GÖRÜNTÜLÜ

‘Kadınların komünal birlikleri olmalı’

PAJK Koordinasyonu Üyesi Ayten Dersim ile KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, kadınların, birbirinden güç aldıkları komün birlikleri kurarak hem yaşamı inşa etmelerinin ve hem de kendilerini savunmalarının önemini vurguladı.

PAJK Koordinasyonu Üyesi Ayten Dersim fedai kadın öncüler şahsında Haziran Ayı Şehitlerini anlatırken, şehitler şahsında kendilerini sürekli kadın kurtuluş ideolojisi bağlamında yurtseverlik, özgürlük, etik ve estetik boyutlarıyla sorguladıklarını ve kendi öz dinamiklerine dayanarak var olma mücadelesi yürüttüklerini söyledi.

KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, komünal yaşamı değerlendirirken, “Önemli olan, bizim bir toplum olarak kendimizi yöneten pozisyonda olmamızdır. Devlet olacağım da ben bu devlet olarak toplumu yöneteceğim değil. Kürt halkı kendi kendisini yönetecek. Kürt halkı, Süryani halkıyla, Türkmen halkıyla birlikte kendi kendini yönetecek. Kadınlar, kendi özgün ve özel iradeleriyle kendilerini yönetecek. Ve tabii ki toplumdaki erkekler de birlikte yaşayarak, mücadele ederek varlıklarını ortaya koyacaklar. Bu bir komün yaşamıdır. Bu kadar sade bir yaşamdan söz ediyoruz. Bize uzak değil bu” dedi.  

PAJK Koordinasyonu Üyesi Ayten Dersim ile KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, Haziran Ayı Şehitleri ve sosyalizm mücadelesi ile ilgili Medya Haber Tv’ye şu değerlendirmelerde bulundu:  

AYTEN DERSIM: Heval Zîlan şahsında, Sema, Gulan, Helmet, Raperîn, Bêrîvan yoldaşları ve daha sayamadığımız birçok özgürlük şehidini saygı ve minnetle anıyorum. Bir kez daha onların yürütmüş oldukları özgürlük mücadelesinin, bizlere emanet ettikleri özgür yaşamın, bugünün vesilesiyle yoldaşları olarak sürdürücüleri olacağımızın sözünü yeniliyorum.

Tabii biz Özgür Kadın Hareketi olarak aynı zamanda bir şehitler hareketiyiz. İlk özgürlük mücadelesine adım attığımızdan bugüne kadar hem Kürt halkı olarak hem de kadınlar olarak bu yolun yolcuları; çetin bir mücadelenin içinde olduğumuzun bilincindeydik. Böylesi bir yolun yolcuları olarak mücadeleyle kazanacağımızın ve bedel ödeyeceğimizin de bilincindeydik.

Tabii Önderliğimizin şehitlere atfettiği anlamı hep esas aldık. Yani her bir şehidin harekete, halka, kadınlara bıraktıkları neydi? Onlar ideoloji ve felsefeleri ile; özgür bir ülke, özgür bir toplum ve özgür bir kadının toplumsal olarak yaşaması için mücadele etti. Bu anlamda şehitleri anarken hep onların amaçlarını, yarım bıraktıklarını ve bize emanet ettiklerini daha nasıl onurlu, nasıl başarılı, nasıl kazanmamız gerektiğini bilerek yürümeye çalıştık. Bu anlamda mücadelemizin gelmiş olduğu düzey şehitlerimize bağlıdır. Onların yoldaşları olarak da bu mücadelenin devamcıları olmaya çalıştık. O yüzden Heval Zîlan’ın şehadeti, eyleme gidişi; bir toplum olmanın, varlık olmanın ne anlama geldiğini ve varlık uğruna nasıl mücadele edilmesi gerektiğini, bir de kadın olarak özgürleşmemiz gerektiğini gösterir. O yüzden amaca kilitlenmeydi; yani amaca doğru bir yürüyüştü, amaca doğru bir kilitlenmeydi. Amaca doğru ne pahasına olursa olsun yapılması gereken bir yürüyüştü.

ZÎLAN’IN TANRIÇA DURUŞUNU GERÇEKLEŞTİRMELİYİZ

Zîlan’ın fedai eylemi, fiziki anlamda kendini feda etmesi, elbette ki onun bir eylem biçimidir. Ama sadece o değil; çünkü o bir özgürlük felsefesi uğruna mücadele yürüttü ve o dönemin koşulları hem siyasi olarak hem yaşadığımız süreç itibarıyla Önderliğimize yapılan uluslararası komplo ve dünyada, bölgemizde Kürt’ün inkârı, hâlâ “Kürt var mı, yok mu?” ve o Kürt’ün varlığı içinde kadın olmanın zorlukları… Bunların hepsi Heval Zîlan’da bir düşünceye, bir yaşama, bir hedefe dönüşmüştü. Yani bu düşünce, bu ideoloji, bu felsefe bir yerde eyleme giderken de oradaki duruşuyla, o duruşla da hedefe yürüyerek; kesinlikle başarmayı hedef alarak yürüdü. Biz Haziran ayı vesilesiyle o günün anlamını kadın hareketi olarak hep ele aldık.

“Nasıl Zîlanlaşırız?” Çünkü Zîlan, Önderliğimizin tanımıyla bir tanrıçaydı. Tanrıça nedir? Hep üretendir, hep yenilenendir, hep doğurandır, büyüyen ve büyütendir. Sabit, statik değildir yani. Hep özgürlüğün farkına vararak, hep özgürlüğe doğru kendini yapılandırmak. Kendini yapılandırdıkça toplumu, kadını yapılandırmak. Hep biz böyle ele aldık.

O yüzden de onun yoldaşları olarak biz hep şunu söylüyoruz. Tüm Kürdistanlı kadınlar, dünya kadınları da onu tanımalı. Ve onun tanrıça duruşunu, onun tanrıça mücadelesini, onun tanrıça özlemini gerçekleştirmeliyiz. Yaşamsallaştırmak, gerçekleştirmek onu ifade ediyor. O yüzden biz de hareket olarak tanrıçalaşma uğruna mücadele ediyoruz.

