Türkyılmaz: Normal bir seçime gidilmiyor

Akademisyen Yektan Türkyılmaz, mevcut Türk iktidarının, meşruiyetini artık sandıktan almayı düşünmemeye başladığını; devrim yapmış bir iktidar havasında olduğunu belirterek, normal bir seçime gidilmediğini söyledi.

Türkiye’de bugün normal bir hal olmadığı için sandıktan çıkmanın tek başına yetmeyeceği, bunun ötesinde bir çabanın gösterilmesi gerektiğini ifade eden Dr. Yektan Türkyılmaz, “31 Mart 2019’la beraber siz sandıktan çıksanız bile bu temsiliyet hakkınızı rejim nezdinde meşrulaştırmıyor. Rejim sizi meşru görmüyor ve size o hakka sahip olmanız için onayının gerektiğini düşünüyor” dedi. 6’lı Masa’nın/Millet İttifakı’nın, bu realiteye uygun hareket etmediğini, bunu aşan bir motivasyona sahip olmadığını belirten Türkyılmaz, “Çünkü hala rejimin ne diyeceği, nereye kodlayacağı, nasıl saldıracağı üzerinden kendisini tarif etmeye çalışıyor” şeklinde konuştu. HDP’nin hem Cumhurbaşkanlığı hem de Meclis seçimlerinde kilit konumuna dikkat çeken Türkyılmaz, seçim sonrası oluşması muhtemel Meclis’te de kilit olacağını belirterek, şunlarına altını çizdi: “HDP’yi kapatma davasında nasıl bir karar alınacağı ve HDP ile Emek ve Özgürlük İttifakı’nın buna nasıl tepki vereceği, seçime giden yoldaki durumu da belirleyecek. Orada da kilit olacak. Bir yandan kilit, diğer yandan bunların hepsini çözmekle yükümlü siyasi pozisyonu var.”


Türkiye siyasetini yakından takip eden Avusturya’daki Central European University Öğretim Üyesi Dr. Yektan Türkyılmaz, 14 Mayıs’ta yapılması muhtemel seçim süreciyle ilgili ANF’nin sorularını yanıtladı. 

Nasıl bir seçim süreciyle karşı karşıyayız, Türkiye’yi ne bekliyor? 

Türkiye ve seçimler... Türkiye, gerçekten ilginç bir ülke. Bir tek kelimeyle tanımlanması biraz zor. Bir yanıyla kan revan korkunç bir tarih var. Halen de devam ediyor. Diğer yanıyla da birçok ihtimalleri olan bir ülke, tarih, coğrafya. Osmanlı mirasıyla beraber şu veya bu şekilde kimi hesaplara göre 160-170 yıldır, kimi hesaplara göre ise 150 yıldır seçimler yapılıyor. Sandıklar kuruluyor. Bu seçimlerin çoğunlukla pek adil olduğu söylenemezdi zaten. Belki 1908 Meşrutiyet hemen ardından, daha öncesinden Abdulhamit dönemini bir kenara bırakırsak, ‘sopalı seçimler’ geldi. Daha sonra 1950’ye kadar iktidar değişimini sağlayacak seçimler yapılmadı. Ondan sonra da belki bir seçim, 1955-56 itibarıyla 1957 sonrası kesinlikle artık bugünkü gibi otoriterleşen bir Menderes çıktı. Onun arkasından olacak seçimler de nasıl oldu? Seçim kanunlarıyla oynamalar, birçok muhalefet üzerinde baskılar. Daha sonra belki 1960 sonrasında bir rahatlama yaşandı. TİP’in parlamentoya girmesi çok önemliydi 1961 seçimlerinde. 1980 sonrasında da tabii ki Anayasa oylaması yapıldı. Şeffaf zarflarla vs. Sonuç itibarıyla bu yakın zamanda da devam etti.

Özellikle Kürtler açısından seçimler hiç de adil değildi. Tabiri caizse Kürt siyasetçiler, 1990’lardan beri hem devlet terörüne maruz kaldı hem de hiç adil olmayan koşullarda seçime girdi. Zaten normal idarenin olmadığı bir bölgeydi. 

Türkiye’de 2018 seçimleri sonrasında ilginç bir durum oldu. 24 Haziran 2018 24 seçimini, Türkiye’de yapılmış son seçim olarak görüyorum. 

