Türkiye Yüzyılı’nın içinin boş olacağı Diyarbakır konuşmasından belliydi

Erdoğan’ın Türkiye’nin Yüzyılı’nda diyecek yeni bir şey olmamasının Diyarbakır konuşmasından belli olduğunu söyleyen gazeteci Bahadır Özgür, "Erdoğan Kürtlere de Türklere de yeni bir şey vaat edemiyor" diyor.

AKP’nin 2023’e dair vizyonu yeni değil, bundan 10 yıl önce de dillendiriliyordu. Fakat AKP, ekonomik kriz ve Covid-19 salgının ile girilen bu süreci kalıcı bir siyasetle aşmaktansa gündelik ve kısa vadeli programlarla iktidarını korumaya yönelik bir politikaya dönüştürdü. İşte “Türkiye’nin Yüzyılı” açıklaması da bunca zaman bir rejim değişikliği üzerine kurulan “AKP vizyonunun” yeni bir şey söylemediğini, aksine eksi söylemleri ısıtıp süre kazanmaya çalıştığının en çarpıcı ve yalın kanıtı oldu.

Gazeteci Bahadır Özgür, Erdoğan’ın konuşmasının içeriğinin “boş” olmasını Diyarbakır konuşmasına bağlayarak değerlendiriyor. Gazeteci Özgür’e göre Diyarbakır’da Kürtlere şimdiye kadar edecek en azından birkaç lafı olan Erdoğan, bu defa söyleyecek söz bulamadı ve yeni bir şey de söylemedi.

Türkiye yeni bir seçim sürecine girerken AKP’nin “Türkiye Yüzyılı” açıklamasını, var olan siyasi ve ekonomik konjonktürdeki yansımalarını Gazeteci Bahadır Özgür ile ANF’ye konuştuk.

AKP’nin “Türkiye’nin Yüzyılı” açıklaması öncelikle görece iktidara muhalif gazetecilerin oraya davet edilmesiyle tartışıldı. Basının oraya davet edilmesinin nasıl bir önemi vardı?

O toplantı olduktan sonra gördük ki evet davet edilmesinin önemi varmış. Toplantıdan önce belki bu kadar net göremezdik. Çünkü Erdoğan'ın daha önceki konuşmalarına ve tavırlarına baktığımız zaman bu, hiçbir şey söyleyemeyen bir konuşmaydı. Dolayısıyla Türkiye Yüzyılı’nın muhalif taraflarda da gündeme gelmesini istedikleri için iktidar yanlısı olmayan gazetecileri çağırmalarının bir anlamı varmış. Çünkü burada olayın içeriğinin değil, olayın kendisinin tartışılmasını istiyordu Erdoğan. Bu kişiler gittiği zaman ikili bir şey olacaktı: İlki muhalif gazetecinin gitmesi tartışılacaktı. İkincisi ise gidenlerin yazdığı, çizdiği ya da izlenimler üzerine de bir tartışma olacaktı. Erdoğan'ın istediği buydu.

Erdoğan başkanlık rejimine geçtiğinden beri aslında çok uzun vadeli bir yönetim planı yok. Yönetemeyeceğini biliyor. Covid-19 salgını, ekonomik kriz, içeride ve dışarıda yaşadığı hareket alanının daralmasından dolayı görüyor ki asıl yapması gereken, bir şekilde gerçek sorunlar tartışmasının zeminini kaydırmak. İkincisi zaman kazanmak. O yüzden de ona zaman kazandıracak her türlü şeye razı. Gazetecilerin davet edilmesi de biraz bu çerçevede şekilleniyor. Gazeteciler gitmediği zaman herkes konuşmaya odaklandı. Ve konuşmanın içeriğinde hiçbir şey olmadığı belli oldu. Öte yandan Türkiye Yüzyılı’nın içinin boş olacağı Diyarbakır konuşmasından belliydi.

Neden?

Çünkü Erdoğan bu 21 yılda Diyarbakır'a gittiği zaman, her halükarda orada söyleyebileceği bir sözü oluyordu. Hatta zaman zaman geleneksel söylemin dışına çıkabiliyordu. Mesela HDP ve PKK'yi ayırıp Kürt halkına bir seslenme tarzı da vardı. Artı partisinin orada bir etkisi de vardı. Fakat Diyarbakır mitinginde gördük ki ilk defa hiçbir şey söylemedi. Sadece cezaevinin kapısına kilit vurduk dedi ama zaten o 2010’nda verdiği bir sözdü. Onun dışında da söyleyebildiği tek şey “Selahattin Demirtaş ve Mithat Sancar Kürt değil” demek oldu. Ne Kürtlere bir şey söyleyebildi, ne de dönüp bu tarafta Türkiye'ye bir şey söyledi.