Tarihten biliyoruz; tanrıçaların mücadele azimleri çok çetindi. Çok zorlukları vardı. Onlar günümüzde de farklılaşarak devam ediyor. Dünyada egemenlikli sistem ortadan kalkmamış, eşit bir toplumsallık oluşmamış. Tabii bununla bağlantılı olarak özgürlüğü sosyalizmden, komünal yaşamdan kopuk ele alamazsınız. Yani derin bir felsefi bilinci olan bir duruşun sahibidir Heval Zîlan.

HEVAL SEMA YAŞAMI BÜTÜNLÜKLÜ OLARAK ÇÖZÜMLEDİ

Heval Sema da, Heval Zîlan’ın eylemi sonrası bir kadın olmanın bilincine çok derinden ermiştir.

Onun yaşadığı alan da cezaevi alanıydı. Cezaevi alanını genelde halkımız bilir, kadınlar bilir. Hele bir de Türkiye cezaevi ise, erkek egemenlikli sistemin en derin, en şiddetli, en kaba, en inceltilmiş şekilde yaşandığı alan cezaevi zindanıdır. Çünkü hedefi devrimci kadınları da, erkekleri de orada sindirmek, teslim almak, boyun eğdirmek; yani hiçleştirmektir.

Heval Sema bunun bilincindeydi. Çünkü Heval Zîlan’ın gerilla yaşamı bir yıllıktı. Ona rağmen tanrıça kültürünü yaşamsallaştırdı, nasıl tanrıçalaşması gerektiğini gösterdi. Heval Sema’nın mücadelesi ise daha eskidir. Bir gerilla tecrübesi var, bir de Önderliğin eğitimini almış, kendini donatmış. Bunlar daha köklü bir bilinç yaratıyor. Heval Zîlan’ınki de öyledir. Burada kıyaslama anlamında değil ama ideolojik tanımı çok derin bir kişilikti Heval Sema. Cezaevinde düşmanın ciddi bir yönelimi vardı. Teslim almaya dönük her türlü özel savaş, teknik, psikolojik savaş yürütülen bir zemin. Hem de orada erkek egemen zihniyetin yaklaşımı vardı. Yani kadını irade olarak görmeyen, kadını dikkate almayan, ne bir insan olarak ne de bir kadın olarak muhatap alan ve onu esas almayan bir sistem. Ve iki düşüncenin ya da iki insanın düşüncesinin ortaklaşmasıyla bir şeye karar verilmesi…

Yaşamı bütünlüklü olarak Heval Sema çözümledi. Yani bir şeyi ortaya koyuyor, kendi kişiliğinden hareketle. Hep şöyle deriz ya; beş bin yıllık egemenlik sistemi kendince neyi oluşturdu? Köle kadını, teslim alınmış kadını, artık kendisine ait olmayan kadını. Beş bin yıllık bir tarihsel gelişim içinde bunu hep yapmaya çalıştı. Heval Sema bunu kendi şahsında çözümlüyor. Yani özgür kadın nasıl olunur? Özgür kadın nerede başlamalı? Mücadelesi nasıl olmalı? O yüzden de kadın kişiliğini, yani köle kişiliğini en üst zirvede çözüme kavuşturan… Yani beşerî kişilik, beşerî çözümlemeyle gerçekten kendisini aşarak, o köle kadının tüm ruhsal dünyasını oluşturan düşünce formlarını, tüm ilişki ağlarını… Çünkü kadını kadınlıktan çıkartan bunlardır.

Binlerce cinsiyetçi form var. Bunları bir bütün olarak çözümlüyor. Çözümledikçe nasıl özgürleşmesi gerektiğini, yaşamanın ne olması gerektiğini, ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini görüyor. O yüzden mesela içeride egemenlikli sistem neye yöneliyor? Önderliğimize yöneliyor. Heval Sema bunu da çözümlüyor. Yani önderliktir; önderlik felsefesi ve ideolojisi tüm kadına sirayet etmiştir ve kadın bu ideoloji ve felsefeyle kendisini yapılandırmıştır. Bunun uğruna dağlarda, zindanlarda, ovalarda, şehirlerde müthiş bir mücadele veriyor. Ve buna bir saldırı var. O zaman bu saldırıya da ideolojik, felsefik ve yaşamsal olarak olarak cevap verilmesi lazım. Yani bunlar soyut değildirler.

Ve şu tespiti yapıyor: Diyor ki; “iki güneş yoktur, bir güneş vardır. O bir güneş tüm insanlığı sarandır. İki güneş onun taklidi olur, özü olmaz.”

İşte o ikinci güneş, kendisini yapılandırmak isteyen erkek egemenlik dizgisine bir saldırıdır. Yani Önderlik gerçekliğine bir saldırıdır. O zaman da diyor ki; “ben kendimi öyle bir yapılandıracağım ki…” Yani hem kadınlar olarak kendimizi sorgulamalıyız hem de erkeğin yönelimi karşısında nasıl bir kadın olarak duruş sahibi olmamız gerekir noktasında mücadele tarzını belirliyor. Orada gerçekleştirdiği eylemle 8 Mart’tan Newroz’a böyle bir bağ kuruyor, böyle bir çizgi belirliyor. Mektubunda da zaten kendini “8 Mart’tan 21 Mart’a uzanan bir köprü” yapmak istediğini ifade ediyor. O köprüyü inşa etti.