Neden öyle görüyorsunuz?

Çünkü 31 Mart 2019 yerel seçimlerden önce çok ilginç bir şey oldu. Biraz bahsettiğim zorlu tarihte seçimler çok adil olmayabiliyordu ama sandıktan çıktıysanız en azından size temsiliyet hakkı veriyordu, Meclis’e gidiyordunuz. Bunu kimse sorgulamıyordu. 31 Mart seçimlerinden önce bu tarihten kopan bir gelişme oldu. O da şu; hem Süleyman Soylu ve Devlet Bahçeli hem de rejim blokunun diğer bileşenlerinden çok önde gelen isimler, HDP adaylarıyla ilgili “hele bir sandıktan çıksınlar ondan sonra görüşürüz. Bakarız duruma” dedi. Yani şu; sandıktan çıkmanız size otomatik olarak bir temsiliyet hakkı vermez. Dolayısıyla aslında bütün sandıkları bitiren bir seçim oldu 31 Mart 2019 seçimleri. Rejimdeki radikalleşmenin ne noktaya geldiğini de ölçen bir seçim oldu.

Artık şunu da görüyoruz; bu tavır sadece Kürtlere, Kürt siyasetçilere, Kurdistan’a özgü bir tavır olmaktan da çıktı. Kayyum siyaseti, siyaset dışı bırakmak, temsiliyet hakkını elinden almak, artık Kürtlerle sınırlı değil. Çünkü istanbul Büyükşehir Belediyesi veya CHP’nin başka belediyelerinin başına da bunlar geliyor. 

Bütün bu hatırlatmalardan ne anlamamız gerekiyor?

Şunun için anlattım; bence Türkiye’deki hiçbir şeyi normal görmememiz gibi, bu seçimleri de artık normal göremeyiz. 

Ne anlamda normal göremeyiz? 

Adaletsiz olduğu için değil. Türkiye’de birçok adaletsiz seçim yapıldı. Şu anlamda; 31 Mart 2019’la beraber siz sandıktan çıksanız bile bu temsiliyet hakkınızı rejim nezdinde meşrulaştırmıyor. Rejim sizi meşru görmüyor ve size o hakka sahip olmanız için onayının gerektiğini düşünüyor. 

Rejim kendinde bu hakkı nereden buluyor? 

Rejim, artık öyle bir noktaya gelmiş durumda. Bence 15 Temmuz çok önemli bir kırılma noktasıydı. Rejim/iktidar eliti, meşruiyetini artık sandıktan almayı düşünmemeye başladı. O gün sokakta kendi taraftarlarının kanından meşruiyet almaya başladı. Kendisini sanki devrim yapmış bir iktidar gibi görüyor. Siyasi olmaktan çok en tepesindeki hem kişi kültü hem de doğal lider olarak gören bir yapısı var. Özellikle iktidar tepesi için böyledir. İktidar ve rejim taraftarları, bu yakın dönemdeki gelişmelerle büyük ölçüde hep “sonuç itibarıyla beğenmeyebilirsiniz, kriminaldir ama bizim bir kamuoyu desteğimiz var. Bizim bir seçmen desteğimiz var” savunmasındaydı. Anlaşılan o ki; gelinen nokta itibarıyla bu da yok.

İktidar, seçim sürecinde yapacaklarının ardından sonuçlarını da tanımayabilir mi? 

Seçimi, seçimin kendisini sorgulama hakkını kendisinde gören bir iktidar var. Bir yandan kitlesel desteği, çoğunluğun desteğini kaybetmiş ve kendi getirdiği kanunla 50+1’e ulaşamayacak. Öte yandan o koltukları bırakamayacak bir iktidar. Türkiye şu anda bunun geriliminde. Evet, bir seçime gidiyoruz ama seçim sonucu otomatik olarak durumu değiştirmeyecek. Seçim sonrasında da büyük bir mücadele (gerekecek). Tabii önümüzdeki günlerin nasıl geçeceğine dair çok kötümser tahminler yapmamızı gerektirecek emareler de var. İşte parti kapatmaları, cinayetler vs. Her geçen gün artan zorlukta bir süreç olacağı zaten belli. Muhalefet için elimizdeki emareler öyle işaret ediyor ki; bir tek sandıktan çıkmak rejim değişikliğini sağlayacak bir durum olarak görülmüyor. Muhtemelen o gece sayılara bakıp karar vereceğimiz bir durum olmaktan çıktı Türkiye’deki siyasi durum.

