Uluslararası Konferans ‘Terörizm Söylemi ve Kürtler oturumu ile devam etti
Uluslararası Konferans ‘Terörizm Söylemi ve Kürtler oturumu ile devam etti
Uluslararası Konferans ‘Terörizm Söylemi ve Kürtler oturumu ile devam etti
Almanya’nın Bonn kentinde bu sabah başlayan Üçüncü Uluslararası Kürdistan Konferansı’nın öğleden sonraki ikinci oturumunda ‘Terörizm Söylemi ve Kürtler’ konusu ele alınıyor.
Konferansın bu bölümünde, Terörizm söylemi ve güncel önemi konusunu Durham Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Merkezi Eşbaşkanı Prof. Fiona de Londras, Kürtlere karşı devlet terörü ve uluslararası toplumun sessizliği konusunu Kürt Halk Önderi Öcalan’ın avukatlarından ve MAF-DAD Yönetim Kurulu üyesi Mahmut Şakar, Ortadoğu’daki güncel gelişmeler ışığında ‘terörizm’ söylemi ve Kürt sorunu konusunu İnsan Hakları için Uluslararası Lig Başkan Yardımcısı ve Gazeteci Dr. Rolf Gössner değerlendiriyor. Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Emran Emekçi’nin vize alamayarak gelememesi nedeniye, kendisinin yapacağı sunumu MAF-DAD yöneticisi Mahmut Şakar yaptı.
Avukat Britta Eder’in moderatörlüğünü yaptığı ikinci oturumda ilk olarak söz alan Durham Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Dr. Fiona de Londras, terörizm söylemi ve güncel önemi konusuna değindi. Terörizm kavramını içeren 12 kadar uluslararası sözleşme olduğunu söyleyen De Londras, bazı devletlerin eylemlerinin terör eylemi olarak görülürken, bazılarının görülmediğine dikkat çekti.
Devletlerin belli dönemlerindeki ‘eylemlerini’ de göz önüne alınarak ‘terörizm’e net bir tanım getirilmediğini kaydeden De Londras, bazı devletlerin sömürgeciliğe karşı mücadelelerinin dahi terörizm olarak görülebileceğini gördüğünü dile getirdi.
‘DEVLETLER NET BİR TERÖRİZM TANIMI YAPILMASINI İSTEMİYOR’
‘Terörle mücadale’ gibi bir konuda uzun süreler alan çalışma ve konferansların yapıldığını hatırlatan De Londras, birçok devletin terörizmin net bir tanımını yapmamayı çıkarlarına uygun gördüklerinin altını çizdi. De Londras, “BM’nin 1997’deki bir genel kurulunda bir terörizm tanımı yapıldığını, tanımın ‘amaç’ ve ‘aktör’e göre yapıldığını kaydettiği konuşmasında şöyle dedi: “Bir eylemi normal adli suçlardan ayıran şey onun amacıdır. Eğer bir eylem herhangi bir şekilde hukuk dışı ise, faillerin yaptığı neden terör eylemi olarak görüyoruz? Faillerin eylemi zaten amaçlarıyla bağlantılıdır. Bir takım etnik, dini farklılıklarla bağlılar.”
De Londras şöyle devam etti: “Devlet tüm eylemleri bir ideoloji ile bağlantılandırırsa ve eylem o ulusun güvenliği için tehlike oluşturuyorsa, farklı uygulamalar başlatılıyor. Kişilerin caydırılması için özellikle radikalleşmekten alıkonulması hedefleniyor. Devlet bunu yaparken, bir eylemi eğer ‘baş edilemeyecek’ bir eylem olarak gördüğünde, derhal onu ‘terörist eylem’ olarak kabul ediyor.
Terörün başvurduğu şiddet ‘devletin var oluşuna karşı tehdit’ olarak görülüyor. Adli suçlarında değil de, bu tür olaylarda devletin varlığı tehlikede görülüyor. Burada amaçlanan, suçları adli kapsamdan çıkartarak, ‘terörle mücadele kapsamına’ almaktır.
SADECE DEVLET OLMAYAN HAREKETLERİN EYLEMLERİ ‘TERÖR’ OLUYOR
‘Terör’ suçunun tarifinde devletlere hiç dokunulmadığı hatırlatan Dr. De Londras, şu sözlere yer verdi: “Yine sanki sadece devlet dışı aktörlerin yaptıkları ‘terör eylemi’ olarak görülürken, devletlerin yaptıkları ise ‘suç’ olarak kabul ediliyor. Devletin meşru güç kullanma hakkına sahip olduğuna dair bir kural var gibi.