Bu tüm kadınlar için geçerlidir. Evet, Heval Sema bir Kürdistanlı, Kürt, Ortadoğulu. Ama biz bunu aştık. Yani kendi kimliğimizin bilincine vararak, o “varlık” dediğimiz şeyin kadın olarak da, evrenselleşmeye doğru ilerlediğini gördük. Heval Sema gerçekten bunu o dört duvar arasında, o zindan karanlığının içinde müthiş bir ışık olarak başardı. Onun eylemini duymayan, mücadelesini duymayan, direnişini duymayan kalmadı. Ve bunu duyanlar da onu tanımaya başladılar. Sorgulama başladı: Yani nasıl bir kadındı? Nereden gelmişti ki böyle bir eylem yapabiliyordu ve duyuluyordu? Ve onun eylemine doğru bir yürüyüş, onu tanımaya doğru bir yönelim başladı. O anlamda Heval Sema hepimiz için kadın kurtuluş ideolojisinin nasıl yaşamsallaştırılması gerektiğini, nasıl toplumsallaştırılması gerektiğini gösteren bir öncü oldu. Gerçekten öncü oldu.

Bu şehitlerimizin şahsında sürekli kadın kurtuluş ideolojisi bağlamında birbirimizi sorguluyoruz, kendimizi sorguluyoruz. Onun yurtseverlik boyutu, özgürlük boyutu, etik ve estetik boyutu… Bunlar, kadının özgün ve özerk, kendi öz dinamiklerine, öz gücüne dayanarak kendisini var etmesi mücadelesidir.

Heval Sema şahsında da bunu öğrendik. Evet, bir mücadelenin ürünüdürler ama o ürünü bütünlüklü bir şekilde kendi duruş ve şahsiyetlerinde somutlaştırdılar. Yani artık somutluk kazandı. Bunun teorisi bir somutluk kazandı.

HEVAL GULAN ÖZERK ÖRGÜTLÜLÜĞÜN İLK KOMUTANLARINDANDI

Heval Gulan, ilk kadın hareketi olarak ordulaşmamızda yer alan arkadaşlardan biridir. Kuzey eyaletlerimizin birçoğunda kalan, mücadele eden, gerilla kadın mücadelesini yürüten, komutanlık yapan; komutanlığı taktikte yapan, savaşta koordine eden, kendi gücünü eğiterek gerçekleştiren, dağlarda özgün ve özerk örgütlülükle yürütmenin öncülüğünü yapan ilk komutanlarımızdandır Heval Gulan.

Heval Gulan’ın gerilla pratiğinde daha belirgin kadın komutanlık kişiliği ortaya çıktı. Yani bilinci, kadın gerillacılığı temelinde komutanlıktı. Kadın komutanlığı nasıl olmalı? Bunu kendi kişiliği ve duruşuyla, mücadele tarzıyla çok belirgin yürüttü.

Evet, mesela Önderliğimizin esaretiyle birlikte yüzlerce kadın gerilla, fedailik çizgisinde karar kıldı. Yani fedaileşerek özgürlük mücadelesini yürüteceklerinin kararını verdi. Bunların biri de Heval Gulan’dı. Heval Gulan’ın duruşu ve katılımı gerçekten fedaiceydi. Hiçbir kaygı taşımayan, tereddüt taşımayan, ikircikli olmayan; özgürce ne düşünüyorsa onu söyleyen biriydi. Ama söylerken de politiktir, söylerken de çok örgütseldir. Söylerken de bunu çok ideolojik tanıma kavuşturarak ifade ederdi. Şimdi böyle bir duruş sahibi olan kadın komutanımız Heval Gulan’ı, içteki tasfiyecilik komplovari bir şekilde katletti. Bu kadın hareketine bir darbe vurmak istendi. Çünkü Heval Gulan, kadın hareketi içinde, gerillacılıkta belirgin bir kişilikti gerçekten. Belirgin bir duruş sahibiydi.

İşte böyle öncülere yönelerek, kadın hareketi sarsılsın, kararsız kalsın, inançsızlığa düşsün, teslim olsun istendi. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda mücadele yürütülmesin istendi. Çünkü o dönemde çok keskin bir cins bilinci savaşı vardı. Bu süreç içinde Heval Gulan da çok belirgin bir yerdeydi. O yüzden Heval Gulan’a yöneldiler. Şimdi bütün bunlar bizim için neyi ifade ediyor? Yani bu kadar öncü kadın kadrolarımız, bu kadar militan kadınlarımız bize özgürlüğün nasıl olması gerektiğini ya da nasıl mücadele edilmesi gerektiğini, somut duruşlarıyla ve pratikleriyle ispatladılar.

BÊRÎVAN ZÎLAN VE LEYLA AGIRÎ’DE KADIN BİLİNCİ ÇOK BELİRGİNDİ

Heval Bêrîvan da uzun yıllar, o da ilk ordulaşmada yer alanlardan biridir. Berîvan, Zîlan; mücadele sahamızın birçok yerinde öncülük yapan, gerçekten öncüydü. Tereddütsüz, en riskli yerlerde en öne atılan, en fedaice kendini ortaya koyanlardandı. Yani özgürlük nasıl örülür ya da nasıl yaşamsallaştırılır? Kadın bilinci çok belirgindi Heval Bêrîvan’da da.

Heval Leyla Agirî de öyleydi. Birçok çalışma sahasında kaldı ve her kaldığı çalışma sahasında kadın duruşu, kadın mücadelesi öndeydi. Yani kadın olmanın bilinci ve onun uğruna nasıl savaşılacağına dair yol ve yöntemi…

Heval Leyla da jineoloji çalışmalarında ilk yer alan kadınlardan biriydi. Jineolojik bakış açısı, yaşam anlayışı öndeydi. Bulunduğu sahalarda bunun mücadelesini yürütüyordu, bunun akademik çalışmalarını yürütüyordu. Aynı zamanda erkeği de dönüştürme gerekliliğinin bilincini taşıyor ve bu mücadelesini her yerde sürdürüyor, bu bilinci yayıyordu. Yani ne kadar kadın olmanın bilincini geliştiriyorsa, o kadar da erkeği dönüştürmeye çalışıyordu. Çünkü biz erkeği dönüştürdükçe ortak, özgür bir yaşamı geliştirebiliriz. Heval Leyla da Özgür Kadın Hareketi’nin  öncülerindendi.

