Bilinmeyenlerin bilinenlerden daha fazla olduğu Kürdistan coğrafyasında, Serhat bölgesi cezbedici bir mekandır… Tıpkı şarkı ve hikayelerde olduğu gibi, düz ovalarında beliren Sîpan, Artos ve Agirî gibi heybetli dağlarının duruşu doğaya ayrı bir güzellik kazandırıyor. Bu bölgenin göğsünde ise durgun Wan Gölü, bir nazar boncuğu gibi durur. Kendine has maviliği ile nazarlardan korunması gereken bir tabiat parçasıdır. Dağları, ovaları ve büyük Wan Gölü dışında birçok küçük göl, birer mavi boncuk gibi belirir Serhat’ta. Gün doğuşu ile batımının ayrı ayrı seyrine durulacak güzellikte olması, doğanın burada yaşayan insanlara bağış ettiği bir ayrıcalıktır. Baharda karla karışık yeşilin hakim olduğu bu engebeli bölgede, bu renk ovalarda giderek sararmaya başlar ve yükseklerde ise mat bir yeşile dönüşür ve sonbahara kadar da bu biçimini korur. Yağmurların kışı müjdelemesiyle gelen mevsim, sonrasında üzerine beyaz bir örtü çeker. Bu bazen ovalarda ve dağların eteklerinde kurulan köylerin birçoğunu süt beyazı denilecek bir kar örtüsü ile kapanması gibi bir görüntüye dönüşür…
Zirvelerinde hakim olan beyaz, ovalara indikçe yerini yeşile bırakan Mayıs ayının ilk haftasıydı. Yıl 2003. Wan otogarında başlıyordu yolculuk. Otobüse binmeden, telaş içinde koşturuyordu bir yolcu... Bayiye uğradı. Sağına soluna bakındı. Bir su ve gazete aldı. Keskin bakışlar ile bayide duran adama baktı, parasını ödedi ve hızlı adımlar ile otobüse yöneldi. Eskiden buralarda genç bir kadının tek başına yolculuk yapması enderdi. Son yıllarda ise bu giderek, tersi bir değişime uğradı. Değişim giderek kendisini olması gereken bir doğallığa bıraktı. Sevimlilik ile ciddiyet arası bir yüz ifadesi takınan kadınlar gelip, geçiyordu. Buranın insanları da coğrafyası gibi güzellikleri, farklılıkları içinde barındırıyor. Türkler, Türkmenler, Azeriler, az sayıda kalan Ermeniler ve değişik lehçe ve inançsal kimliği ile Kürtler ahenk içinde yaşayıp dururlar…
Şarkıları ve hikayeleri bir birine karışmışçasına, farklı dillerde aynı şeylerle karşılaşırsınız. Erkekleri uzun, kadınları daha kısa boyludur bu coğrafyanın… Çengel burunludur bazıları, bazıları kartal… Merttir birçoğu… Birçoğu az ile yetinmeyi bilir, dünya malının dünyada kalması gerektiğini düşünürler… Kürtleri gönül sofralarını açacak kadar misafirperverler, konuk olarak kapılarına vardığında… Otogardan müşterilerini alan otobüs muavini “haydi, haydi Mûş yolcuları, Mûş” dedikten sonra kapı yavaşça kapandı. Farklı yerlerden gelen yolcular aynı otobüs ile Mûş’a kadar yol alacaklardı. Wan merkezden çıktıktan sonra Artemêt'te (Edremit) başlayarak Westan'a (Gevaş), Westan'ın güneyine düşen Artos dağını sol tarafta bırakarak, oradan da Yuva’ya kadar gölün kıyısında yol alır yolcular… Göl kenarındaki yolda ilerledi otobüs. Gevaş’ı geçtikten sonra biraz önce telaşlı olan o yolcu, şimdi rahatlamış halde, gözleri Tamara Adası'na takıldı.
