Galaksinin dışına atılanlar…

Yönetmenler bazen uzayda, bazen bir ülkede, bazense tek bir odanın içinde kurdukları distopik atmosferlerde karakterlerin çıkış yolunu farklı farklı çiziyor. Ortaya ise galaksinin istemediği insanlar çıkıyor…

İstanbul Film Festivali 38’inci kez sinemaseverlerle buluştu. 5 Nisan’da açılan festival her ne kadar YSK’nın oy sayımları gündeminde başlamış olsa da izleyicisi açısından yoğun bir katılım var. Festival bu kez ana sponsoru olmadan yola koyuldu bunda da Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz etken bir rol oynuyor. Festivale kültür bakanlığı desteğinin yüzde 8 gibi küçük bir katkı olduğu düşünülürse, önümüzdeki süreçte birçok festival ve kültür sanat faaliyetinin benzer bir durumla karşılaşacağını öngörmek olası.

İstanbul Film Festivali 186 filmlik seçkisiyle Berlin’den Sundance’e dünyadaki birçok önemli festivalden filmlerle izleyiciye geniş bir yelpaze sunuyor. Bu yıl festivalde ayrıca sinemanın usta isimlerinden Stanley Kubrick’in içinde göstermekten hiç hazzetmediği ilk filmi de dâhil geniş bir retrospektifi de bulunuyor.

FARKLI BİR BİLİM KURGU

Festivalde bu yıl en dikkati çeken ve eleştirmenler tarafından önerilen film, Fransız yönetmen Claire Denis’in High Life’ı oldu. “High Life”, bir grup suçlunun uzay çalışmalarında kullanılmak üzere bilimsel eğitimden geçirilip ıslah edilmesi ve bu vesileyle uzaya gönderilmesini konu alıyor. Kariyerine Hollywood’un gözdesi Alacakaranlık filmleriyle başlayıp daha sonra Amerikan ve Avrupa bağımsız filmlerinde roller alarak farklı bir çizgide ilerleyen Robert Pattison ise filmin başrolünde. Bağımsız sinemanın son dönemdeki keşfi olan Pattison, Safdie Kardeşlerin son filmi Good Time’dan sonra yine başarılı bir oyunculukla karşımızda.

Film her ne kadar uzayda geçse de bilindik bilim kurgu kalıplarının dışında bir çerçeve çiziyor kendine. High Life’da ilk olarak Pattison’ın canlandırdığı Monte karakterinin uzay gemisinde küçük bir bebekle yaşamaya çalıştığını izliyoruz. Sonrasında filmi tamamen Monte’nin anlatımıyla anlamaya başlıyoruz ya da kafamız biraz daha karışıyor.

UZAYA GÖNDERİLEN SUÇLULAR

Filmin dünyaya sadece Monte’nin geçmişi ve bir bilim insanın “Hükümet, suçluları bir daha dönmemek üzere uzaya gönderdi” cümlesini kurduğu sahnelerle oluyor. Claire Denis, filme bir profesörün trende yaptığı “hükümet programı”nı açıklayan bu cümle dışında başka bir şey koymuyor. Bu insanları kimin gönderdiğini, tam olarak ne yapmaya çalıştıklarını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey o insanların bir daha dönemeyecekleri ve galaksinin dışına atıldıkları…

Denis, filmde birçok toplumsal kodu o uzay gemisinin içine hapsediyor. İdamdan kurtulmak için bu görevi kabul eden insanların özgürlükle başka bir galaksi arasına sıkışması, toplumsal cinsiyet çatışması ve hatta ırk meselesini de dâhil ediyor bunlara. Denis uzayda muazzam bir zıtlık yakalıyor. İnsanlığın “ilerlemesi” için yapılan uzay çalışmalarını bir cezalandırma yöntemi olarak kodlarken, uzaya gönderilenlerin o koca evren içinde hapis kalmasını aynı potaya koyarak. Yönetmen, ölümü seçmemek için nefes alabildikleri bir tabuta giren insanları anlatıyor adeta. Tüm bu zıtlıklar ise kapana kısılmış o insanların özgürlük için yapacaklarını ortaya koyuyor…