Bunun yakın zamanda dünyada da örnekleri oldu mu? 

Üç tane örneğini sayabilirim; Belarus’taki Lukaşenko, Amerika’da Trump ve Brezilya’da Bolsonaro. Bu üç otoriter lider de koltuğunu teslim etmek istemedi. Biri başardı. Lukaşenko başardı ama diğerlerini, özellikle Amerika’yı bile düşündüğünüzde Trump koltuğundan kalkarken nerdeyse ülke tarihinde emsal olmamış bir darbe girişiminde bulundu. Bolsonaro taraftarlarının hem sokakta hem de bürokrasi içinde yakın zamanda Brezilya’da giriştiği eylemleri düşündüğünüz zaman. Dolayısıyla bunun bir dünya bağlamı da var.

Bütün bu anlattıklarınızdan sonra muhalefete bakınca böyle bir motivasyon görüyor musunuz? 

Böyle bir motivasyon şu anda gözükmüyor. Türkiye’deki muhalefet bir yanıyla çok parçalı bir durumda, diğer yanıyla da daha önce hiç görülmediği kadar bir araya gelmiş. Bir yanda 6’lı Masa deneyimi var. Bu da aslında Türkiye tarihinde iyisiyle-kötüsüyle pek görülmemiş bir örnek. Öte yandan Emek ve Özgürlük İttifakı var. Bir de bunların dışında kalan büyük çoğunluğu yakın dönem trend, değişik versiyonlarıyla ultra milliyetçi, işte Memleket Partisi’nden tutun Zafer Partisi’ne kadar bir kesim var. 

6’lı Masa/Millet İttifakı için durum nedir?

Şimdi 6’lı Masa’da bu motivasyonun, adayın ortaya çıkışına kadar pek bir ivme kazanacağını sanmıyorum. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuda halen bir netlik yok ve fikir ayrılıkları da var. Bir yandan Kılıçdaroğlu’nun adaylığı her geçen gün güçlense bile karşısında da büyük bir bileşenin direnci olduğu görülüyor, İYİ Parti etrafında. Her koşulda adaydan öte bir motivasyon sorunu olduğu çok belli 6’lı Masa’nın. Bunun en güzel örneklerinden birisi; Erdoğan’ın gayri anayasal adaylığı konusunda özellikle CHP ve İYİ Parti’nin gösterdiği veya gösteremediği tavır. “Zaten sonucu belli bir durum, o zaman niçin bunun üzerine gidelim” gibi bir tavır var. Tartışmanın detaylarına girmek istemiyorum, sadece bir motivasyon sorunu açısından. Aslında demin çizdiğimiz tabloyu düşündüğünüz zaman niçin böyle bir meselenin üzerine gitmeniz gerektiğini anlarsınız. Türkiye’de bugün normal bir hal yok. Türkiye standartlarına göre bile normal bir seçime gitmiyoruz. Dolayısıyla itiraz etmeme veya itirazı büyütmeme gerekçesi olarak “biz sandıktan çıkacağız nasıl olsa” deniliyor, “ona yoğunlaşmalıyız” deniliyor. Halbuki sandıktan çıkmanın tek başına yetmeyeceği, bunun ötesinde bir çaba göstermeniz gerektiğini ifade ediyorum. Aradaki oy farkına bakmadan sonuca sahip çıkabilecek bir motivasyon yaratmak durumunda, Erdoğan’ın karşısına çıkabilecek herhangi bir güç. Bu noktada bir motivasyon eksikliği olduğu çok açık.

HDP ile ilgili tavrı da böyle değil mi?

Çok skandal bir tavır. Böyle bir aciliyet olmasına rağmen bugün Türkiye’de gerçekten şöyle bir durum var. Bir tek grubun değil; her grubun varlık yokluk sorunu hissettiği bir andayız. Demirtaş’ın “yakında buluşacağız, ya içeride ya da dışarıda” şeklinde çok güzel bir açıklaması vardı. Tabloyu en iyi özetleyen ifade buydu. Buna rağmen hala 6’lı Masa’nın HDP konusunda gösterdiği tavır, gerçekten o motivasyonu bir türlü neden yakalamadığını da gösteriyor. 