TÜM ERKEK YOLDAŞLARIMIZ HEVAL HELMET’İ ÖRNEK ALMALI

Heval Helmet vardı; Güneyli militanlarımızdan, öncülerimizdendi. Gerçekten onun da duruşu ve katılımı, genel harekete ve aynı zamanda öncülük olmanın vasıflarına örnek teşkil ederdi. Önderlik sahasını görmüştü, Önderlik eğitimi almıştı genç yaşta. Ve gerillada bir erkek olmanın ne anlama geldiğinin bilinci vardı Heval Helmet’te. Gerçekten mütevazıydı, sosyalistti; bunu böyle söylemek tam yerindedir. Duruşu ve ilişkileriyle, kadınla olan bağıyla, genel toplumumuzla kurduğu bağla gerçekten demokrattı. Onu, kendisiyle konuşmadan bile hissedebiliyordunuz. Her yerde kendi varlığını, doğal varlığını, yani doğal insan olmanın, devrimci olmanın, sosyalist olmanın varlığını hissettiriyordu. O anlamda onu da bu gün vesilesiyle yoldaş olmanın gerekliliklerini bir sorumluluk olarak ele alarak; tüm erkek yoldaşlarımızın böylesi arkadaşları kendilerine örnek almaları gerektiğini belirtmek isterim.

Şehitlerimiz, Haziran ayında fedai duruşlarıyla bize bu ayı verdiler. Bu ayı anlamlandırmak, bu ayı doğru tanıma kavuşturmak, bu ayı gerçekten nasıl yaşamamız gerektiğini sürekli kendimizi var ederek kavrayabiliriz. Sadece hatırlamak değil; elbette ki bizim şehitler karşısındaki görev ve sorumluluklarımızı da yerine getirmemiz gerekir. Her birimiz onlara ulaşmayı hedeflemeliyiz. Yani, ben bu yoldaşların görevini ve sorumluluklarını nasıl yerine getireceğim; hayallerini nasıl pratiğe dökeceğim?.. Yoldaş olmanın gereği budur. Aynı yolun yolcuları değil miyiz? Özgürlük yolunun yolcularıyız. O zaman birbirimize karşı borcumuz, sorumluluklarımız var.

ÇİĞDEM DOĞU: Ben de başlarken Heval Zîlan, Heval Sema ve Heval Gulan şahsında– tüm Haziran şehitlerimizi saygı ve minnetle, sevgiyle anıyorum. Aynı zamanda Sêx Seîd ve arkadaşlarının idamının yüzüncü yıl dönümüdür de. Şêx Seîd ve arkadaşlarının idam edilişi tarihsel bir sürecin başlangıcını temsil ediyor. Onları da saygı ve minnetle anıyoruz. Tabii ki mücadelemiz aynı zamanda onların bıraktığı yerden bir devam biçiminde ilerledi ve ilerliyor.

Mesela bir Heval Zîlan gerçekliği…Mektuplar yazıyor. O mektuplarda dile getirdiği hususlar var. Ve birkaç kez “anlamlı yaşam” arayışından bahsediyor. Tüm şehitlerimiz açısından da bu geçerli. Heval Gulan’ı mesela bizzat tanıma şansımız da oldu. Heval Leyla, Heval Bêrîvan, Heval Raperîn, Heval Helmet’i de öyle…

İnsan bir programda bütün arkadaşları değerlendiremiyor. Fakat bu mücadele gerçekliği içinde tanıdığımız ve şehit düşen birçok arkadaşımıza dair insan çok derin bir anlam hissediyor. Özellikle de şehadet gerçekliğiyle birlikte… Heval Zîlan’dan bahsediyoruz, Heval Sema’dan bahsediyoruz. Yazdıkları, mektuplarda ifade ettikleri hususlar var. Büyük bir anlam derinliği var yani. Peki, insan niye böyle soruyor? Niye bu kadar büyük bir anlam derinliği? Niye bu kadar büyük bir anlam arayışı? Önder Apo mesela her savunmasına, “Hakikat ve Yöntem” diye başlamıştı. Aslında bu da anlamdır yani. Şimdi en son yazdığı Manifesto’da da başlangıcı “Doğa ve Anlam” başlığıyla yaptı. Bu, Kürdistan gerçekliğinde, Kürt gerçekliğinde ve PKK gerçekliğinde ortaya çıkan şehitlerimizin ve değerlerimizin ifadesidir.

Niye bu kadar büyük bir anlam arayışı var? Niye? Çünkü gerçekten Kürdistan ülkesini, Kürt halk gerçekliğini, Kürt birey gerçekliğini ve bununla birlikte Kürt kadın gerçekliğini o kadar sıfırlayan hatta sıfırın altına indiren ve anlamsızlaştıran bir sömürgeci gerçeklik var.

İNKAR TARİHİ AŞILDI AMA ÖZGÜRLEŞME GÖREVLERİ BİZİ BEKLİYOR

İnsan şöyle de değerlendirebilir: Şêx Seîd büyük bir isyana öncülük etti. Aslında bu neyin isyanıydı? Yeni gelişen, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte ortaya çıkan durumların ve bu durumun karşısında Kürtlerin de bir pozisyon almak istemesine dönük bir isyandı. Zira Kürtlerin de, Ortadoğu’da zaten binlerce yıla dayanan bir yeri var. Ve bunu korumak isteyen, bunu savunan bir yerden isyanı geliştirirken, buna karşı bir imha operasyonu gerçekleşti. Ve biz biliyoruz ki, Şêx Seîd isyanının bastırılması ve idam edilmesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti şahsında bir inkâr tarihi gelişti.

Önderlik bunu son manifestoda “örtük tarih” olarak değerlendiriyor. Üzeri örtülen bir tarih, diyor. Ve Şêx Seîd —yani 1920’li yılların başları diyelim— özellikle de Şêx Seîd ve Seyîd Rıza isyanları ve sonrasında artık inkâr tarihi olarak gelişen yüz yıllık bir tarihsel süreç var. Dolayısıyla burada büyük bir kimliksizleştirme ve anlamsızlaştırma var. Çok derin bir anlamsızlaştırma… O nedenle PKK aslında bu anlamsızlaştırmaya karşı ortaya çıktı. Yani yaşamın, halk kimliğinin, kadın kimliğinin hatta erkek kimliğinin anlamsızlaştırılmasına karşı ortaya çıkan bir isyan hareketidir.