AŞMAK İSTEDİĞİ PATİKALAR VAR
Daha önce gittiği için orada bir Ermeni kilisesinin var olduğunu biliyordu. Dedesinin anlatımlarından duyduğu Ermeni komşularını birden anımsadı… Dedesi anlatmıştı; “Babam anlatırdı, Ermeni katliamı sırasında komşularımızı Ermenistan’a dağ yolu üzeri bir ay yürüyerek götürmüş…” Nasıl insanlardı onlar? Öldüler mi? Kaldılar mı? Uzaktalar mı? Uzaktalar ise özlüyorlar mı buraları? Acaba yaşayanları dönecek mi bir gün? Soru karmaşası içinde komşularının bir kısmı ile buluşamayacağının hüznü geldi çöktü üstüne. Yürek atışları yavaşladı… Yutkundu… Önce Tamara'ya sonra karşıda, gölü önüne almışçasına karlı zirvesi ile beyaz bulutların arasında beliren Sîpan dağına baktı… Bir süre böyle hüzünlü kala kaldı bakışları… Gözlerini kapattı. Bir dakika sonra açtığında ise bu düşüncelerden uzaklaşmak istedi…
Tekrar aynı yöne baktı… Acaba oradalar mı? Döndüler mi o şen çocuklar? Dönmüşlerse kalplerini dağların kalbine yatıran o fırtınalı çocuklar acaba neredeler? Gitsem bulur muyum onları? Beni yanlarına kabul ederler mi diye türlü sorular ile kafası meşgul iken, “çıkıp gitsem mi?” diye düşünüp, gülümsedi. Gözlerini kapattı… Keşke gelip, yol kontrolü yapsalar diye düşündü. “Olmaz” biliyorum dedi kendi kendine… “Ama hani olsa işte. Hayalini kurmak para ile değil ya, hani gelip, kontrol noktası kursalar, bir görsem onları, seyrine dalsam… Hatta beni tutuklayıp yanlarında alıp götürseler” diye gezindi kendi hayalinde… Yedi Karanfil’in “Ağrı dağının efsanesi” adlı enstrümantal parçasını dinliyormuşçasına hatırladı, ritmine kaptırdı kendini. Biraz önce göğüs kafesinde yavaşlayan kalbi, önce normal ritmine, ardından da baharın coşkusuna kapılıp kaçan bir ceylanın yüreği gibi hızlandı. Artık kimse onu durduramıyordu. Bulunduğu yolculuktan ayrı bir düş yolculuğuna çıkmıştı. Aştığı ve aşmak istediği patikalarda dolandı.
İçtiği çayları aklına getirdi, “Çay bir yana, dünya bir yana” dediği sohbetleri, muziplikleri ve buluşmaları ve buna duyduğu özlemlerini bir bir geçirdi aklından… Kaç zaman geçtiğini fark etmedi. İçinde geçtiği güzel coğrafyaya aldırış etmeden, başka hayali ve güzel bir coğrafyada geziniyordu. Avuç avuç içtiği sular geldi aklına. Sevdiği arkadaşları tek tek beliriverdi hafızasında… Dakikalar içerisinde yıllara sığan düşler kurdu. Kaç zamandır araçlar ile geçtiği yollarda, bu türden iç yolculuklara çıkıyordu. Fark etmeden bu sefer de tebessüm ediyordu. Yüzü etraftaki bahar mevsimi gibi şenlenmişti. Hafif bir mest olma halindeydi. Başı sallanıyordu. Derken başını otobüs camına dayadı. Fakat camın serinliği ve titreşimiyle birleşince birden irkildi ve iç yolculuğunu durdurdu. Etrafına bakındı ve her şey olağanlığı ile ilerliyordu. Sağa sola ve sonra da yola baktı. Artık göl, öndeki tepelerden dolayı görünmüyordu.
