaptığım, emeğe saygı gösterdiğim için dün arayıp teşekkür etti. Bizim meslek böyledir. Biri bir haberi ilk yazar, bir başkası alır onu iyi işleyerek bir adım öteye götürür, Türkiye’nin gündemi yapar, birileri de önlerinde nehir gibi akan bilgilere bön bön bakar.’’
Peki bu iddialı laflara ne oldu diyeceksiniz, işte yanıtı:
‘İmralı Mutabakatı’nın isim babası Eyüp Can değil bu bir. Selvi’nin sözünü ettiği basamak teorisi hiçbir zaman olmadı ve İmralı’da üzerinde uzlaşılan mutabakat metni ile her iki Türk gazetecisinin ileri sürdüğü merdiven stratejisi arasında dağlar kadar fark var, bu iki. Can bu konulara vakıf olmadığı, geçen süre içinde daha net görüldü, bu üç. Kendi analiz ve sunumu yoktur, daha çok ‘minik kuşların servis ettiği bilgilerle’ karartma yapmıştır ve manşet atmıştır, bu dört. Selvi’nin yaptığı haberi değil, onun yaptığı dezenformasyonu bir adım öteye taşıma gayreti içinde olmuştur, bu beş. Türkiye’nin gündemini değil, gerçeği karartmak için çaba göstermiş ve kitlelere sürece gerçeğin olduğu yerden değil, kendi durduğu yerden bön bön bakın demiştir bu da altı.
Şimdi konuyu çok dağıtmadan toparlayalım.
İmralı süreci başladığından bu yana bu ikili eliyle yürütülen yönlendirme ve karartma çökmüştür. Bu ikilinin ‘merdiven stratejisi’ yerle bir olmuştur. İddia ettikleri hiçbir şey onların öngörüsünü ve ileri sürdükleri takvimleri doğru çıkarmamıştır. Bunun en somut ve son örneği KONGRA GEL’in başarıyla gerçekleştirdiği 9. tarihi genel kuruldur. Genel Kurul’un aldığı kararlar, KCK sisteminin kendisini yenilemesi, yeni görev dağılımı ve sonuç bildirgesi sürecin Türk tarafının kurguladığı gibi olmadığını açık ispatıdır.
MERDİVEN STRATEJİSTLERİNİN SON HALLERİ İÇLER ACISI
Bir kez daha çöken ve kaybeden psikolojik savaş olmuştur. Adı geçen iki gazetecinin de hayli ter döktüğü sürece ilişkin Türk tarafının yarattığı algı KONGRA GEL’in Genel Kurul’uyla birlikte son bulmuştur. Kırıntıları dahi kalmamıştır.
Hal böyle iken Eyüp Can’ın KONGRA GEL’in Genel Kurul’una ilişkin yazısının başlığını ‘Karayılan’ı kim, niye gönderdi’ diye koyması bir aymazlık değil midir?
Veya karartma yaparak, süreci Türk kamuoyuna tasfiye ve hükümetin ‘zaferi’ olarak pazarlayan Abdülkadir Selvi’nin Cemil Bayık için, KCK Yürütme Konseyi eş başkanı seçildikten sonra ‘İran'ın, Urumiye kentinde villada yaşadığı, böbrek rahatsızlığı nedeniyle İran'ın Kandil'e kadar diyaliz makinası gönderdiği bir isim’ diye bahsetmesini nasıl adlandıracağız?
Şimdi bu mu yani gazetecilik? Ayıp değil mi gerçekten? Bari aynı paragraf içinde birden fazla yalanı peş peşe sıralamasa. Okuyucusunu en azından aptal yerine koymasa. Ona saygılı olsa. Nasıl oluyor da bir insan hem İran’ın Urmiye kentinde villada yaşıyor (!) hem de aynı zamanda İran onun için Kandil’e diyaliz makinası gönderiyor?
Gerçekten ayıp değil mi merdiven stratejistleri? Ne oldu size? Son haliniz içler acısı.