MUCİZE SADECE İSTENİR…

“High Life” kadar iddialı olmasa da Brezilyalı yönetmen Gabriel Mascaro “İlahi Aşkı” da distopik bir Brezilya yaratıyor. Evanjelik Kilisenin toplumsal ve siyasal hayata yoğun bir şekilde sirayet ettiği bir Brezilya izliyoruz. 40’lı yaşlarında Joana ilahı aşka olan inancından dolayı çalıştığı devlet kurumuna boşanmak için başvuran çiftleri barıştırıyor. Fakat bu barıştırma işlemini gizlice yapıyor. Her ne kadar kilise toplumsal alanda etkili olsa da ilahi aşkın tercihe bırakıldığı boşluklar ve kurallar var. Genç yönetmen toplumsal alan ve din bağını kurarken katı bir dünya yaratmıyor. Tıpkı High Life’taki gibi devlet iradesini ya da bu atmosferi yaratanların tüm kurallarına vakıf değiliz. Sadece bu sistem içindeki insanların kendi sorunlarını izliyoruz. Joana bir yandan başkalarının hayatını düzeltmeye çalışırken diğer yandan kendi evliliğini kurtarmak için çocuk sahibi olmaya çalışıyor. Dualar ediyor, eşiyle doktora gidiyor ama istediğine kavuşamıyor.

Kavuştuğu noktada ise artık hayattaki en büyük isteği onun için korkunç bir şeye dönüşüyor. İlahi aşkın mucizesi, dinin bu kadar aktif bir rol oynadığı ülkede bile yadırganıyor. Mascaro, 2027’nin distopyasını yaratırken X- ray cihazından geçerken kadınların hamile olup olmadığının markette bile ortaya çıktığı; doktorun ‘gerisini Tanrı bilir’ dediği, soyun devamına bel bağlamış bir ülke çiziyor. Ama bu ülkede de oksimoron bir şekilde mucizelere yer yok…

ÖZGÜR İRADE VE TAHAKKÜM

Festival Ulusal yaraşmasında yer alan Hüseyin Karabey’in Melih Cevdet Anday’ın aynı adlı tiyatro oyunundan sinemaya uyarladığı “İçerdekiler” de “High Life” ya da “İlahi Aşk” gibi bir sıkışmışlık anlatıyor. Farklı türler ve ülkelerde, başka hikâyeler üzerinden yönetmenler bir noktada birleşebiliyor: “özgür irade” ve “tahakküm”…

Anday’ın 1965’te yazdığı oyun Türkiye’de gerçekliğini yitirmeyen hikâyelerden biri. Yazmadığını söylediği bir bildiri yüzünden 185 gündür gözaltına tutulan bir öğretmenin karakolda yaşadıkları. Aslında öğretmen (Caner Cindoruk) filmin de oyunun da odağında değil tam anlamıyla. Filmin odağındaki şey, “gücün” bir başka irade üzerinde kurduğu tahakküm. Komiser, 6 aydır gözaltında olan öğretmeni eşiyle buluşturacağını söylüyor. İki saatlik filmin (Tiyatroda da iki perde) ilk yarısında komiser ve öğretmen arasındaki güç ve irade savaşını izliyoruz. Komiser, öğretmene bir ödül verir kendince fakat bunun karşılığında o bildiriyi imzaladığını söylemesi gerekir ki gözaltı süreci bitsin. Komisere göre öğretmen inat etmektedir. Öğretmen ise yapmadığı bir şeyi kabul etmemekte direnir. İkili arasında uzun bir güç- ezilen dengesi kurulur. Komiser odadan çıktığında öğretmenin eşi gelecektir ama beklenmedik bir şekilde eşi değil, eşinin kız kardeşi gelir. Bu defa güç dengesi değişir. Öğretmen karısını arzulamakta ve kadını istediğini almaya ikna etmeye çalışmaktadır.

Hüseyin Karabey, filmde tiyatro uyarlamasının çok dışına çıkmadan hareket ediyor. Tek mekânda geçen film, toplamda üç ana karakter üzerinden dönüyor. Diyaloglar, nükteler, karakterlerin değişimi ve ruh hali de yine sinemanın değil de daha çok tiyatronun olanaklarına uygunluk içinde hareket ediyor. Karabey onlar kadar başarılı bir anlatım sunamasa da Denis’in uzayda, Mascaro’nun bir ülkede kurduğu o gerilimli distopik durumu, güncele de bağlayıp tek mekânda seyirciye hissettiriyor…