Önderlik sık sık, bu son başlattığı süreçle bağlantılı olarak da ifade ediyor: Diyor ki, “PKK aslında inkâra karşı ortaya çıkan bir isyan hareketidir ve bu inkârı da aşmıştır, aştırmıştır.” Bu anlamda rolünü ve misyonunu tamamlamıştır. Yani burada tabii ki bu inkâr tarihi aşıldı ama aynı zamanda özgürlük mücadelesi ve özgürleşme görevleri de bizi bekliyor. Bu anlamda görevlerimiz tamamlanmamıştır. Ama PKK bu anlamda rolünü oynamıştır.

İşte Heval Zîlan, Sema gerçekliği, Heval Gulan, Haziran şehitlerimiz ve bir bütün mücadele; yani 52 yıllık PKK mücadele tarihi boyunca ortaya çıkan bütün şehadetlerimiz, aslında aynı zamanda inkâra karşı, anlamsızlığa karşı verilen mücadelenin yarattığı değerlerdir. Her biri bir anlamdır. Her biri büyük bir anlam değeri yaratır. Bu nedenle de hem inkârı aşıp hem de özgürleşmenin yolunu oluşturdu, bize yol gösterdi, yani böyle bir değeri ortaya koydu bu arkadaşlarımız. Bu anlamda insan ne kadar düşünse, o kadar kendinde anlam yaratabilir.

Anlam böyle bir şey aslında. Hani “doğa ve anlam” dedi ya Önderlik. Yani anlam nedir? İnsan, ontolojik ve epistemolojik olarak —yani varlıkla ve anlam verme, düşünme, düşündüğünü düşünebilme— bir gerçeklik üzerine düşünerek anlam yaratır. Anlam böyledir. Dikkat edelim: Düşünmeyen insanda anlam var mıdır? Düşünmeyen bir insanda anlam bulabilir misin? Hayır. Düşünen insanda anlam vardır. Zaten insan, düşündüğü için insandır değil mi? Yani insan olma anlamını ne yaratır? Senin düşünebilmen, senin ahlakın, senin toplumsallığın, senin komünalliğin… Farkı bunlar ortaya koyar.

KAPİTALİST SİSTEM İNSAN OLMA ANLAMINA SALDIRIYOR

Dolayısıyla özellikle fedai şehitlerimizin her biri, bu anlamı çok büyük bedellerle, fedakârlıklarla, cesaretle ortaya koyan değerlerimizdir. Anlamı yaratıyorlar. O yüzden bu yoldaşlar ve şehitlerimiz üzerine ne kadar konuşsak, o kadar büyük bir anlam ortaya çıkar.

Kapitalizmin yaratmış olduğu bir anlamsızlaştırma gerçekliği var, yaşamı anlamsızlaştırma gerçekliği… Kadın açısından da, erkek açısından da, çocuk açısından da, gençler, aile gerçekliği açısından da böyle. Yaşamın bütünü açısından, bütün ilişkilerde böyle.

Yaşam nedir? Aslında ilişki gerçekliğidir. Yaşam organizasyonel, bütüncül bir gerçekliği ifade eder. Bütün bu ilişkiler organizasyonu içinde elbette ki insan olmanın farkı, onun her ilişkisinde ve çelişkisinde anlam yaratmasındadır. Farkımız buradadır. Herhangi bir böcekten, herhangi bir farklı canlıdan —şüphesiz onların da bir anlamı vardır kendilerine göre— ama sonuçta her canlının birbirinden bir farkı olur.

İnsan olmanın da böyle bir farkı var. Dolayısıyla kapitalist sistem tam da insan olma anlamına saldırıyor. Kapitalist sistem öyle bir saldırı yapıyor ki, her şey tornadan, fabrikadan çıkmış gibi tek tipleştiriyor, homojenleştiriyor. Yani fark bırakmıyor ortada. Oysa farklılık anlam yaratır.

Her birimiz bir kadınız, bir kimliği ifade ederiz. Her birimizin anlamı, farklılığımızda yatar. Ama aynı zamanda birliğimizde de yatar. Farklılıklarımızın birliğinde yatan bir anlam düzeyi var. Kapitalizm en fazla buraya saldırıyor. En fazla buraya saldırıyor ve seni homojenleştiriyor. Aynılaştırıyor yani. “Sen de aynısın, sen de aynısın…” Giyimin, mimiklerin, davranışların, yürüyüşün, yemek yiyiş biçimin aynı. Mesela dikkat edelim; dünya çapında artık kültürel farklar da ortadan kalkıyor, değil mi? Halbuki her kültürün o kadar güzel bir zenginliği var ki… Her birinin büyük bir değeri var.

Mesela şimdi gençlerde de bunu bir kültür olarak yerleştirmeye çalışıyorlar. “Ben Kürt’üm ama ne önemi var ki? Ben insanım.” “Dünya vatandaşıyım” diyor mesela. “Bir Türkmen’im, ne önemi var ki? Ben bir insanım.” Ya da “Ben bir kadınım; kadının erkeğinden ne farkı var?” diyorlar. Nasıl yok? Var tabii. Bir Alman ile bir Türkmen arasında fark yok mu? Vardır. Bu söylediklerim karşıtlık anlamında değil. Anlam, farklılık yaratma açısından… Dilin farklılığı bir güzelliktir mesela. Kültürün farklılığı bir güzelliktir. Bir insan, bir diğerinden farklıdır. Bu onun güzelliğidir, anlamı orada yatar.

