Tuncel Jacobin’e yazdı: Erdoğan asla yenemeyecek!

Kobanê Davası kapsamında rehin tutulan DBP eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel Jacobin’e yazdığı makalede, Erdoğan’ın Türkiye’deki demokrasi mücadelesini asla yenemeyeceğini belirterek, “Yüz yıldır direndiğimiz gibi direneceğiz” dedi.

Sebahat Tuncel’in “Erdoğan Türkiye’deki demokrasi mücadelesini asla yenemeyecek” başlıklı yazısı New York merkezli Jacobin dergisinde yayınlandı. Üç ayda bir yayınlanan dergi, kendisini “Amerikan solunun hakim sesi” olarak görüyor, “siyaset, ekonomik ve kültür üzerine sosyalist perspektifler” sunuyor. Ünlü dil bilimci Noam Chomsky bu dergiyi “karanlık zamanlarda parlayan ışık” olarak değerlendirmişti.

Tuncel’in yazısının tamamı şöyle:

“Anarşist çiftlik, Jane Doe kitabından...

Yaşam alanları ellerinden alınan hayvanlar, şirketin merkezini basarlar, şirketin müdürü ve aynı zamanda CEO'su olan kişiyi yargılarlar. Şirketin müdürü: ‘Ben ve şirketimin yaptığı her şeyin yasal olduğunu, jurinin yasaları her şeyin üstünde tutmasını talep ediyorum’ der. Hayvanlar adına konuşan Martha: ‘Biz yasaları her şeyin üstünde tutmak için değil, adaleti her şeyin üstünde tutmak için buradayız’ diye cevap verir...

Yasalar gerçekten adaleti sağlıyor mu? Yasaları kim yapıyor? Yasal olan her şey adil mi gerçekten? ... buna benzer bir dizi soru daha sorabiliriz... Özellikle, erkek-egemen kapitalist sistemin yasaları, kadınları toplumsal, kamusal yaşamın dışında tutup adeta kölelik sistemini dayatıyor.

Yasalar kimi koruyor? Yasalar sermayeyi, erkeği, ve devleti korumak için oluşturulmuştur. Söz konusu yasalar yoksul emekçileri, kadınları, halkları, inançları, hak ve özgürlük talep edenleri kanun dışı ilan ediyor. Elbette tarih boyunca, yoksul emekçiler, kadınlar, halklar, inanç grupları bu yasalara karşı mücadele içinde olmuştur. Bu da bireysel ve kolektif hakların uluslararası sözleşmeler ile birlikte garanti altına alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de özgür, eşit ve demokratik bir hukuk sistemi henüz sağlanamamıştır.

Ulus-devletler, iktidarlar kendi çıkarlarının esas alıp evrensel hukuku yeri geldiğinde ise kendi hukuklarını bile askıya almışılardır. Bunu Türkiye’de Kürt halkına yönelik yapılan, baskı, zulüm ve iradesine yönelik gasp ve şiddet politikalarında en yalın şekilde gözlemleyebiliriz.

Türkiye’de yaşayan Kürtler, Cumhuriyetin kuruluşunda önemli bir oynamışlardır. 1921 Anayasası da bu bağlamda oluşturulmuştur. Ancak bu anayasanın çoğulcu, çok kültürlü, çok kimlikli ve demokratik karakteri yok sayılmış, yerine ise inkar, imha ve asimilasyon politikalarını empoze edilmeye çalışılmıştır. Kürtler de bu politikalara karşı hep bir isyan içinde olmuşlardır.

Orta Doğu’nun en kadim halklarından biri olan Kürtlerin coğrafyası 1639 Osmanlılar ile Farslar arasında yapılan Kasr-i Şirin antlaşmasıyla ikiye, Lozan antlaşmasıyla da dörde bölünmüştür. Dünyanın en büyük statüsüz halkı olan Kürtler, Irak, İran, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerin baskıcı ve zalim politikalarına maruz bırakılmıştır. Son iki yüz senesini şiddete maruz bırakılarak geçiren Kürtlerin akıbeti, Ortadoğu’da yaşayan diğer halkların geleceğini de derinden etkilemektedir. Bu yüzden Kürtlerin eşitlik, özgürlük, barış mücadelelerinde elde edeceği kazanımlar, diğer halkları özgürlük mücadelelerinde olumlu etkileyecektir.