O ARTIK BİR DEVRİMCİYDİ…
Sanki mırıldanıyormuşçasına gözleri ve dudakları hareketlendi. Özlemini duyduğu abisini hatırladı. Ona söylüyormuşçasına “hasretinde yandı gönlüm” şarkısını sessizce kendine söylemeye başladı. İlk dörtlüğünü “Hasretinle yandı gönlüm / Yandı yandı söndü gönlüm / Evvel yükseklerden uçtu / Düze indi şimdi gönlüm” söyledi. Sonra “Aramızda karlı dağlar / Hasretin bağrımı dağlar / Çaresizlik yolu bağlar / Yokluğundan öldü gönlüm” olan son dörtlüğü iki defa tekrarladı… Yokluğuna hüzünlendi biraz… Biraz ortak anılarda gezindi, sonra güldü. Hangi anısını hatırladı bilinmez ama tebessümü yüzünde uzunca asılı kaldı… Derken artık otobüs Yuva’ya varmıştı. Yuva’dan sonra Balaban, ardı sıra Nohutlu, Yediveren ve Yelkenli Bucağı’na kadar gölden uzak engebeli bir yolda ilerleyecekti. Yelkenli Bucağı’dan sonra Tetwan'a kadar yol kah yakınlaşır, kah uzaklaşır ama göl, gönül ve göz mesafesindedir yolcunun… Buradan bakınca, mavilikler kişiyi kendine çağırır. Gitmese de yolcu, gözlerini ve gönlünü kaptırır o maviliklere…
Gözlerini biraz da olsa gölün maviliklerinde gezindirdi… Sonra çantasında su şişesini çıkardı, bir iki yudum içti. Çantasına koydu ve aynı yerden gazetesini çıkardı. Buralara eskiden gazeteler pek gelmezdi. Gelen de gizlilik içinde okunurdu. Kadınlar yaşam akışı içerisinde nasıl çoğaldıysa, gazeteler ve dergilerde o benzerlikte çoğaldı ve yerini doğallığa bıraktı. İşte bir kadın ve elinde gazetesi… Dışarıdaki birileri için ikisi de tehlikeli. Olsun dercesine aldı eline ve okumaya başladı. Ki o artık bir devrimciydi. Heyecanlı ve hırslıydı. Devrimci bu coğrafyada tüm diğer sorumlulukların yanı sıra halkını bilgilendiren, onlara gelişmeleri aktaran, motive eden, örgütlülüğe ve eyleme ikna edendi. Mûş’a vardığında ise, böylesi bir sorumluluk bekliyordu onu. Bu yüzden okuması sorumluluğu gereğiydi de. Sadece devrimciler değil, halk da siyasal ve toplumsal gelişmeleri pür dikkat izliyordu. Biri olmazsa, diğerinin zorlanacağı bir özgürlük yürüyüşündeydi Kürtler. O yüzden bir birini ahenk içerisine tamamlıyorlardı.
Agirî isyanına atıfta bulunulan ’Muhayyel Kürdistan burada meftundur’ politikalarının korkusu çoktan yırtılmıştı… Korku kendisini bir şölene bırakmıştı adeta… Zorlukları olsa da, artık yaşamak bir şölen gibiydi, çünkü uğruna kavga veriliyordu… Bu kavgayı anlatan gazeteyi ilk sayfadan başlayarak okuyama başladı. Üçüncü ve son sayfa olan on altıncısında gerilla fotoğrafları vardı. Son sayfadaki renkli fotoğrafa, Halil Dağ’ın bir anı yazısı eşlik ediyordu. Yazısı tıpkı fotoğraftaki gerilla gibi güzel bir bütünlükteydi. Küçük Sakine’yi anlatıyordu. Elindeki silahı önemsiz bırakan keskin ve güzel bakışları ile gerilla Sakine gülümsüyordu. Yazıyı okurken, yoldaşı olduğu Sakine’yi yakında tanıma fırsatı yakaladı… Bu yazıdan sonra tanışmış olsalardı, yoldaşlıklarının yanı sıra bir birini sanki daima tanıyorlarmış gibi yakınlaşırlardı. Çünkü Halil Dağ öyle anlatıyordu. Öyle bir hikaye anlatıcısı ki, anlatarak yakınlaştıran bir ustalığı vardı. Ve o esrarengiz yolcu yazının güzel anlatımına kaptırdı kendisini. Fakat o okurken gazeteyi, birileri daha yazılanları takip ediyordu, ondan habersiz… O gazeteyi okurken, arkasında bir kafanın birlikte gidip, geldiğini hissetti. Aldırış etmedi. His olarak düşündü ve geçiştirdi.