Erdoğan Diyarbakır’da zaten 2010’da vermiş olduğu sözü yineledi diyorsunuz. Aynı şekilde Türkiye’nin Yüzyılı’nda da “12 Eylül Anayasası rafa kalktı” dedi Erdoğan. Zaten buna dair referandum yapılmıştı. Siz diyorsunuz ki konuşmanın içeriği boştu, peki bu eski söylemlerin yeniden, tabiri caizse “ısıtılması” da bu boşluğu doldurmak için miydi yoksa yine bu alanlarda tartışma yaratmak için mi?

Erdoğan'ın yeni bir şey yaratmasını, yeni bir yola girmesini beklememek lazım. Ama eskiden işe yarayan araçları kullanmaya çalışıyor. Örneğin bu söylem 2010’da işe yaradı. 2018’de başkanlık rejimine geçerken yeni bir şey söyleyebildi çünkü yeni bir rejim sunuyordu. 2010’daki çözüm süreciyle ve o zamanki ortam düşünüldüğü zaman bu söylemlerin oturduğu bir yer vardı. Artı hiç unutmamak lazım bütün bu söylemini destekleyen bir iktisadi rüzgâr da vardı arkasında. En önemli şey o.

Mesela biz şimdi Kanal İstanbul'un ne kadar boş bir proje olduğunu tartışıyoruz ama 2011’de Kanal İstanbul açıklandığı zaman insanları etkilemişti. Çünkü devasa bir imar projesi. Bu sadece büyük sermayenin değil, işçisinden küçük mülkiyeti sahibine, o sektörlerde çalışanından istihdam sağlayacağını düşünen herkese kadar işlevli bir projeydi. Şimdi Kanal İstanbul’u söyleme gereği bile duymuyor. Bugün TOGG'la da aynı şeyi yapmaya çalıştı. Somut bir proje üzerine oturtmaya çalışıyor ama bu iktisadi krizde aynı etkiyi yaratmıyor. İktisadi konjonktür değiştiği için söylemi aynı olmasına rağmen aynı etkiyi doğurmuyor. Bize şimdi boş geliyor, geçmişte de boş olmasına rağmen etkili olmasını sağlayan bir dönem vardı.

Kanal İstanbul'u yeniden söyledi ama hatta metin dışına çıkarak.

Söyleyebilir ama şu anda çok etkisi yok. Çünkü yaşanan iktisadi kriz artık daha çok geçim sıkıntısına, açlığa, yoksulluğa indiği için bu tür projeler, insanların hayatlarını değiştirebilecek bir etki yaratmıyor. Türkiye'de bir gerçek var eskiden beri. Mesela köprü de insanların hayatını kolaylaştırmıyordu ama bu yatırımlar devlet ile özdeşleştirildiği için havalimanı ya da SİHA ve İHA halka devletin kudretini de temsil eden bir “yerli üretim” etkisi yaratıyor. Fabrika açılışı, yol, köprü, havalimanı yapmak, tank üretmek eskiden beri vardı ve halk üzerinde etkiliydi. Bu zaten Türkiye'deki toplumun da devlet yapısının da getirdiği bir şey.

Ama örneğin TOGG’un etkili olmaması (ben etkili olmadığını düşünüyorum) şundan: İnsanlar bunu, kendi yaşadığı sorunlara karşı geliştirilmiş bir çözüm olarak görmüyor. İkincisi yol, köprü, inşaat işleri her zaman sadece yapanlara yaramaz. Sektörleri canlandıran, istihdam sağlayan insanların iş bulduğu bir meseledir. Ama TOGG böyle bir şey sağlamıyor. AKP somut olarak TOGG'un halkın hayatını nasıl değiştirebileceğini, nasıl faydalanabileceğini gösteremiyor.

Mesela İHA gösterebiliyor. Çünkü Azerbaycan, Ermenistan Savaşı'nda bir ordunun gücünü sergiliyorsun. Sonra onu Ukrayna'ya satıyorsun. İnsanlar bunu “milli güvenlik” kavramına oturtabiliyor. Ama TOGG'un böyle bir etkisi yok. Biraz da dönemden dolayı, belki 10 yıl önce olsa daha etkili olabilirdi.