Aslında şöyle de denebilir. Bir anlamda insanın kendisi faşizme zemin hazırlıyor aslında. Çünkü faşizm de toplumu tek tipleştirmeye çalışıyor, kitle haline getirmeye çalışıyor. Ama insan kendisi bunu isteyerek yapınca, aslında o da faşizme bir destek sunuyor. Zaten en tehlikeli yanı da burası. Yani seni öyle bir cendereye sokuyor, öyle bir özel savaş mekanizmasına koyuyor ki; seni bombardımana tabi tutuyor ve sen sanıyorsun ki kendin karar veriyorsun. Ama aslında faşizm yarattığı kişilik özellikleriyle böyle bir zemin yaratıyor. Toplumsallığı ortadan kaldırıp, yaratmış olduğu bireycilikle, bu homojen, aynılaştırıcı politikalarla seni sistemin gönüllü kölesi haline getiriyor. Ve sen bunun farkında bile olmuyorsun belki.

Kürt tarihi ve Kürt gerçekliği açısından baktığımızda; mesela Kürdistan’da şöyle bir politika yürütülüyor: Ülkeyi “Kürdistansızlaştırma”; yani “Kürdistan’da Kürtsüzleştirme” politikası uygulanıyor. Bu hem demografik anlamda göç ettirme yoluyla hem de —daha tehlikelisi— sen Kürtsün ama Kürt kimliğinden uzaklaşıyorsun. Bazen kendine Kürt diyorsun ama aslında Kürtlükle hiçbir alakan kalmamış. Tamamen işbirlikçi… Önderlik bunu “Judenrat” olarak da ifade ediyor. Yani tamam, kendine Kürt diyorsun ama Kürtlerle hiçbir alakan kalmamış. Kürt toplumu ile bağın kalmamış. Senin ülken o kadar talan ediliyor, yağmalanıyor, coğrafyana bu kadar saldırı var, ormanların yakılmış, ağaçların kesilmiş, her yere baraj yapılmış!

“Ben Kürdüm ama…” demekle olmuyor. Sonuna kadar ülkeni sahiplenmen gerekir. Ülkende yaşaman, onun değerlerini savunman, dilini savunman… Sadece savunmakla da kalmamak, dilini geliştirmek, kültürünü savunmak. Her türlü saldırı karşısında… Bunlar nedir? Bunlar anlam yaratmaktır.

ŞÊX SEÎDLERİN MÜCADELESİ DE BİR ANLAM YARATMA MÜCADELESİYDİ

Şehit gerçekliğimiz açısından baktığımızda, fedai şehitlere baktığımızda; onlar neyin mücadelesini verdiler aslında? Onlar tüm bu anlamsızlaştırmaya karşı “hayır” dediler. Heval Zîlan buna “hayır” dedi. İşte Şêx Seîdler yüz yıl öncesinde buna “hayır” dediler. Şüphesiz mücadele yöntemleri açısından eksiklikler, yetersizlikler vardır. Bizim de elbette mücadeleye dair eksiklerimiz vardır. Ama onlar da dönemlerinin mücadelesini veren, isyan eden insanlardı. Güçleri yetmedi. Düşman hızla saldırdı vs. Fakat onların mücadelesi de bir anlam yaratma mücadelesiydi. PKK ile birlikte arkadaşlarımızın yürüttüğü mücadele de böyledir.

Dolayısıyla Kürdistan’da inkârın aşılıp artık özgürleşme yoluna girilmesi, bunun mücadelesinin verilmesi çok önemli bir noktadır. Heval Zîlan, Heval Sema, Heval Gulan; aslında tüm şehitlerimiz bu yolu bize açtı. Bugün Kürdistan’da anlamı daha da yaratan, güzelleştiren ve özgürlük kişiliği yaratan bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunu diyebiliriz. Tabii ki bu yoldaşlarımız sayesinde bunu yapabildik.

SOSYALİZM BİR MEKANA SIĞDIRILACAK, BİR KABA KONULACAK ŞEY DEĞİLDİR

AYTEN DERSIM: Biz Hareket olarak da ilk doğuşumuzda sosyalist kültüre, sosyalist bilince dayandık. O dönemin koşulları, reel sosyalizm… Biz de ondan nasibimizi aldık. Önderliğimiz bunu kapsamlı olarak manifestosunda değerlendiriyor. Sosyalist olmak aynı zamanda toplumsallıktır. Toplumsallık illa ki çevremizde onlarca kişi olacak anlamına gelmez. Bu kaba bir yaklaşımdır. Önderlik, İmralı’da bir sosyalist olarak yaşadığını söylüyor. Ve biz günbegün Önderliğimizi anladıkça bunu daha iyi anlıyoruz. Biz “İmralı sistemi”nin neyi ifade ettiğini, bu sistemde yapılmak istenenin ne olduğunu çok konuştuk. Uluslararası güçler açısından ne anlama geldiğini tartıştık.

Sosyalist mücadele, komünal yaşamı içeriyor. Sosyalist yaşam, özgür düşünmeyi içeriyor. Sosyalist yaşam sürekli üretendir. Kendini işlevli kılandır. Kendini sürekli düşünsel olarak geliştirendir. Ama bunları da yaşamsallaştırandır. Bu yüzden Önderlik birçok sosyalist hareketi değerlendiriyor, eleştiriyor. Yarım kaldıklarını, yetmediklerini söylüyor. O yüzden de kapitalist sistem onları aştı. 90’larda reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte Önderliğimizin şu değerlendirmesi var: Birçok kişi dedi ki “Kapitalizm kazandı.” Önderlik dedi ki “Hayır. Reel sosyalizm yenildi”. Bu çok önemli bir belirleme. Şimdi sen dersen, “Kapitalizm kazandı, emperyalizm kazandı”; sen ona hak, bir misyon vermiş oluyorsun. Yani “doğrudur” diyorsun. Doğrudur ki ne oldu? Reel sosyalizmi yendi. Ama Önderliğimiz dedi ki, “reel sosyalizm yenildi.”

