Türkiye’nin nekropolitikası - III

Antropolog Derya Aydın, yas tutamamanın çok ağır bir ceza olduğunu belirterek, 2013'te mezarlıkların inşa edilmesinin, yıllarca yasını tutamayan insanların yas tutmasını sağladığını söyledi.

Gerilla cenazelerinin kaldırım altından çıkması, mezarlıkların yıkılması, ölü bedenlere yapılan işkenceler. Yıllardır devletin mezar üzerine yürüttüğü siyaset, Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk ve Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenazesi için bu defa halk tarafından hayata geçirilmeye çalışıldı. Devlet, kendine isyan edenleri, toplumun hafızasına ‘terörist’, ‘etkisiz hale getirilen’ olarak kodladı. Devlet, kendi halkına bu kodu yüklerken yas ayrımcılığına uğrayan, cenazesini alamayan, bulamayan ya da bir kargo kutusunda ulaşabilen diğer toplumda ise bir direniş kodlanmasına sebep oluyordu.

Antropolog Derya Aydın ile yas tutamamak, direniş hafızası ve Türkiye’nin nekropolitikasını konuştuk.

90'lardan bu yana Kürdistan'da bir savaş var ve bunun getirdiği binlerce kayıp. Uzun süre bir mezar ve hakkıyla defin işlemi olmadı bu topraklarda. Peki, ilk 2013'te mezarlıklar kurulmaya başladığında buradaki yas süreci nasıldı, mezarlar nasıl bir anlam taşıyordu bu topraklar açısından?

Kürdistan’da 90’lardan bu yana çok sayıda insan hayatını kaybetti. Bir kısmı direkt çatışmalarda, bazıları cezaevinde, işkencede, sokak ortasında, zorla kaybettirmelerde... OHAL koşullarındaki 90'lar zaten gündelik yaşamın ciddi bir şekilde etkilendiği bir zaman dilimi. Haliyle çatışmalarda ölenlerin hiçbirinin yası layıkıyla tutulmadı. Bir yandan çatışmalarda yaşamını yitirenlerin aileleri bu bedenlere ulaşamadığı için defnedilemedi. Diğer yandan zaten yasının tutulması bile yasaktı. Bunlar, bir mücadele ve çatışma içerisinde hayatını kaybeden insanlardı ve kamusal alanda bunların yasını tutmak yasaktı. İnsanlar bunun peşini bırakmadı, cenazeleri için mücadele etti. Bazen defnedemezse de taziyeler kurdu. Elbette bunun önünde de engeller vardı. Ben yaptığım araştırmada şunu gördüm ki “ölüsüz yaslar bile yasaktı” -ki konuştuğum bir kadın bu şekilde ifade etmişti.

Yas tutamamak çok ağır bir ceza. 2013'te bu mezarların inşa edilmesi, yıllarca yasını tutamayan insanların yas tutmalarına vesile oldu. Bu sadece Kürtlerin başına gelmiş değil, birçok toplumda yaşanmış bir hadise. Bir şekilde kesintiye uğramış bir yasın tamama ermesi gibi bir durum söz konusuydu bu inşa sürecinde. Şu da demek değil; insanlar ölülerini bir yere gömdükten sonra arkalarını dönüp gitmez. Bu geleneksel bütün toplumlarda da böyledir. Bir şekilde onlarla temas kurarlar. Sembolik olarak bu mezarların inşa edilmesi, büyük bir acının hafiflemesi anlamına geliyordu.

Medyada 90’lardan bu yana 'ele geçirildi' ‘etkisiz hale getirildi’ dili kullanıldı çatışmalarda şehit düşenlerin cenazeleri için. Bir nevi fethetmek üzerinden kurulan bir dil. Ölü üzerinden kurulan bu tahakkümü nasıl okumak lazım?

Kürdistan’da bunlar olurken Batı kamuoyunda bambaşka bir kurgu ve dil vardı. Bunlar aslında birbirini besleyen süreçler. Bir yanda yasın kamusal alanda katı şekilde yasaklanması, ayrımcılığa maruz kalması; diğer yanda ölümünün şehitlik mertebesinde yüceltilmesi durumu. Bir yandan da bu insanlara yönelik “terör” söylemi ile insan dışılaştırma süreci yaşanırken ölülerine dair de “ele geçirme” “etkisiz hale getirme” tabiriyle bir politika yürütüldü. Bunları yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. 90’larda hafızaya baktığımızda bunları belli imgeler ve görüntüler üzerinden hatırlıyoruz. Tabii bu dönemdeki gibi çok fazla görüntü yoktu. Ölü bedenlere çeşitli kötülüklerin yapıldığına dair birçok imaj var bu hafızada. Kürdistan'da büyüyenler, bu cenazelerin alınamamasının, çeşitli yerlere atılmasına, kimi zaman açıkta bırakılmasına da tanık oldu.

Ölüm siyaseti ‘nekropolitika’ olarak tanımlanıyor. Türkiye’de bu yaşananlar da nekropolitikanın ürünleri mi?