Neden? 

Çünkü hala “rejim ne der” korkusu var. Rejimin ne diyeceği, bunu nereye kodlayacağı, yerleştireceği, ona nasıl saldıracağı üzerinden kendisini tarif etmeye çalışıyor. Kendisini konumlandırmaya çalışıyor. Türkiye’de merkezi olarak kendi üyesine yönelik cinayet işleyen bir parti, bununla ilgili hiçbir kaygı taşımıyor, yasa çalışsın vb. diyor. Sinan Ateş cinayetini söylüyorum. Parti tepeden tırnağa, milletvekilleri, en üst düzey yönetimdeki insanların (içinde yer aldığı) ve buna doğru dürüst hak ettiği tepki verilmezken; öbür tarafta Türkiye’deki bence bugün en meşru talepleri yükselten HDP’nin kriminalizasyonuna hala devam etmek, zaten hem özgüvensizliğin hem tutarsızlığın hem de bir motivasyon eksikliğinin çok iyi göstergeleridir.

HDP’ye yönelik kapatma davası sürüyor. Bu durumun, Emek ve Özgürlük İttifakı üzerindeki etkisi nasıl olur?

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bileşenleri, şu anda HDP üzerinde rejim tarafından döndürülen siyasetin farkında. Rejim, HDP’nin kapatılması davasını tabiki Demokles’in kılıcı gibi kullanıyor. Birçok davayı böyle kullanıyor. Hiçbir davayı kapatmıyor. Mesela Ergenekon, Balyoz davalarına bakın; bir yandan onların bir kısmını kendi ittifakı içine alırken, diğer yandan halen davalar sürüyor. Herhangi bir davayı kapatmamak; sonuna kadar bu tehdidi kullanma halleri var. Şimdi HDP özgülünde de bunu yapıyorlar ama dün MHP lideri Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi’ne emretmesi, direktif vermesi; ertesi gün de zaten raportörün hazırladığı görüş de belliydi, erteleme başvurusu reddedildi. Anlaşılan o ki; çok fırtınalı bir dönem geçireceğiz, eğer 14 Mayıs’ta olursa seçimler. Bu fırtınanın, belki de en etkili olduğu, en sarsıntılı geçtiği yer, tabii ki Kürt cephesi olacak. Türkiye’de Kürtlerin şöyle bir talihsizliği var; Türkiye’deki demokratik erozyon ve savrulmalardan herkes etkileniyor ama Kürtler, herkesin üç-dört katı etkilenmek durumunda kalıyor. HDP’nin kapatılması, Türkiye’deki dengelerin, seçim dengelerinin ayrıca bir daha konuşulması demek. HDP, hem Cumhurbaşkanlığı hem de Meclis seçimlerinde kilit. Seçim sonrası oluşması muhtemel Meclis’te de kilit. HDP’ye ilişkin nasıl bir karar alınacağı ve HDP ile Emek ve Özgürlük İttifakı’nın buna nasıl tepki vereceği, seçime giden yoldaki durumu da belirleyecek. Orada da kilit olacak. Bir yandan kilit, diğer yandan bunların hepsini çözmekle yükümlü siyasi pozisyonu var. 

Bu seçim sürecinde dış faktörlerin etkisi de konuşuluyor. Mesela Rusya’nın Türkiyedeki seçimlere müdahale etme olasılığı var mı? 

Türkiye’deki son 6-7 yıllık gelişmelerden birisi de iç siyaset ile dış siyasetin iç içe girmiş olmasıdır. Türkiye’deki her iç pozisyon, aynı zamanda bir diplomatik pozisyona da denk düşüyor. Tersi de doğru; dünyadaki gelişmeler Türkiye’de daha etkili oluyor. İç içe girdiği için ayırmanız mümkün değil. 