Rojava Devrimi’nde açığa çıktığı üzere Kürtlerin elde etmiş olduğu her kazanım, kardeş halkların özgürlük arayışlarının anlamlı bir yanıt bulmasını sağlamıştır.

Yine Kürtlerin, Kürt kadının DAİŞ gibi insanlık karşıtı bir çete örgütüne karşı yürüttüğü amansız mücadele tüm halklar için bir esin kaynağı olmuştur. Amacım, burada tarihi anlatmak değildir elbette. Burada dile getirmeye çalıştığım gerçek, Kürtlerin yürüttüğü özgürlük mücadelesinin ulusal olduğu kadar, uluslararası bir boyutunun olduğuna dikkat çekmekti. ABD ve AB başta olmak üzere, Kürt halkına karşı yapılan bu zulme dünyanın kayıtsız kalması tesadüf olmadığı gibi, bu uzun vadeli bir politikanın da parçasıdır. Ancak bu politikalara, tıpkı 2014 DAİŞ’in Kobanê’ye saldırmasıyla ortaya çıkan muazzam enternasyonal dayanışmayı tekrar örgütleyerek, karşı çıkabiliriz. Hatırlayacağınız üzere bu DAİŞ’in yenilgisinin başlangıcı olmuştu.

Ancak Daiş’in yenilgisi, Cihatçıları destekleyen Türkiye’nin arzuladığı bir şey değildi. Türkiye DAİŞ’e karşı gibi görünmeye çabalasa da, özünde DAİŞ’i hep desteklemiştir: DAİŞ lideri Ebubekir El Bağdadi’nin Türkiye sınırlarının hemen yanında öldürülmesi, cihatçılardan oluşan paramiliter bir gücü maaş vermesini aynı çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Son tahlilde Türkiye’nin DAİŞ ve türevleri gibi örgütlere verdiği destek olduğu gibi devam etmektedir.

2014 yılında DAİŞ’in Kobanê’ye yaptığı saldırılara karşı, dayanışma çağrıları yapan Halkların Demokratik Parti’sine yönelik açılan ‘Kobanê Davası’nı Türkiye’nin DAİŞ’e vermiş olduğu destek olarak değerlendirmek yanılgı olmayacaktır.

20 milyondan fazla Kürdün yaşadığı Türkiye’de, sınırın öte yakasında yaşayan kardeşleriyle, DAİŞ gibi barbar, kadınları pazarlarda satan, kafa kesen bir örgüte karşı dayanışma çağrısı yapmak insan olmanın bir gereğiydi. Bu duruma Halkların Demokratik Partisi’nin kayıtsız kalmaması da insani bir sorumluluğun gereğiydi.

DAİŞ’in saldırılarına karşı her kesimin karşı çıkması gerekirken, bunu yargılamaya kalkmak Türkiye’nin Kürtlerin hak ve hukuk mücadelesine ne kadar sorunlu baktığını da ortaya çıkarıyor.

2013-2015 yılları arasında Sayın Abdullah Öcalan ile devlet yetkilileri arasında yürütülen diyalog süreci, Recep Tayyip Erdoğan tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu beraberinde Sayın Öcalan’a yönelik mutlak tecrit devreye konulurken, Kürt halkı üzerin de ‘çöktürme planlar’ı adı altında baskı ve zor politikaları izlemiştir.

Bu dönemde uygulanan baskı ve zor politikaları Cumhuriyet tarihi boyunca yapılanı kat be kat aşan bir baskı rejimi oluşturulmuştur: ‘kayyum siyaseti’ ile Kürt halkının iradesi gasp edilmiş, belediye eş başkanları, milletvekilleri ve on binlerce Kürt siyasetçi gözaltına alınıp tutuklanmış, Kürt kurumları kapatılmış ve belediyelere kayyum atanmıştır. Kürdistan’daki baskı rejimi ve sömürge hukuku, ülkenin batısında yaşayan iktidara muhalif insanların bertaraf edilmesi, göz altına alınıp tutuklanmasına neden olmuştur.