Niye? Çünkü reel sosyalizm ideolojisini, felsefesini, demokratik kültürün özgürlük anlayışını toplumsallaştırmadı; bir partiye feda etti. Bir partiyi yetkili kıldı. O parti de “proleter diktatörlük” olarak tanımlandı. Demokrasiyi geliştiremedi aslında. Düşünceler de yetersizdi. Yani dardı. Önderlik bunu değerlendiriyor. Toplumsallaştırmadığın bir sistem ne oldu? Kapitalist moderniteye karşı hep kendisini bir blok olarak ele aldı. Duvarlarla ördü, yasaklarla ördü. Değil mi? Hep orduyu büyüterek esas aldı. Kapitalizmi yeneceğin mantığı ne oldu? Orduyu geliştirmek, partiyi yetkili kılmak… Komünal yaşam adı altında bir yaşam da değil. Ne yaptı? Kaba eşitlikçiliğe indirdi. “Her şey parti için” dedi.

Bunların gerçekten sosyalist bir yaşam olmadığını görmek lazım.  İşte o anlamda sosyalizm bir mekâna sığdırılacak, bir kaba konulacak ya da tek bir yere aitmiş gibi ele alınabilecek bir şey değildir. Çünkü sosyalleşmeyi de içeriyor. Sosyalizm sosyalleşmedir de. Sosyalizm, demokrasidir de. Çünkü ilk insanın oluşumuna bakıyoruz. Bugünü de, sosyalizmi de anlamak için tarihe dönüyoruz.

ASIL MESELE, SÖYLEM VE YAŞAMIN BÜTÜNLÜĞÜDÜR

İlk insanlığın oluşumu neydi? Bunlar bin yıllarca yaşadılar. Nasıl yaşadılar? O dönemde baskı var mıydı? İnkâr var mıydı? Alt-üst var mıydı? Sınıflar var mıydı? Yok. Ama bin yıllarca yaşadılar. Demek ki orada bir özgür yaşam vardı. Belki “özgürlük” kavramı yoktu, çünkü baskı yoktu ki özgürlük mücadelesi verilsin. Ama komünal yaşam vardı.

O yüzden sosyalist yaşam, kendiliğinden bireyciliği aşarak; iktidardan vazgeçerek —ama vazgeçtiğin oranda da mücadele ederek— ve o sistemin insanlık için bir faşizm olduğunu bilerek yaşamaktır. Bunların hepsi bilinç işidir. “Ben sosyalistim”, “sosyalist gibi yaşadım” demekle olmuyor yani. Çünkü binlerce örneği var. Sosyalist partiler var. Ama söylem ve yaşamın bütünlüğüdür asıl mesele.

Önderlik 27 yıllık İmralı sürecinde ne yaptı? Binlerce sayfalık savunmalarla, başta Kürt halkı, Ortadoğu halkları ve tüm insanlık için “insanlığın tarihi nedir” sorusunun cevabını gün yüzüne çıkarttı. Çünkü tarih, iktidarın elinde yazılan bir tarih olarak toplumsallığı ifade etmiyor.

Bu yüzden de hep şunu söyledi tüm savunmalarında: “Ben yeniden bir tarih yazmıyorum. Yazılmamış olan tarihi gün yüzüne çıkarıyorum.” Çünkü halkların tarihi yazılmamış. Kadının tarihi yazılmamış. Bize hep şunu söyledi. Biz hareket olarak nasıl geliştik? Önderlik dedi ki; “Kadının kölelik tarihi yazılmamış. Özgürlük tarihi de yazılmayı bekliyor.”

SOSYALİZM, SOSYALLEŞMEDİR DE

Yani özgürleşeceksiniz ki tarihinizi yazasınız. Özgürleşmeden nasıl bir özgürlük tarihi yazılabilir ki? Bizi hep tarihe götürdü. Önderlik tarih konusunda şöyle bir tanım yapıyor; “Tarih günümüzde gizli, biz de tarihin derinliklerinde gizliyiz.” Yani bir insan ya da insanlık, tarihiyle vardır.

İşte kapitalist modernite, tarihi kendisiyle başlatıyor. Ondan öncekini ise “barbar”, “geri”, “ilkel” olarak inkâr ediyor. Yani orada insanlık yoktu diyor. Önderlik bunu yapmıyor işte. Önderlik binlerce yıl geriye gidiyor. İnsanlık nasıl insanlık oldu? Biz devrimciler olarak, militanlar olarak ya da bir kadın olarak bunun peşine düşmezsek nasıl anlayacağız? O anlamda Önderlik, tarihe; geriye giderek; “Kadın nasıl yaşadı? Kadın nasıl alt edildi? Kadın nasıl köleleştirildi? Kadın kadınlıktan nasıl çıkartıldı?” sorularını soruyor. Çünkü kölelik, kadınla birlikte içselleştirildi, değil mi? Biz hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz.

Köleliğin bize nüfuz ettirdiği, içimize işlediği bir varlık hâli var. Sosyalist yaşam —çünkü sosyalizm demokratik kültürden kopuk değildir— değil mi? Sosyalist yaşam komünal yaşamdan da kopuk değildir. Sosyalizm aynı zamanda sosyalleşmedir de. Sosyalleşme, daha fazla ilişki içinde olmak, herkesle paylaşım hâlinde olmaktır. Ama aynı zamanda gördüğün yanlışlara, yetersizliklere karşı mücadele etmeyi de içerir. O anlamda, Önderliğimiz bunu yeniden kavramlaştırarak, derinleştirerek yine insanlığın ve kadının gündemine koyduğunda biz şöyle anlıyoruz. Demek ki sosyalizm; sosyalist kültür ve sosyalist ahlak kavranılmadan, anlaşılmadan, benimsenmeden yeni bir toplum —özgür ve demokratik bir toplum— geliştirilemez. Çünkü verili toplumu reddedeceksin ama reddettiğinin yerine ne inşa edeceksin?