Ama bir devlet başkanını ‘terörizmle’ suçlamasalar bile ‘teröre yardım etmek’ ile suçlanabiliyor. Zaten Pakistan, Yemen gibi ülkelerde yapılan askeri müdahaleler de buna örnektir; yani devletler yapması gerekeni yapmadığı zaman uluslararası müdahaleye yol açılmış oluyor.”
DAMGAYI YENDİĞİNDE TÜM YAPTIĞINIZ ‘TERÖR SUÇU’ OLUYOR
İnsani yardım, yemek verme ve dağıtma gibi eylemlerin dahi eğer bir ‘terör örgütü’ ile bağlantısı kurulursa ‘terörizme’ girdiğine dikkat çeken De Londras, “bazı eylemlerin terör ya da adli suçlar kapsamına girmesiyle ne elde ediyoruz? Bununla ne kazanıyoruz? Şu anda bir şekilde tüm devletler terörle mücadelenin bir parçası.”
Farklı hukuk kurallarının işlendiği ülkelerin olduğunu hatırlatan De Londras, benzer suçların farklı ülkelerde farklı mahkemelerde ve kurallarla yargılandığını hatırlattı. De Londras sunumunu şu sözlerle bitirdi: “Bir eylemi terör olarak tanımlamanın daha çok siyasi yönü vardır. Normal durumlarda muhalefet yapması gereken muhalif partiler, terör söz konusu olduğunda iktidara destek vermek durumunda kalıyor.
Bir başka nokta ise, ‘terör’ damgası yendiğinde yaptıkları, eylemleri vs tümü meşruluğunu yitirmiş oluyor. Zira görüşleri ve fikirleri ‘terör’ eylemiyle bağlantılandırılıyor. Ve böylece de, hükümetler her türlü siyasi tartışmanın önünü kesmiş oluyorlar.”
Bazı durumlarda kimi gruplar kendilerini ‘ordu’ olarak tanınmasını isterken, örneğin İRA örneğinde İngiltere bunu reddetti ve ‘terör örgütü’ terimini kullanmayı yeğledi.
ŞAKAR: TC’NİN KURULUŞUNDAN İTİBAREN KÜRTELER SİSTEMLİ BASKI UYGULANDI
Kürtlere Karşı Devlet Terörü ve Uluslararası Toplumun Sessizliği konulu sunumu yapan Mahmut Şakar ise, “terörizmin tartışıldığı bir konferansta bu konuda yaftalanan bir halkın neye maruz kaldığının ifade edilmesi gerekiyor. Kürtlere yönelik siyasi baskıları anlatmak son 100 yılda yaşadığı trajediyi anlatmaktır. Türkiye’nin kuruluşundan bugüne kadar Kürtlerin yaşadığı baskıyı ifade etmesi açısından, neyin terörist olduğunu anlatmak açısından De Londras’ın sunumu önemliydi” dedi.
Türkiye’nin Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kürtlere yönelik uyguladığı sistemli baskı, katliam ve asimilasyon politikaları hakkında bir sentez yapan Mahmut Şakar tarihsel arka plana ilişkin şu bilgileri verdi: “Lozan Antlaşması’ndan sonra ulus-devlet olarak kuruluş süreci, Kürtlerin yaşadığı soykırımın başlangıcı anlamına geliyor. Bazı metinlerde ‘Bu mücadele Kürtlerin ve Türklerindir’ denmesine rağmen, hemen arkasında 1924’te yapılan ilk anayasa Türkçülüğü kurumsallaştıran bir anayasa oldu”
Şeyh Sait isyanı denilerek devletin Kürdistan’da büyük katliamlara giriştiğini kaydeden Şakar, ‘Tahrir-i Sükun Yasası’nın da bir ‘susturma’ ve ‘denetime alma’ yasası olarak hazırlandığını, İstiklal Mahkemeleri ile de birçok kişinin Meclis kararı olmadan idam edildiğini belirtti. Şark Islahat Planı’nın kanunlaştırılması ile de Kürtlerin statüsünün silindiğini söyleyen Şakar, isimlerin değiştirilmesi, eğitimin Türkçe olması, zorla göçertmeler başta olmak üzere birçok baskıcı uygulamalarla da sistemin yerleştirildiğini hatırlattı.
