Yıldırım: Türkiye'de gıda alınamaz hale gelecek

HDK Emek Meclisi'nden Ebru Yıldırım, Türkiye'deki ekonomik çöküşün, temel gıdaya ulaşmayı bile imkânsız kılacağı uyarısında bulundu.

Savaş politikaların bu çöküşteki rolüne dikkat çeken Yıldırım, "Türk kimliği de nicel ve nitel kayıplarla yaşamakta, büyük oranda farkında değil. Örgütlenmesi, onuruna ve emeğinin karşılığına sahip çıkması için barışı dayatması şart" dedi.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Emek Meclisi Üyesi Ebru Yıldırım, ekonomik çöküş üzerine sorularımızı yanıtladı.

Yıldırım, temel gıdaların karşılanmasının bile imkânsız hale geleceğini belirtirken, "Büyük çoğunluk ısınamayacak" vurgusunda bulundu. Yıldırım, "ABD Türkiye elçisi, Türkiye’nin ABD ilaç firmalarına olan borçlarını ödeyemediğini ifade etti. Sıradan bir açıklama olarak bakmamak gerek buna. Gidişatın ne kadar vahim olduğunun ipuçlarından biri kanımca. Moratoryum bile ilan edilebilir. Ülkeye kayyum atanabilir yani" dedi. Sosyalistlerin ezberlerini bozması, halkın da barışı dayatması ve emeğine sahip çıkması gerektiğini söyleyen Yıldırım, "Sömürge politikaları ise Kürt işçileri hedef yapıyor" diye belirtti.

'TEMEL GIDA BİLE KARŞILANAMAYACAK'

Türk lirasının ciddi değer kaybı yaşadığı günlerdeyiz. Bunun halka, alım gücüne doğrudan yansımaları ne olacak?

Ülke çalışan nüfusunun yüzde 47’si asgari ücret alıyor, yani 2324 lira. Bu rakam kadın-erkek, genç-yetişkin nüfus dağılımı gibi ayrıntıları da içeren verilerle yayımlandı. Öte yandan liranın değer kaybı devam ediyor. Bu alım gücünün azalması anlamına geliyor. Yani normal şartlarda basit bir matematik hesabı olabilecek bir denklemle karşı karşıya olmamız gerekirken, gerçekliğin çarpıtıldığı, insan aklıyla alay eden söylemlerle muhatap oluyoruz. Tarımsal üretimin yok edildiği, sanayi üretimine hiçbir yatırımın yapılmadığı Türkiye, ithalata bağımlı yapısıyla dolar ve euro karşısında parası eridikçe tüm bu ithal ürünler günbegün pahalanıyor. Ancak çalışan nüfusun aldığı para aynı, üstelik değindiğim gibi yarısı emek gücünün karşılığını asgari düzeyde alıyor.

Benzinin fiyatı arttığı anda zaten ulaşım zammı ile birlikte iğneden ipliğe her şeye bu zam yansımak zorunda. En temel gıda harcamalarını bile karşılamak imkansızlaşacak, görünen o. Önümüz kış. Isınma gideri eklenecek bunun üstüne. Pandemi nedeniyle Ekim ayından itibaren kapanacak pek çok yeni iş yeri ile karşılaşacağımız da aşikar, işten çıkarmaların yaşanacağı anlamına geliyor elbet bu.

'BAKUR'DA DURUM DAHA KÖTÜ'

Kaldı ki şunu eklemek isterim, 2324 lira asgari ücret çalışma hayatının hukuksuzluğu, hükümetin sermaye lehine açıktan geliştirdiği politikalar nedeniyle bir gösteriden ibaret kalıyor kimi işletmelerde. Bakur’da bu paranın çok daha altında çalıştırılan işçiler olduğunu biliyoruz. Maden ocaklarında veya tekstil atölyelerinde bankalara yatırılan ücretlerin bir kısmının işverene elden iade edildiği bir sır değil. Öte yandan ülke kaynaklarının rant olarak dağıtıldığı bir yerde, üretimdeki bölüşümün suni denge süreçlerinin çok gerisine düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Kapitalizmin ilkel dönemi diyebileceğimiz şartlarda çalışan bir Türkiye nüfusu ile karşı karşıyayız yani. Dolayısıyla büyük çoğunluk ısınamayacak, pandemi günlerinde sağlık ve uzaktan eğitim hizmetine ulaşamayacak, yeterli beslenemeyecek.