Peki, yine toplantıya dönersek pankartlarda “Gücün Yüzyılı, Değerlerin Yüzyılı” gibi şeyler yazılıydı. Erdoğan yine konuşmasında “Burada Kızıl Elma’yı Gökbey’i görüyorum” gibi cümleler kullandı. Milliyetçi iki ittifakı ile sahneye çıktı. Ve siz diyorsunuz ki bazı üretimler “Milli Güvenlik” kavramı üzerinden halkta etki yaratabiliyor. Ama yerli üretim araba TOGG bunu sağlamıyor. Peki, yeni bir şey üretmeyen Erdoğan’ın “milliyetçi politik” söylemlerinin halk nezdinde böyle etkileri oluyor mu?

Her zaman etkisi oluyor. Olmuyor demek yanlış olur. Çünkü Türkiye'deki merkez siyaset “devletin bekası” etrafında örülü. Bu iktidar için de böyle muhalefet için de. Tersten yani muhalefet için milli söyleme bakarsak, mesela CHP'nin HDP’ye belli bir yaklaşımı olsa da nihayetinde altılı masanın tamamına baktığımız zaman o hariç hepsi milliyetçi ve İslamcı parti. Hatta Milliyetçi İslamcı ama İslamcılıkla milliyetçiliğin iç içe geçtiği partiler. Bunların içinde CHP'nin bir kısmının söylemini ayırabiliriz. Bir de DEVA Partisi ya siyasette gördüğü boşluk ya da daha geleneksel olarak Milli Görüş kökenli olmalarından dolayı, Kürt sorunu konusunda daha esnek olabiliyor. Ama oranın ağırlıklı partilerine baktığımızda mesela İYİ Parti milliyetçi söylem üzerine kurulu. Milliyetçi söylem burada bile etkili olabiliyorken, iktidarda da zaten aynı şeyi yaratır. Dolayısıyla toplumda da etkili oluyor.

“Ama Erdoğan'ınki etkili oluyor mu eskisi gibi?” Diye sorarsak Erdoğan 20 yıldır iktidar, iktidarının neredeyse 15 yılında bu söylemi çok rahat bir şekilde halka benimsetebildi. İttifak yaptı ve partisi, yani tabanı dağılmadı. Başkanlık rejimine geçebildi. Bugün de o söylemleri kullanmasının geçmişte yarattığı karşılığa bakaraktan bir karşılığı var; ama iktidarda olan bir partinin “tek başına” bu söylemle politika yürütmesi ise zor.

Neden?

Çünkü Türkiye'nin yaşadığı iktisadi yıkım basit bir kriz değil. Orada bir kopuş var ve toplumun sadece belli bir kesimi değil, orta sınıf, geçmişte daha iyi konumda olanları da etkileyen bir kriz olduğu için o söylemlerin oturabileceği bir iktisadi başarı ya da umut yok ortada. Zemin daha kaygan bu anlamda. Daha genel baktığımız zaman siyasetin buraya oturması başlı başına zaten tehlikeli aslında. Çünkü muhalefet de buraya oturuyor. Türkiye'nin çıkmazı da bu!

Mesela Erdoğan da şaşırtıcı biçimde “Cumhuriyet Yüzyılı” tabirini kullandı ya da Mahir Ünal'ın çok çabuk cezalandırılmasının nedeni de buydu. O söyleme zarar verdiği için. Belli ki seçime kadar o cephede en azından bir çatışma yaratmak istemiyor. Yani kuru kabuk gibi bir cumhuriyet söylemi kullanılıyor iki tarafta da. İçinde ne olduğu tartışılmıyor. Zaten aslında tartışılmak istenmeyen de o.

Kemalizm bir “muhalefet” ideolojisi olarak görülüyor. Hâlbuki Türkiye siyasetindeki çıkmazı gösteriyor hem de herkes açısından. Resmî muhalefet AKP’yi Anayasayı ilga etmiş, devleti ele geçirmiş siyasal İslamcı ve özellikle devletin kurucu düşüncesine zarar vermiş bir parti olarak görüyor. Böyle gördüğü için bir kurucu unsur aranıyor. Bu kurucu unsur da tarihten gelen ve sadece bir takım ilkeleri indirgenmiş bir “cumhuriyet.”