Okumasını sürdürdü. Okudukça, arkasında bir şeylerin de hareketlilik içinde olduğu fark etti. Döndü arkasına baktı. Meraklı ve bir o kadar da masum görünen bir yüz ifadesi ile göz göze geldi. Yanaştığı öndeki koltuktan, bu uyarıcı bakıştan sonra bilgiye ulaşmış olmanın tadıyla karışık mahcup ve muzip bakışlar ile yaşlı amca tekrar kendi koltuğuna yaslandı. Böyleydi aslında; halkın gazetesi, fakir olan halka ancak bilgileri, bu ve buna benzer yollar ile ulaşıyordu. Bazen bir gazeteyi birçok kişi okuyordu. Çıkarılan gazete ile para kazanmak değil, bir halkı bilgilendirme hedefini vardı. Genç yolcu kararlıydı. Tedbiri elden bırakmamak adına ve kendisine her hangi bir soru yöneltilmesin diye gazeteyi katladı ve tekrar çantasına koydu. Koyduğu yerden su şişesini çıkardı. Tekrar bir iki yudum içti ve onu da çantasına bıraktı. Yaşlı adam endişeli bir sevgiyle, otobüstekilerin fark etmesini istemediği mahcup, kaçamak bir gururla baktı adını bilmediği ama “heval” olduğuna kanaat getirmiş olduğu yolcuya.
YAŞAMA ANLAM KATTI
O yolcu ise sağ tarafta kalan ve birazdan gözden kaybolacak göle çevirdi bakışlarını. Yolculuğun bu yeri Tetwan’dı. Bu esnada güneş dans edercesine Van gölü üzerinde kızıllaşmış silueti ile günlük veda ritüelini gerçekleştiriyordu. Mavi ile kızılın buluşması cennet tasvirinde bir huzur vermişti o esrarengiz yolcuya. “Bu an kaçmaz” diyerek, seyre daldı güneşin vedalaşmasına. Güneşin ışınları yüzünü ve büyük sayılmayacak gözlerini okşarcasına son kez belirirken, bir huzur gelip çökmüştü üzerine. Kendini bu huzurlu ana kaptırmak için göz kapaklarına fazla direnmedi ve kapattı. Çok geçmemişti ki, gözlerini zorla açmaya çalıştı. Dışarı baktı. Mûş ovasının o gizemini görecekmiş gibi bakındı. Fakat görmek istediği o kıpkırmızı deryayı görmek için hem karanlıktı, hem de mevsim erkendi. Burası, Mayıs sonu ve Haziran başında Mûş ovasına has bir kızıl lale örtüsüne bürünür. Hayal ettiği gerçekleşmeyince, karanlığa küsecekmiş gibi gözlerini yuvarladı ve tekrar kapattı. Biraz daha uyudu.