Ekonomi neden bu durumda?

Ekonomideki gidişat bir tercihin sonucu aslında. Yıllardır artı değer üretmeyen, ileriki yıllarda gelir getirmeyecek betona yatırım yapıldı. İnsana, teknolojiye, argeye, tarımsal üretime yatırım yapılmadı. İktidar inşaat meselesini de o kadar daralttı ki karşımızda öne çıkan beş-altı firmayı görüyoruz. Bu firmalar üzerinden yürütülen politikaların da aslında çok dar bir ilişkiler ağına para aktardığı aşikar. Yani ülke ekonomisi bilerek ve tercih sonucu bu noktaya geldi. Çoğunluğu gözeten bir burjuva ekonomik model bile uygulanmadı. Dar bir çevre ilişkisine aktarılan ülke kaynakları üzerinden, belli bir grup, parayı elinde topladı.

Bunca yoksul bırakılmış bir halk toplamının tepki verme olasılığını hiçbir akıl göz ardı edemez. Burada da devreye yıllardır inşa edilmiş zor aygıtları giriyor. Bu zor aygıtlarının kimi resmi olmakla birlikte yanına eklenen gayri resmi şiddet uygulayıcı isimleri de zaman zaman dile getirdiklerini görmek gerek. Sadat ismi bunlardan biri. Keza Suriye’deki savaşta da ismi anılan farklı çeteler söz konusu. Binlerce bekçi alımı var mesela.

İçeride bu hazırlıklar yapılırken dışarıya dönük savaş politikaları birden fazla amaca sahip tabii. Savaş bahanesiyle değindiğim rant ekonomisine karşı muhalefeti bastırmak, demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandırmak bunlardan biri. Bu ekonomik tablo ile iktidar, gireceği olası seçimlerde ülke dışından bir başarı devşirme, kahramanlık hikâyesi yaratma derdinde. Buna ihtiyacı var. Hepsinin yanı sıra yayılmacı hevesleri unutmamak gerek. Ortadoğu denkleminde Akdeniz petrol yolunu, dolayısıyla jeopolitik önemini kaybetmek istemiyor.

Ancak savaş da parayla yürütülebilir bir siyaset aracı. Bugünkü Türkiye’nin bunu gerçekleştirme potansiyeli içinde bulunduğu ekonomik durumla mümkün görünmüyor. İşsizlik sigortası fonundan Merkez Bankası’nın kara gün akçesine değin her şeyi tüketmiş bir iktidarın bölgesel savaşları sürdürmesi ve kazanma olasılığı zayıf. Zaten bu savaşları vekalet savaşları gibi de yürütüyor. Libya’da mesela, keza Suriye’de farklı da olsa bir vekillik söz konusu. Bu şu anlama da geliyor, vekaleti veren istediği anda geri alabilir.

'ÜLKEYE KAYYUM BİLE ATANABİLİR!'

Ali Babacan, "bunlar daha iyi günler" dedi. Siz nasıl riskler görüyorsunuz önümüzdeki dönemler için?

Ali Babacan’ın bunu söylemesinin üzerinden geçen sürede bile Türk lirası dolar ve euro karşısında değer kaybetti. Bu durum cari açığın ve dış borçların artması anlamına gelmekte. İthal ikameci ekonomik modele sahip bir ülke için vahim bir tablo. Yedi düvelin karşısında dik durduğu iddiasında bulunan bir iktidar tamamen dışa bağımlı bugün aslında. İthal edemez durumda yani. Her geçen saat fakirleşen bir ülke ve halk söz konusu. Daha önce de ifade ettiğim gibi önümüz kış, pandemi salgını da yönetilemedi. Hepsini yan yana koyup fotoğrafa baktığımızda işsizliğin, yoksulluğun, açlık ve sefaletin artacağı aşikar. Bunların şimdiye kadar görülmemiş oranda olma potansiyeli çok yüksek. Daha bugün ABD Türkiye elçisi, Türkiye’nin ABD ilaç firmalarına olan borçlarını ödeyemediğini ifade etti. Sıradan bir açıklama olarak bakmamak gerek buna. Gidişatın ne kadar vahim olduğunun ipuçlarından biri kanımca. Moratoryum bile ilan edilebilir. Ülkeye kayyum atanabilir yani.