Ama bakıyoruz ki 12 Eylül'de darbe yapıldığı zaman da “Biz Atatürk ilke ve inkılapları için yaptık” deniyordu. 28 Şubat da böyleydi, 12 Mart da böyleydi. 27 Mayıs da böyleydi. Darbeler dahi bu ideolojiye oturtularaktan yapıldı. O yüzden her siyasal kriz, çıkmaz sadece iktidardaki partiyi bağlamıyor. Çünkü Türkiye'yi şu an yönetebilecek, toplumdaki parçalanmışlığın üzerine yeni bir hegemonya kurabilecek siyasal çıkmaz yaşıyor ülke. Dolayısıyla da kurucu unsura geri dönüyor. İktidarın da hegemonyasını tek başına İslamcılık üzerinden inşa edemediğini ya da bunu sürdüremeyeceğini gördüğü için buraya yönelmesi çok doğal.

HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan grup toplantısında “Türkiye’nin Yüzyılı” için “Ne başka halklar ne de barış vardı” dedi. En başında konuştuğumuz “muhalif gazetecileri” davet etme meselesi öncesi AKP’li çevreler tarafından yine bu 20 yılda çok kullanılan “Herkesi kucaklayan” tanımlamaları yapıldı. Erdoğan’ın eski ve işe yarayan söylemlerine başvurduğunu söylediniz, bu çerçeveden bakarsak “herkesi kucaklayan” bir AKP mümkün mü?

AKP'nin artık herkesi kucaklaması, söylem olarak dahi karşılığı imkânsız bir şey. Çok önemli bir şeyi kaybetti AKP. Erdoğan 2015’ten bu yana tek başına iktidar olamıyor. Ondan önceki oy yükselmesinin nedeni de açıkçası Kürt sorunu konusundaki yaklaşımıydı. Beğenilsin, beğenilmesin barış süreci, çözüm süreci, ateşkes süreci adına ne denirse denilsin buradan bir açılım yapılmıştı. Buradan ciddi bir oy potansiyeline sahip olmuştu. AKP'yi kendi doğal sınırlarının ötesine taşıyan politika buydu. O durum 2015 itibariyle başka bir yöne saptı ve başka bir ittifaka geçti. Milliyetçi ve tam zıttına. O günden bu yana zaten kapsayıcı olma ihtimalini ortadan kaldırmış oldu Türkiye'de. Bu yeni bir şey değil ve 2015’ten sonra bir sürü bombalama ve katliam oldu, içeride bir iç savaş konsepti yürütüldü. Üzerine 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. O girişimin üzerinden bambaşka bir devlet ve iktidar mimarisi ortaya çıktı.

2017’lere, 2018’lere gelindiğinde gördük ki sadece partilerden oluşmayan bir iktidar mimarisiyle karşı karşıyayız. Mesela orada Mehmet Ağar’ı da görürüz Çiller’i de. Bunlar neyi temsil eder? Doksanlı yıllardaki devlet aygıtı içindeki bir yapının ürünleridir bu kişiler. Ve bunları çok etkisiz görmek de hata olur. Erdoğan iktidarı, 2015’ten sonra oluşan, çok uyumlu görülmese de parça parça pek çok güç odağının üzerinde bir şemsiye gibi şekillendi. Bunların hepsini birleştirici bir unsur olarak. Ama bu koalisyonun geçmişten bir farkı var.

Nedir bu fark?

90’larda bu ekipler, klikler arasındaki çatışma vardı. Birileri iktidarken birileri henüz iktidar olamıyordu. İktidar olma üzerine bir çatışma vardı yani. Şimdiyse hepsi iktidarda. Bunlardan iktidardan ayrılıp muhalefete geçen tek isim, temsil ettiği güç ile Sedat Peker oldu. O da zaten bir savaş başlattı onlara karşı. Ortada iktidardan inmeme, iktidarı bırakmama üzerine bir şey var. Geçmişten böyle bir farkı var işte.

O yüzden de son 10 yıllık iktidarı düşünürken AKP artı MHP koalisyonu; ama aynı zamanda devlet yapısının da değiştiği, bu partilerin daha fazla devletleştiği bir süreç olarak baktığımız zaman “kapsayıcı” söylemi etkili olmuyor. Çünkü toplumsal tabanlara dayanan, onu genişletmeye dönük bir iktidar yok karşımızda. Kürt sorunu konusunda bir şey diyememenin altında da bu var. Çünkü Suriye ve Irak'la yürüttüğü bir politika var. İçeride zaten hendek olaylarından sonra yürüyen bir süreç var. Kobane olayları yargılaması var.