Otobüsün Mûş otogarına yakınlaşmasıyla, muavinin vardıklarını belirten sesi ile irkilen yolcu uyandı. Acele bir şekilde indi. İrkilerek ve aceleden uyanmış olması, bir uyurgezer gibi şehir içi dolmuşa varmasına sebep oldu. Normalde kendi haline gülecek bir canlılığa sahipken, şimdi zar zor kendini dolmuşa atmıştı. Dolmuş muavini bir çocuktu henüz. Muavin yolculardan ücretleri toplamaya başladığında o parasının olmadığını hatırladı. Kendine kızdı. Önce ineyim diye düşündü, sonra kalmayı tercih etti. Bu tür anlarda kıvrak bir zeka ile hareket ederdi. Ecel terleri dökerken, hızlı düşündü. Çocuk muavin yakınlaşıyordu. Bu esnada hafiften sakinleşmişti. Sıra ona gelince, rahat ve bir gözünü kısarak, yarım ağız ile bir eksikliğini örtmek istercesine “ücret ne kadar” diye sordu. Muavin, çocuksu bir sevecenlikle “abla seninkini önde oturan amca ödedi” dedi. Yansıtmak istemediği gerginliği kendi içinde bu tür durumlarda söylediği “hadiii!” diyen bir sevince bıraktı.
Muavinin belirttiği yaşlı amcaya doğru baktı fakat tanıyamadı. Sallanan dolmuş ile birlikte kafası sallanan adam ara ara arkaya bakıp gülümsüyordu. ‘Kesin beni bir yerlerden tanıyor, bari hal hatır sorayım’ düşüncesiyle adama başı ile selem verdi. Sonra hafif bir utangaçlıkla, “Kusura bakma amca çıkaramadım, nerede karşılaşmıştık?” diye sordu. “Tanışmıyoruz” dedi hafif bir tebessümle amca. Bu kez işkillendi. Zira bir de dolmuştaki tek kadındı ki, bu da ayrıca onu huzursuz etmişti. “Peki, neden ödedin o zaman” diye çıkıştı. Yaşlı adam gizliden gazetesini okurken yakalandığı andakine benzer bir mahcubiyet ve sevecenlikle, “Dört saat aynı havayı soluduk kızım, yetmez mi?” diye sordu. Birkaç dakika böyle kala kaldı. Aynı zamanda ‘ne saati, ne havası’ diye düşünüyordu. Sonra bir gülümseme kapladı yüzünü. Otobüsteki yaşlı adam olduğunu hatırladı. Tanışmaları bu anda gerçekleşti. İkisi yüzünde tebessüm eşliğinde dolmuştan indiler. Aynı gökyüzü altında, aynı kavgada olan yoldaşlarına benzetti amcayı. İçinden ona sarılmak geldi fakat kendini tuttu. Lakin bu durumlarda duygularını göstermemeyi tercih ediyordu. Parlayan küçük gözleri ile kaçamak bir sevgiyle baktı ona. Bakışlarındaki hayranlık dolu ifade ile sırrı çözmüş gibi, “qewet be. Serkeftin heval” (Kolay gelsin. Başarılar heval) dedi yaşlı adam ve uzaklaştı. Sevinçten alkış çalacakmış gibi ellerini birleştirdi, yüzünde sevinç ile hızlı adımlar ile onu bekleyen yoldaşlarına doğru yürüdü Nûpelda...
Pelîn, gençlik yıllarında arkadaşları onu Nûpelda olarak da biliyorlardı. O dönemki özellikleri, onu Kürdistanlı bir hikaye yaratıcısı, kavga sevdalısı bir kadın ve bir heval olarak olgunlaştırdı. 23 yıllık mücadelesine bu sıra dışı yaşam sevinci, sadeliği, mütevaziliği ve yoldaşlığı ona eşlik etti. Yaşama anlam, kavgaya ve yoldaşlarına güzellik katan Pelîn Yılmaz mekan değiştirdi. Yarattıkları ise onun dokunduğu her yerdedir. Onun ve yoldaşlarının verdiği mücadele şimdi bir halkın, dünya halkları içerisinde görkemli ve onurlu yerini tutmasını sağlamaktadır. Ne güzel bu görkemliliğin farkına varanlara. Ne mutlu Pelîn’i tanıyanlara, onunla yoldaş olanlara...