Umumi Müfettişlik uygulamasına ve 1931’de Müfettiş İbrahim Talu’nun hazırladığı raporuna değinen Şakar, daha o dönemde insanların silahlarının toplanması, ekonomik, sosyal, askeri birçok önlemin öngörüldüğünü ve o tarihteki önerilerin tümünün 1937-38’de tümüyle gerçekleştirildiğine dikkat çekti.
Şark Islahat Planı ile Kürdistan’da büyük kapsamlı bir asimilasyon ve yok etme politikasının devreye konulduğunu hatırlatan Şakar, bu sistemin günümüze kadar da devam ettirildiğinin altını çizdi. 1924-25’te başlayan Kürdistan’a yönelik baskıların sistemli bir şekilde devam ettiğini ve 1980 sonrasında büyük çaplı işkence, ölüm, kaybettirmeler ile çok daha şiddetli bir şekilde uygulandığını söyledi. Baskıların son olarak KCK davalarıyla doruğa çıktığını belirten Şakar, “bu da ‘iktidarda ‘kim olursa olsun’ Kürtlere yönelik baskıların bir şekilde yürütüldüğünün işaretidir” yorumunu yaptı.
AVRUPA’NIN 100 YILLIK SESSİZLİĞİ İLE SON YILLARDAKİ POLİTİKALARDAKİ PAYI
100 yıllık süre içerisinde temel sorunun ‘uluslararası toplumun sessizliği’ olarak dikkat çektiğini Mahmut Şakar, AİHM’de 1990 sonrasında görülen binlerce davanın sadece ‘insan hakları ihlali’ olarak ele alındığını belirten, ulus-devlete göre şekillenmiş bir dünyanın tüm bunları görmediğini belirtti. Şakar, birçok insan hakları savucusununun verdiği desteğe rağmen, Kürtlerin tüm bu baskılara karşı verdiği mücadelenin terörizm olarak görüldüğünü de hatırlattı.
Şakar, AKP’nin son yıllarda eleştirilen tüm uygulamalarının Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımının bir sonucu olduğunu da kaydederken, Avrupa’nın Kürtleri gözardı eden politikasına dikkat çekti. “Türkiye’yi demokratça, net, sağlam ve cepheden eleştiren bir siyasete ihtiyaç olduğunu belirten Şakar, Roboski ve 2006’daki olaylardaki çocuk katliamlarını örnek gösterdi.
Şakar, ‘kadın da olsa çocukta olsa gereğini yaparız’ dendiğinde, 34 genç Roboski’de katledildiğinde ne yazıkki ses çıkarmadılar. Mahmut Şakar, devletlerden ziyade hukuk ve insan haklarında aktif olan kesimlerin çabalarına yönelik umudu olduğunun da altını çizdi.
ROLF GÖSSNER: DAİŞ’E KARŞI SİLAH YARDIMINDA ALMANYA’NIN BAKIŞI ÇOK İLGİNÇ
Ortadoğu’daki Güncel Gelişmeler Işığında ‘Terörizm’ Söylemi ve Kürt sorunu başlığını sunan İnsan Hakları İçin Uluslararası Liga Başkanı Yardımcısı Dr. Rolf Gössner, Paris Katliamı sonrasında terör ve insan hakları konusunun yeniden gündemde olduğunu söyledi.
Her türlü anit-terör yasasının daha fazla devlet terörünü yaydığını kaydeden Gössner, şöyle dedi: “teröre karşı mücadele verirken, devletler hep daha fazla yetki istiyorlar. Burada Almanya’nın bakışı çok ilginç. Yapılan yardımlar Kuzey Irak’taki KRG yönetiminin eline geçiyor, ama Kobane’deki PKK’nin eline geçmiyor. Peki neden?
YPG ve PKK’ye yönelik ‘uluslararası koalisyon kapsamında desteklenmemesi’ gibi bir yaklaşım var. DAİŞ tarafından çok ağır cinayetler işleniyor ve bunları göz önünde bulundurarak, PKK’ye desteğin gelmemiş olması çok şaşırtıcı. Ve yine kendi siyasetlerinin de Ortadoğu’da bu karmaşaya yol açtığını da görmek istemiyorlar. Demokratikleşme için Kürtlerin Ortadoğu’daki aktif bir aktör olduğunu görmek gerekiyor. Rojava’da dünyaya ve özellikle Türkiye’ye örnek olabilecek bir sistem geliştirdiler.”