Bunlar bir devlet siyaseti olarak da şekillendiği için Erdoğan bu söylemin dışına çıkamaz. Sadece MHP'nin etkisi değil yani. Ben öyle düşünmüyorum. Evet, MHP inanılmaz etkili, güçlü ama bu etki tek başına MHP'nin AKP'yi esir alması değil. Aynı zamanda başkanlık rejiminin doğası gereği bir etki bu. Çünkü bu rejim tam da bunun üzerine oturtuldu. Eğer ki Kürt oylarıyla başkanlık rejimine girebilseydi bambaşka bir şeye evrilecekti. Ama Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” sözünden sonraki süreç artık başkanlık rejiminde Kürt oylarını olmayacağı bir yöne döndü.

Siyasal tablo buyken bir de ciddi bir ekonomik kriz söz konusu. Erdoğan için de seçime kadar zorlayıcı bir faktör bu. Bu ekonomik kriz bir taraf için her ne kadar sermaye brikimi ve transferi olsa da farklı sermaye yapılarıyla Erdoğan’ın da karşı karşıya gelmesine sebep oluyor. Erdoğan bu anlamada halka ve de daha geniş sermayeye ne vaat edebilir?

Erdoğan’ı iktidarda tutan ama 2013’ten sonra ters düştüğü, büyük sermaye grubu TÜSİAD, küresel konjonktürün değiştiğini düşünüyor. Onların dediği şu: Küresel konjonktür değişti, içeride bir takım tedbirler alınması lazım. Tedbir dediği de iktidarın “popülist” diye tabir edilen kredi genişlemesi, kamu kaynaklarını kullanma biçimiydi. Bunlardan vazgeçmesi gerektiğini söylediler. Çatışma buradan çıkmıştı.

Erdoğan'sa bunu yaptığı zaman kendi tabanını kaybedeceğini gördü. Bu taban sadece halk kesimden oluşmuyor. KOBİ'ler, orta ölçekli sermaye, klasik olarak MÜSİAD diye formüle edilir ama onun tabanı çok daha geniş. Yani burada ihracatçısı var, turizmcisi var. Bunların hala kazanabilmesinin tek yolu aslında Erdoğan'ın faizleri düşürmesi, emeği ucuzlatması, TL'yi değersizleştirmesi ve ihracata yönelik bir üretim strateji çizmesiydi. Çünkü Türkiye sermayesinin içeride kendini çevrilebilmesi için döviz kazanması lazım. Erdoğan da bunu yaptı. Bunu yaparken aynı zamanda kredi mekanizmasını da olabildiğince açtı. İnsanların ücretleri artmasa dahi tüketimlerini sürdürebileceği bir konjonktür yarattı.

Bunu 2017’lere kadar sürdürdü. Zorlamayla sürdürdü. Tıkandığı zaman Merkez Bankası rezervlerini de kullandı ya da şimdi Kur Korumalı Mevduatı (KKM) devreye soktu. Bütün bunlar aynı zamanda farklı sermaye kesimlerini besledi, ayakta tuttu. Ama bugüne kadar tuttu. Şimdi görüyoruz ki bu kesimler de artık işin öyle yürümediğini söylemeye başladılar. Mesela MÜSİAD'ın son yaptığı faiz çıkışı bunun göstergesi. “Faizi bir yerde sabitle artık bu işi gündemden çıkartalım” demesi önemli bir şey. Bu, kendi tabanından da bir isyan demek. İktidarın ayaklarının buralara da oturduğunu unutuyoruz.

Mesela AKP, TOBB’dan çok güçlü destek almış bir parti. E şimdi TOBB seçimlerine bakıyoruz, aşağıda kavgalar var. İktidar yanlısı yöneticilerle ona karşı olan yöneticiler arasında bir seçim süreci yaşanıyor. Belki gözden kaçıyor ama pek çok yerde el değiştirdi Sanayi Odaları yönetimi. Pek çok yerde kavgalar çıkıyor. Pek çok yerde Yüksek Seçim Kurulu el koyuyor duruma ve hileler yapılıyor. Yani kendi dayandığı kesimler içinde de bir rahatsızlık var. O yüzden bu seçim sadece halkın yoksullaşması, halkla iktidar arasındaki makasın açılması meselesi değil. İktidarın dayandığı güçler arasında da artık bu politikaların sürdürülemez olduğunu düşünenlerin sayısı arttı. Onları bir arada tutabilecek politikaların temellerinin zayıfladığı bir dönem. Bunu küçümsememek lazım.