Nekropolitika yeni bir kavram, bunu ilk olarak Achille Mbembe ortaya koydu. Bu ölüm siyaseti olarak çevrildi Türkçeye. Çatışmaların ve şiddetin yaşandığı ülkelerde karşımıza çıkan bir durum bu. Aslında biyopolitika olarak, yani devletin insanların yaşamasına izin verme, düzenleme gibi çeşitli politikalarla hayata geçirdiği tahakkümü olarak tanımlanan bir kavram var. Özellikle 2000'lerden sonra, elbette öncesi de var ama şiddeti süreklileştiği durumlara dair; örneğin Agamben’in önemli çalışmaları var bu alanda. Örneğin Judith Butler, Amerika'nın Irak'a müdahalesinden sonra 2000'lerde Guantanamo Cezaevi’nin farklı bir statüyle inşa edilmesinden sonra yasın ayrımcılığa maruz kalmasından ve yas hiyerarşisinden bahsetti. Mbembe de nekropolitika kavramını biyopolitikaya bağlantılı olarak ortaya koydu ve iktidarın sadece yaşamı değil, ölümü de kontrol etme çabasında olduğunu ifade etti. İktidarların ortaya koydu politikaların yol açtığı sonuçlar ve buna karşı gelişen tepkiler üzerinden kavramlar ortaya çıkıyor. Türkiye'ye baktığımızda da durum bu. Aslında bunlar bir siyasetin parçası, çünkü burada normal ölümlerden bahsetmiyoruz. Bunlar çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanların cenazeleri. O yüzden bunlar karşımıza tesadüfen değil, farklı yerlerde ve şekillerde siyasi bir anlayışın ürünleri olarak çıkıyor. Örneğin mezarsızlık üzerine Hişyar Özsoy’un önemli bir çalışması var ve o Türkiye'nin bu politikasının sadece 90’larda değil, 1925’lere ve 30’lara kadar dayanan bir süreç olduğunu söylüyor. Öte yandan ben ise Ermeni Soykırımı ve Holokost deneyimi sonrası ortaya çıkan yas süreci çerçevesine bakarak, Kürdistan'da bunun nasıl olduğunu incelemeye çalıştım.

Ne tür benzerlik ya da farklılıklar var bu deneyimlerde?

Öncelikle benim araştırmam insanların mezarlıklar inşa edildikten sonra yas tutma süreçlerine bakmaktı. Holokost ve Ermeni Soykırımı’nın yas sürecinde bir kapanma yaşattığını ve büyük bir melankoliye dönüştüğünü düşünüyorum. En azından literatüre baktığımızda bu böyle. Kürdistan'da yasın, direnişe yol açtığını düşünüyorum. Bir melankoli var mıydı, elbette; bu kadar uzun süreli şiddetin sürdüğü, insanların öldüğüm coğrafyada tabii ki de var ama bu bir yandan da devrimci bir melankoliye yol açtı.

Nasıl?

Şöyle ki; Cumartesi Anneleri ortaya çıkan ilk mücadele deneyimi oldu tarihsel olarak baktığımızda. Türkiye'de yaratılmış olan yas hiyerarşisine karşı büyük bir mücadeledir. Bu, bir itiraz olarak ortaya çıktı ve Arjantin'deki Plaza Del Mayo Anneleri’nden etkilendiler. Bu kayıpları, bir kamusal alan olan Galatasaray Meydanı’nda dile getirdiler. Orada da çatışmada hayatını kaybedenlere yönelik bir söylem oluşturulmadı, ona dair bir sessizlik vardı. Orada daha “meşru” bir söz kurmaya çalıştılar. Daha çok zorla kaybettirmeye yönelik bir söylem oluşturuldu ama ilginçtir ki oradaki annelerin bazıları çatışmalarda çocuklarını yitirmiş olanlardı. Zorla kaybettirmeye yönelik bir söylem oluşturulurken çatışmalarda ölenlerin bedenlerine yapılan kötü muamele orada yer bulamadı kendine. 2000'lere doğru İHD gibi kurumlar araştırmaları ile toplu mezarlar ortaya çıkardı ve bunlar da söylenmeye, kamusal alanda dile getirilmeye başlandı. Bununla birlikte Barış Anneleri bir inisiyatif olarak ortaya çıktı.

2015'te çatışmalar yeniden başladığında ölü bedenlere yapılan eziyetler; araçların arkasından sürüklenme, kadınların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi gibi çeşitli şekillerde ortaya çıktı. Biz daha da acısını Bitlis'teki mezarlardan cenazelerin çıkarılıp İstanbul’a götürülmesinde yaşadık. Son dönemde Hacı Lokman Birlik’e yapılan, Hatun Tuğluk’un mezarına dönük saldırı ya da Kayseri'de gömülmek istenen Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’e yönelik tehdidin de yeni yapılmıyor olduğunu da bilmemiz lazım. 90'larda zaten böyle olaylar yaşanıyordu, 2013-2015 arasındaki o süreçte bu dursa da 2015'ten sonra belki daha da şiddetlenerek devam etti. Bu dönem olaylar, sosyal medyanın etkisi ile de daha görünür oldu. Daha sonra 2016'da Sur, Cizre ve Silopi’de Taybet İnan’ın cenazesi için olanları ya da aynı şekilde cenazelerin başında nöbet tutan insanları gördük. Bu dehşet imajları bizim zihnimize daha da kötü kazındı. 90'larda bunun yaşandığını biliyoruz ama buna dair güçlü bir politika üretilmediği için bu 2015'te şiddetlenerek devam etti.