DAİŞ’E KARŞI YARDIM EDİLMEZSE KAYIP BÜYÜK OLUR
DAİŞ meselesinde Türkiye’nin rolüne dikkat çeken Gössner, “Tabii burada Türkiye’nin DAİŞ ile ilişkileri de önemli. 2012’de PKK lideri ile Türkiye arasında görüşmeler başladı ve Öcalan demokratik ve özgürlükçü bir siyasi mücadele verileceğini beyan etti. Real politikada Alman politikasında bir defacto durum yaşanıyor. Mesela, Kürtlere DAİŞ’e karşı bir yardım edemezse burada büyüyk kayıp yaşayabilir Almanya.
AKP ve Erdoğan’ın DAİŞ^’e desteğine dikkat çeken Gössner, Rojava’nın DAİŞ eliyle bitirilmek istendiğini hatırlattı. Türkiye’nin Rojava’yı ve Kürtleri DAİŞ ile ‘eşit’ görmesine değinen Gössner, bunu kabul edemeyiz” dedi.
Barışı inşa etmek isteyen herkesin Rojava’yı ve PKK’yi bir partner olarak görmesi gerektiğini söyleyen Gössner, Almanya’nın yıllarca Kürtlere karşı NATO kapsamında Türkiye’ye silah yardımı yaptığını ve bunun da özgürlükleri bastırmaya yönelik olduğunu hatırlattı.
YASAK İLE KÜRTLER OTOMATİK OLARAK TERÖRİST OLDULAR
Terörizm davalarının çok önemli bir yer tuttuğunu da dile getiren Rolf Gössner, “yargısız infaz şekilde, Kürtler otomatik olarak terörist oldular.” Büyük katliamlardan kaçarak buraya gelen Kürtlerin ifade özgürlüğüne ait tüm eylemleri anti-terör yasası kapsamında değerlendiriliyor. Vatandaşlıkların geri alınması, mülteci haklarının iptali, sınırdışılar vs gibi uygulamalar var. İspatlanmış şiddet kullanımından kapatılan derneklerden çok şiddet kullanımının olmadığı dernekler kapatılabiliyor.
Burada tamamen legal bir şekilde oturum sahibi olsalar bile dünyanın herhangi bir yerindeki eylemlerinden ötürü ceza alabiliyorlar.
Terör listesinin mantığının Almanya’nın uluslararası ve dış siyasetle bağlantılı olduğunu söyleyen Rolf Gössner, “Bir defalığına konulan PKK yasağı uzun süreli ‘kronik hsatalık’ oldu ve kaldırılması gerekiyor. Kendisi hiç bir şekilde insan haklarına saygı duymayan bir ülke olan Türkiye, terör listesiyle yaptığı her şeyi yasallaştıran, lejitime eden bir konuma gelmiştir.”
Bu listenin içerisine bir kere giren birisinin bir daha normal bir yaşam sürmesinin mümkün olmadığına dikkat çeken Gössner, mal varlığına el koyma, vatandaşlıktan çıkarma, statüsünün iptali ve sınırdışı gibi olası uygulamaların tümünün gizli servis bilgilerine dayandığını söyledi.
Gizli servislerin belgelerinin hiç bir demokratik kontrole tabi olmadığını hatırlatan Gössner, AİHM’de görülen bir kaç davada el konulan bazı paraların geri ödenmesi, kendini savunma hakkının inkar edilidiği, El Aksa Tugayları ve Halkın Mücahitleri örgütüne ilişkin davaları da örnek gösterdi.
Gössner, son olarak, “Masumiyet Karinesi ilkesine bağlı kalınmadığı ortaya çıkmıştır. Almanya’da Kürtlere yönelik yasağın kaldırılması ve tüm suçlara af sağlanması isteyen birçok insan hakları örgütü bulunmaktadır” derken, Almanya’nın PKK yasağını kaldırarak, yeni bir başlangıç yapmasını istedi.
EDER: HAKİMLERİN BDP’NİN NE OLDUĞUNU BİLMEDİĞİ MAHKEME VAR
Oturumun moderatörlüğünü yapan Britta Eder ise, Almanya’da daha önce yaşanan ve çok önemli bir mahkemenin Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) hakkında bilgisi olmadığının anlaşıldığı bir anekdot paylaştı. Eder, “öyle bir şeyki, küçük ya da alt bir mahkeme değil ve 129B’den suçlanan birisinin mahkemesinden bahsediyoruz. Ve hakimler, ne Kürt sorunu konusunda, ne de BDP gibi önemli bir parti konusunda tek bir bilgiye bile sahip değillerdi” diyerek, Kürtlere yönelik hukukun sadece tek yanlı ‘terör’ ve ‘terörist’ yaklaşımıyla sınırlı kalmasını eleştirdi.