Türkiye'de istihdamın yüzde ellisinden fazlasını küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ) oluşturuyor. Ama KOBİ'lerin kendi içinde de mikro işletmeler var. Bunlar 10 ve daha aşağı çalışana sahip, çoğu aile işletmesi ve çok yüksek istihdama da sahip. Hizmet sektöründe ya da taşeron sanayide kümelenmiş ve daha çok banka kredileriyle iş çevirebilen kesimler. Bunlar Covid-19 salgınında kapalı kaldıkları için çok ağır bir darbe yedi. Ayrıca bu kesimlere sadece işletme olarak da bakmamak lazım.

Neden?

Çünkü o işletmelerin sahibi çevresine iktidarın ideolojisini taşıyan, kendi çalıştırdığı insan üzerinde etkili de ondan. Bu insanlar kazanıp yalıda, villada yaşamıyor. Neredeyse çalıştırdığı insanlarla aynı semtte yaşıyor, aynı camiye gidiyor, aynı kahveye gidiyor, aynı sohbeti yapıyor. İktidarın aşağıyı tuttuğu araçlardan birisiydi bu. Covid- 19 salgını ve ekonomik kriz bu bağı koparmaya başladı.

O yüzden sermaye kesimleri derken çok geniş bir yelpaze düşünmek lazım. İkincisi orta sınıf çözüldü diyoruz ya bu orta sınıfı da sadece sosyal- kültürel bir kategori olarak almamak lazım. KOBİ'ler ve KOBİ altı, daha küçük işletmeler de orta sınıfa dâhildir. Haliyle yoksullaşma, işleri çevirememe sıkıntısı onlar için de var. O yüzden bu seçimin diğer seçimlerden bir farkı Erdoğan'ın artık bu kesimler için de bir ekonomi politikası üretememe sıkıntısı…

Peki, Erdoğan şu an nasıl yürütüyor?

Evet, mesele de o. Çünkü Erdoğan'ın hala devletteki iktidar tabanı geniş. Koalisyonu geniş. İkincisi bunu zorlayabilecek herhangi bir toplumsal hareket, siyaset veya örgütlü bir yapı yok. Bu çok önemli bir şey. Dünyada en kötü verilere sahip olan ülke Türkiye, onunla yarışan ülkelerin tamamında insanlar bir şekilde sokakta, örneğin Brezilya. Seçime kadar Brezilya'da grevler ve çok güçlü bir örgütlülük vardı. Yerli halkların eylemleri, Amazon'daki eylemler, toprak eylemleri... Yani Lula seçilene kadar gelen süreçte Brezilya halkı sokaktaydı. Şili seçimlerinde Şili halkı sokaktaydı. Kadın hareketi, çevre hareketi, topraksız köylü hareketleri vardı ve bunlar örgütlü yapılar. Şimdi bütün bunlarla kıyasladığımız zaman onlar seçimle başardı görünüyor; ama bizim seçimde başarıp başaramayacağımızın “belirsiz” olmasının nedeni farklı. Çünkü muhalefette bir sürü parti bir araya gelmiş. Bunlar kendi oy tabanlarını yan yana toplayaraktan kâğıt üzerinde iktidarı puan olarak geçmiş görünüyor. Ama bu siyasetler tabanda, sokakta insanları mobilize ediyor mu? Hayır...

Seçim çok uzun süredir tartışıldığı için insanları bıktırır. İnsanlar umudunu yitirir, bir şeyin değişmeyeceği hissi yerleşir. Kötünün iyisini tercih etmeye zorlar. Şimdi Erdoğan'ın yaptığı bu. Erdoğan bir şey vaat etmiyor. Erdoğan her şeye rağmen ülkeyi yine kendisinin bu durumdan çıkartabileceğine dönük bir algı yaratmaya çalışıyor. Olguları değiştiremediğin zaman olgudan algıya geçmen lazım. Yani olguyu da algıyı da yönetmen lazım. Bu ekonomide de böyle siyasette de böyledir. Erdoğan'ın da şu an hareket ettiği zemin tam olarak bu. Olgunun değişmeyeceğini biliyoruz. Ama algılar değişecek mi, kim değiştirebilecek? Bu 7 ayda onu göreceğiz…