Bu mezarlıklar toplumsal hafıza açısından nasıl bir önem taşıyor?

Bu mezarlıklar, Kürt toplumunun hafızasında önemli bir yer oluşturuyor. Yasın kesintiye uğratılması, Kürdistan'da bir direnişe yol açtı. Bu, insanların çok da sonucunu görerek yaptıkları bir eylemin nihayetinden ziyade yaslarını tutma sürecinde ortaya çıkan bir şey oldu. Çünkü yas, normal ölümlerde bile yaşamı kesintiye uğratan bir şeydir. Geleneksel toplumlarda da yasın evreleri vardır. Siz bunu anlatırsanız iyileşirsin ama Kürdistan'da insanlar cenaze ve yasının peşinden giderken mücadele ve direniş alanlarına mobilize oldu. Örneğin Barış Anneleri ve Cumartesi Anneleri ölülerine kavuşabilmek için örgütlenmek zorunda kaldı. Direniş sahnesine dönüştü yas. Belki yasaklanmasaydı Vedat Aydın'ın cenazesine bu kadar insan katılmayacaktı ama devlet bunu yasakladığı için on binlerce insan bu cenazeye sahip çıktı. Mezarın kendisi bir hafızadır. İnsanlar mekânları, kiliseleri, evleri bir hafıza mekânı olarak görüyor. Resmi tarihten dışlanmış bütün toplumlar için hafıza, mücadelenin yeniden üretimi ve meşruluğunu ortaya koyan bir araç haline geldi. Sivil toplum kuruluşlarının çoğu da artık hafıza mekânları üzerinde çalışıyor. İnsanlar gidip Holokost gibi hafıza mekânlarını ziyaret ediyor. Arjantin'de Latin Amerika'da yıkılmış yok edilmiş tahrip edilmiş mekânların ve hafızanın yeniden üzerine çalışılması gibi birçok örnek var dünyada. Çalışmalar bittikten sonra her yerde böyledir. Ne yaparsınız ölülerinizi toplarsınız. Kürtler açısından o kadar çok ölü vardı ki birçoğu anonimdi ve topluma mal oldu.

Neden?

Çünkü bir kısmı anonimdi ve ailelerin kemiklerin kendi yakınlarına ait olduğunu kanıtlayabilmesi için Adli Tıp'a göndermesi ve birçok uzun süreçten geçmesi gerekliydi. Bazıları kanıtlayıp kendi köyüne, yakınına gömmek istese de alamadı kemikleri. Bitlis örneğinde olduğu gibi kemiklerin kime ait olduğu bilindiği halde aileler almayabiliyor. Bu yüzden insanlar tercih etmek zorunda kaldı, böyle bir uzun sürece girmektense bir yere defnedelim en azından mezarı olsun istediler. Aslında bu mezarlıklar çok sembolik, devletin de bir yerde sınırını gösteriyor. Ne kent merkezinde bu mezarlıklar ne de dağ başında. İkisinin arasında bir yerdeydi. İnşa edildiğinde devlet bunlara müdahale etmedi, çünkü o dönem bunlar barışın simgesi haline gelmişti. Dersim 38’de hayatını kaybetmiş insanların kemikleri toplandı ve bu mezarlıklara getirildi. Bu anlamda sembolik bir önemi vardı. Süreklileşmiş bir şiddetin ve yas tutamamanın bir şekilde son bulması için mezarlığa getirildi o cenazeler. Örneğin Bitlis mezarlığında 2014’te DAİŞ’e karşı mücadele vermiş Lezgin Bingöl’ün kızı da vardı. Bu mezarlar farklı farklı dönemlerde ve yerlerde şiddeti ve savaşın sürdüğü çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanlar için sembolik bir yer. Kürt toplumsal hafızası açısından değeri olan mekânlar. Kürtler burada kendi çocukları yatmasa da olmasa da gidip orada bir şekilde bulunuyordu.

Bir toplumun geleceğini görebilmesi, barışın inşa edilebilmesi için bunlar yaşanması gereken evrelerdir. Yasın layıkıyla tutulması lazım. Mezar demek, bana göre bedenin toprağa kazınması, hafızanıza mekana işlenmesidir. Siz o insanı geçmişiyle mücadelesiyle bir mekâna işliyorsunuz ve o beden aslında artık bir toplumsal hafızadır.

Bitti…