Şimdi sorunuzun ilk kısmına gelelim. Putin ve Erdoğan arasında nerdeyse bir kader birliği ilişkisi var. Çok açık görülüyor ki; Putin zaten Türkiye’deki seçimlere müdahale ediyor. İşte enerji borçlarının ertelenmesi. Bundan aslında kar da ediyor, çünkü müeyyideler içine girdiği ekonomik ve ticari sorunları Türkiye vasıtasıyla çözmeye çalışıyor. Erdoğan’ı ayakta tutacak acil ihtiyacı olan sıcak parayı Türkiye’ye pompalıyor. Türkiye’deki sıcak para durumunu, Erdoğan lehine kontrol altında tutma. Bütün ekonomistlerin ortaklaştığı şudur; Türkiye ekonomisi yoğun bakımda, ancak bir yaşam ünitesine bağlı olarak hayatta kalıyor. Erdoğan’ın çok ısrarla üzerinde durduğu döviz kurunu belli bir seviyede tutmanın maliyeti var. Bu maliyeti esas itibarıyla Rusya, kısmen de Körfez ülkeleri karşılıyor. Suudi prensinin, Davos’ta “yardım edilmesi gereken, savunmasız bir ülke” dediği  noktaya gelmiş durumda.

ABD, AB, NATO’nun, yani Batı blokunun bu yönlü girişimleri olur mu?

Batı kısmı daha zor. Bence Batı müdahil olmak istiyor, ancak artık onlar da bu seçimin Türkiye’nin jeopolitik konumu itibarıyla bir dönüm noktası olacağının farkında. Türkiye’deki demokratikleşmenin birincil öncelikleri olacağını sanmıyorum. Türkiye’nin bu seçimden nasıl çıkacağı, jeopolitik olarak da nasıl haritalanacağını belirleyecek. Önümüzdeki günlerde hem Amerikan siyasetinden hem de Avrupa siyasetinden Türkiye’deki durumla ilgili kaygıların daha fazla ifade edildiğini muhtemelen göreceğiz. Zaten The Economist’te çıkan çok ilginç bir makale vardı. Onun hemen arkasından çok sert ifadelerle Almanya’nın önde gelen dergisi Stern’de bir makale. Yine bu ikisinde kapaktı. Bunlar tabii çok önemli mecralar ve bunlar hem Avrupa’daki siyasetin, Batı dünyasındaki siyasetin hem de siyasetçilerin haleti ruhiyesini yansıtan yayınlar. Burada bir komplo teorisi kurmak için söylemiyorum ama Batı’dan baktığınız zaman Türkiye’deki durum çok açık. Şöyle bir kabul var ki; Türkiye, Batı içinde nerede olacağının tayin edildiği bir varlık yokluk durumuna geliyor.

Şunu ifade etmek gerekiyor; Amerika’dan Türkiyeye bakış ile Almanya veya Fransa’dan Türkiye’ye bakış arasında fark var. 

Bunu sağlayan nedir?

Bu son 10-15 yılın bir gelişmesi de Türk devletinin/hükümetinin, Avrupa’daki Türkiyeli nüfusunda taraftarı olan kesimler vasıtasıyla buradaki siyasete müdahil olmak isteğidir. Türkiye’deki gerilimi Avrupa’nın başkentlerine, önemli şehirlerine taşımaktan çekinmiyor. Bunu bir koz olarak görüyor. Yakın zamanda bir AKP milletvekilinin tehditleri büyük tepkiler yarattı. Bu tabii işin daha başlangıcı. Özellikle Alman yetkililer farkındalar ki; bu seçim süreci ilerledikçe gerilimler daha da artacak. Dolayısıyla bu noktada rahatsızlık ve kaygı duyulduğunu düşünüyorum.

Bir de Kürtler kısmı var…

Ona girmedik ama bir tek Amerika’dan, Avrupa’dan bakmak değil. Buna tabii ki Rojava’dan bakmak, Güney’den bakmak, Irak’tan bakmak, Suriye’den bakmak da önemli. Buradaki dengeler açısından da çok yaşamsal bir seçim olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin bu bölgelerdeki siyasetinin çok kökten değişeceğini sanmıyorum ama en azından kurumsal bir siyasetle karşı karşıya kalmayacağını, Kürtler açısından düşünürsek kurumsal bir siyasetle karşı karşıya olmakla öngörülemez ve çoğu zaman abartılı agresif bir siyasetle karşı karşıya kalma farkı olur. Hangisi ne biçimlerde lehte ve aleyhte olur, o zor soru. Ortadoğu açısından, özellikle Suriye ve Irak’taki dengeler açısından da bu çok önemli bir seçim olacak.