Emek cephesinin pozisyonu açısından ne düşünüyorsunuz? Bunca kötü tabloya müdahale edilmediğinde, örgütsüzlük sorunu mu akla gelmeli?

12 Eylül askeri darbesi ile tarumar edilmek istenen zaten buydu: örgütlü emek gücünü yok etmek. Bunda kısmen başarılı olunduğunu kabul etmek gerek. Kısmen deme nedenim '90’lı yılların başından itibaren gelişen örgütlü işçi eylemleri. Bu örgütlü kalkışmaya KESK’i de dahil ederek konuşuyorum. Gerek '89 bahar eylemleri, gerekse de kamu emekçilerinin fiili meşru mücadele hattı üzerinden geliştirdikleri örgütlü yönelim askerî darbenin topyekûn yok etmeye çalıştığı sınıf mücadelesine yeni bir yol açtı. 2000’li yılların ilk yarısına kadar farklı düzeylerde sürdü bu. Neoliberal saldırı dalgasıyla birlikte emek örgütlerinin öngörüsüzlüğü, yetersizliği ve ülkenin politik dengeleriyle de bugünkü noktaya gelindiğini ifade etmek gerek. Avrupa solunun ve sendikal mücadelesinin müzakereci anlayışı yürütüldü, rehavete kapılma oldu, kapitalistlerin dünya ölçeğinde yürüttüğü/yürüteceği yeni üretim biçimleri öngörülemedi ve elbet ülkedeki Kürt sorununun güncel politik gidişatı emek cephesinin gelinen aşamasında belirleyenler oldu, denilebilir.

Anayasa referandumu ile hızlanan neoliberal iktidar temsiliyeti ‘80 darbesinin yarım bıraktığı işi tamamlama görevini eli güçlenmiş biçimde devraldı. Elbet bu değindiklerim dışsal nedenler. Bir de sendikal yapıların içsel, daha doğru deyimle yapısal sorunları da var. Her şeyden önce demokratik yapılar geliştirilemedi. Nispi temsil sorunundan tutun da yeni üretim ve bölüşüm rejimini tahlil etme ve buna uygun müdahaleler yaratamamaya değin bir dizi içsel sorun hâlâ sendikal yapılar için handikap. İşçi sınıfının yapay bölüklere ayrılmış olması, ortak mücadele yapıları inşa etmedeki isteksizlik, sendikacılığın bir meslek ve vekilliğe atlama aracı olarak algılanır hale gelmesi, AKP iktidarının kendine tabi sendikalar aracılığıyla işçi sınıfı bilincinde ve örgütlülüğünde yarattığı çürüme, yükselen kadın mücadelesinin emek örgütlerince hak ettiği oranda görülmüyor ve kadınların dışarıda tutuluyor oluşu, sendikaların genç emekçiler için okul işlevini unutmuş olması gibi pek çok şey sayabiliriz.

'İŞÇİ SINIFI İLE KURULAN BAĞ ZAYIF'

Bu sorunların aşılması için ne lazım?

Örgütsüzlük sorunu için hazır bir reçete sunmak mümkün değil kanımca. Bu sorun kolektif akılla ve sürekli bir praksis içinde gelişebilir kanaatindeyim. Sınıfın krizi bölgesel de değil, unutmamak gerek. Verili sendikal yapılarla ve konformizme teslim olmuş anlayışlarla sürdürülemeyeceği kesin. Arayışlara da şahit oluyoruz keza. Bağımsız sendikal yapılar ortaya çıkıyor, dernekleşen işçiler var. Türkiye ölçeğinde mülteci işçiler var mesela. Bu işçilerin artık Türkiye’nin sınıf bileşeni olduğunu hiç konuşmuyor konfederasyonlar. Sigortasız yüz binler, çalışma yaşamına dair hukuksal işleyişe müdahale etmeme, haftalık çalışma süresinin sınırsızlığı… Basit taleplerin bile ısrarcısı olunamamış.