15 Temmuz darbe girişimini bahane eden iktidar, bu süreci topluma karşı bir darbeye dönüştürmüş ve bunu başkanlık sistemi adı altında tekçi, mülkiyetçi, cinsiyetçi, dinci bir rejimin inşasına doğru götürmüştür. Varolan bu durumu İkinci Cumhuriyet diye tanımlamak yanlış olmayacaktır ki bu iktidarın destekçileri tarafından sık sık çekinmeden söylenir. ‘Yeni anayasa yapacağız’ söylemi de İkinci Cumhuriyetin inşa sürecini bitirip çatısını kurması anlamına gelecektir.

Bu baskıcı rejimi oluşturmanın önündeki tek engel olarak ise Kürt siyasi hareketi ile Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi güçlerinin birleşik zemini olan HDP’yi görüyorlar. Bu bağlamda 2015’ten itibaren Kürtlere ve HDP’ye yönelik baskılar, zorba politikalar oluşturulması planlanan rejimin önünde engel olduğu için kesintisiz sürmektedir. Bu yüzden yargı mekanizması iktidarın boyunduruğu altına girmiş, uluslararası sözleşmeler ve hukuk ayaklar altına alınmıştır.

Söz konusu Kürtler ve dostları olunca, yürürlükte olan 12 Eylül askeri darbe anayasası da rafa kaldırılıp yerine keyfi bir hukuk uygulanmaktadır. Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski eş genel başkanımız Selahattin Demirtaş’ın lehine verdiği karar, özünde Kobanê Davası’nın açılmamasını, tutuklanan, daha doğrusu esir alınan siyasetçilerin serbest bırakılmasını hükmeder.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ‘AİHM’in kararını tanımıyoruz’ açıklamalarını mahkemeler kendilerine bir emir olarak kabul etmişlerdir. En son Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nin duruşmalar başlamadan AİHM kararını uymayacağını deklare etmiştir. Bu da yargının nasıl iktidarın boyunduruğu altında olduğunu gösteriyor.

26 Nisan’da Ankara’da başlayan Kobanê Davası’nda ise iktidarın yargıya önceden yaptığı talimatların gölgesinde başladı. Savunma avukatlarımız içeri alınmadı ‘kapı açık’ deyip kapıları kilitlediler. Bizlerin sözü kesildi. Mahkeme başkanı zorla kimlik tespitini yapıp, iddianameyi okuttu. Mahkeme başkanı, görünen o ki ileride kendisine siyasi bir kariyer çizmek için bu hukuksuzluğa dahil oluyordur.

‘Başlangıç sonucu belirler’ derler... Kobanê Davasının bir intikam davası olduğu, hakikati açığa çıkarmak yerine, iktidarın kendisinin önünde engel olarak gördüğü HDP’nin demokratik siyasetin dışına atma teşebbüsü olduğu açığa çıkmıştır. Hakeza mahkeme heyetinin gerçek heyet olmadığı, mahkeme başkanın yerine esas Devlet Bahçeli’nin oturduğu net olarak görülmüştür.

Peki, biz ne yapacağız ?

Yüz yıldır direndiğimiz gibi direneceğiz. Demokratik, ekolojik, kadın özgürlük mücadelesini, insanın hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi, demokratik hukuk sistemini, eşitliği, barışı savunmaya devam edeceğiz.

Aynı zamanda HDP’nin kuruluş ilkelerini, başka bir yaşamı kurmak için bulunduğumuz her yerde direnmeye, mücadele etmeye devam edeceğiz. Biz mücadele ederken dostlarımızı, eşitlikten, özgürlükten, demokrasi ve barıştan yana olan herkesi de dayanışmaya davet ediyoruz...

Sevgiler herkese,

Sebahat Tuncel”