Bunun yanında sosyalist siyasetlerin de yıllardır unuttuğu bir alan emek alanı. Belki fazla kötümser baktığım, haksızlık ettiğim söylenecektir ancak sosyalist siyasetlerin işçi sınıfı ile kurduğu bağın ölçeğini ve niteliğini düşünürsek hak vereceğinizi düşünüyorum. Keza kadın hareketinin de gündeminde daha çok beden politikalarını görmek mümkün. Oysa bedene yönelik şiddetin ev içi ücretsiz kadın emeğinin yarattığı yeniden üretim süreci ile bağı görünür kılınmalı. İktidarın kadın karşıtı politikalarına yaşam biçimi üzerinden yanıt üretilmeye çalışılıyor. Genç işsizler içinde kadınların oranı genç erkeklerden daha fazla. Öte yandan lise düzeyinde okuldan ayrılma oranı yine kadın öğrenciler aleyhine gelişkin. Bütün bu örnekler iktidarın politik hattının stratejik ve bütünlüklü olduğunun göstergesi. Bütünlüklü yanıt üretmek gerek dolayısıyla ve esas, merkezi noktadan hareket etmek gerek ve en önemlisi emek hareketinin tüm bileşenleri cüretkar olmak zorunda.

'SÖMÜRGE POLİTİKALARI KÜRT İŞÇİLERİ HEDEF YAPIYOR'

Kürt işçilere dönük ırkçı saldırılar arttı. Bu saldırıları nasıl ele alıyorsunuz?

Kürt işçilere yönelik saldırılar yeni değil. Mevsimlik tarım işçiliği yapan Kürt işçiler her zaman şiddetin hedefinde yer alageldi. Bu durum devletin sömürge politikaları ile bağlantılı. Türkiye, devletin tüm ideolojik aygıtlarını kullanarak sınır hattında yer alan illerin ev sahipleri olan Kürt kimliğini kriminalize etmeyi ekonomi politiği açısından hep tercih etti. Kafkas petrollerine ve Akdeniz’e ulaşan yol hattına bakıldığında Kürt illerinin coğrafi konumunun önemi ortaya çıkacaktır. Bu, fotoğrafın büyük kısmı. Tarihsel ve ekonomik bağlamı var bu şiddetin tabi. Bunun getirdiği devlet politikası milliyetçi, şoven, ırkçı bir Türk kimliği inşa etti okullarıyla, basınıyla, hatta din aracılığıyla. Sakarya ve başkaca adı sayılabilecek iller de zaten devletin özel ilgisine mahzar olmuş yerler. Trabzon için de mesela benzer bir şey söylenebilir. Sakarya ve çevresi için basında yıllardır çıkan tarikatların, silahlı grupların konuşlandırılması meselesini de unutmamak gerek.

Saldırıların derin boyutu bu olsa da öte yandan çözüm sürecinden sonra geliştirilen şiddeti körükleyen, kamplaşmayı her boyutta yaratan politikaların ve söylemlerin iktidar yanlısı olmanın koruyucu bir kalkan olduğu algısını yarattığını da hesaba katmak gerek.

Şimdi bu ülkenin bir anayasası yok. Türkiye muhalefeti bu noktayı gerek referandumda alınan farklı tavırların sonucu ile gerekse de referandum sonrası programatik bir yönelim ve ortak ısrar içine girmeyerek kaçırdı. Gelinen noktada ise herhangi bir hukuk aklından ve uygulamasından söz etmek mümkün değil. Keyfiyetin hakim olduğu her alanda dezavantajlı tüm gruplar risk altında. Anayasa talebi gündeme getirilmeli. Bununla birlikte ülkenin her alanda örgütlenmesinin önüne geçtiğinden kuşku duyulmayacak 40 yılı aşkındır ısrarla yürütülen savaş politikalarına son verilmesi gerekiyor. Örgütlü Kürt temsiliyeti ile temas kurmak, eşit yurttaşlık tanımına uygun anayasal süreç başlatmak ilk etapta yapılması gerekenler kanımca.

'SOSYALİSTLER EZBERLERİNİ BOZMALI'

Ekonomiye dönerek bitirelim: Bu tablodan kurtulmak mümkün mü?

Tablo vahim. Ülke, 1915’ten beri yapılagelenlerin bedelini ödemekte. Sadece Ermeni, Kürt kimlikleri açısından değil, üzerine inşa edilen ekonomi politiğin sonuçlarını Türk kimliği de nicel ve nitel kayıplarla yaşamakta, büyük oranda farkında değil. O yüzden Türk halkının örgütlenmesi, onuruna ve emeğinin karşılığına sahip çıkması için barışı dayatması şart. Bu örgütlenmeyi sağlayacak olan sosyalist siyasetlerin de ezberlerini bozarak, yıllardır yürüttükleri benzer ve eskimiş bakış açılarından kurtulması gerekiyor.