İşte burada kapitalist modernite var. Kapitalist modernitenin kapsamı çok geniştir; bir programa sığmaz.  Bunun karşısında mesela biz kadın olarak nasıl var olacağız? Kimliksel olarak, cinsî olarak nasıl özgür olacağız? O zaman bunun karşısında alternatifimizi koymalıyız. Alternatif yalnızca bir programdan ibaret değildir. Senin ideolojin, felsefen olmalı. Senin nasıl bir yaşamı ideolojik ve felsefi olarak düşündüğün önemli. İşte bunun adı sosyalist yaşamdır. Yani sosyalist; tüm iktidarı reddeden, gelenekselliği, köle yaşamı reddeden ama bunun karşısında da sosyalist yaşamı nasıl inşa edeceğinin bilincini oluşturandır.

Yani ben bir kadın olarak nasıl yaşamak istiyorum? Mesela bir erkeğin kölesi olmak istemem. Bir erkeğin üzerimde tahakküm kurmasını istemem. Ama bir kadın olarak da kendi özgüvenimi oluşturabilmem için kadın bilincine ulaşmalıyım. Kadın nerede kaybetti, oraya dönmeliyim. Oraya dönmeliyim ki tanıyayım, tanıyayım ki bugünde kendimi var edebileyim. Yani kendin olmak, var olmak ve “xwebûn” olmak… Yani bunların hepsi bir sosyalist kültürün içeriğini ifade ediyor.

SOSYALİZM, AYNI ZAMANDA ÖRGÜTLÜLÜKTÜR

İçeriği boşaltılmış, yağmalanmış, asimile edilmiş bir toplum var. Yani toplumsallık anlamında Kürt halkı da, Türkiye halkı da böyledir. Türkiye halkı da bugün kendi kimliğinden uzaklaştırılmıştır. Türkiye halkları da, Ortadoğu halkları da kendi kimliğinin, varlığının bilincinde olsalar, gerçekten bu kadar egemenlik sistemi kendini bu kadar rahat geliştiremezdi.

Türkiye açısından da öyledir. Yani bugün iktidarda olan sadece bir AKP iktidarı değildir. Halklar, orada neyin yapılmak istendiğini görüyorlar. Ama mesele, bilincin ve örgütlülüğün oluşmasıdır. Sosyalizm aynı zamanda örgütlülüktür. Yalnızca bir düşünce değildir. Düşünce sahibi olan çok ama düşünce örgüte kavuşmalı. Yani örgütlülük, toplumsallık anlamında kendini nasıl var kılacağının mücadelesini yürütmektir. Kalıcı olur, geçici olur ama her yerde kendi varlığını sürdürebilmesidir.

Sosyalizm bunu da içeriyor. Ama hem iktidar sistemini hem de kölelik sistemini çok iyi tanımak gerekir. Çünkü bize içselleştirilmiş, içimize yerleştirilmiş bir kölelik var. Bugün dünyada kapitalist modernitenin özgürlük, serbestlik adı altında geliştirdiği kadın tiplemeleri var. Yani ucubelikler var. Gerçekten çığırından çıkmış kişilikler, tiplemeler… Tüm dizilerde, reklamlarda, modada, giyimde kullanılan tiplemeler… Şimdi bunlara karşı senin de bir model oluşturman lazım.

Sosyalist olmak bir modeli içeriyor. Mütevazı olmayı gerektiriyor. Ama bunu özümseyerek… Gerçekten düşüncenin varlığını özgürce ifadeye kavuşturabilmek ve karşısındakine de empati duyabilmek… Yani yalnızca kendi düşüncesini empoze etmek değildir mesele. İşte Önderlik bunu yaptı. Kendisinde oluşturduğu o sosyalist düşünceyi, özgür yaşam ve felsefi duruşu, o İmralı duvarlarını aşarak sundu.

ÖNDERLİĞİN DÜŞÜNCELERİ TÜM KADINLARA ULAŞTI

Önderlik hep dedi ya; “Ben özgür bir insanım.” Yani “Siz önce kendi özgürlüğünüzün mücadelesini yürütün.” Gerçekten de öyledir. Önderliğin düşünceleri tüm kadınlara ulaştı. Gerçekten biz birebir gidip bu kadınlara ulaşmadık. Ama Önderliğin düşüncesi ulaştı. O yüzden biz bugün çok rahat şunu söyleyebiliyoruz: Yani ideolojimiz ve felsefemiz evrenselleşti.

Peki biz kendimiz olmadan evrenselleşebilir miyiz? Olmaz, mümkün değil. O zaman kendini inkâr ederek olur. Yerel ile evrenselin bağını kurdu Önderlik. Reel sosyalizm iktidar eksenini, iktidarı hedefleyerek ve var olan devletlerin karşısında kendi devlet modelini sınıfa dayalı, proletarya üzerinden tanımladı. Yani işçi sınıfıyla iktidar olup o devletleri yeneceğini ve kendisini böyle ifade edeceğini düşündü. Bunun elbette ideolojik nedenleri var. O dönemin —onu da hakkını vermek lazım— kendine özgü şartları vardı. O dönemde bu kadar tarih bilimi, arkeolojik bulgular, antropoloji bilgisi yoktu. Bilimin gelişmeyen yanları çoktu. Bunlar hepsi nedenlerdir.

Bunları da görerek, onların hakkını da vererek… Evet, onlar da kendi dönemlerinde, dünyanın üçte birini kapsayan bir devrimler çağı yarattılar. Biz onlardan hep ilham aldık. Bu ilhamımız bugün de bitmiş değil. Ama biz onların eksik bıraktıklarını, yarım kalanlarını, yanlış yaptıklarını sorguluyoruz. Önderlik, her zaman onların mirası üzerinden geliştiğini söylüyor.

Şimdi biz onları inkâr edersek, kendimizi var edebilir miyiz? O yüzden Önderlik diyor ki, “Hiçbir şey inkârla ele alınamaz.” İktidarın zaten mantığı budur: İnkâr üzerine kendisini konumlandırmaktır. Ama Önderliğin farkı ya da Önderliğin derinliği ve felsefesi, her şeyin var olduğunu kabul etmesidir. Ama bu varlık nasıl kendisini sürdürmeli? İşte Kürt’ü de kadını da oradan ele aldı. Biz kadınlar ilk dağlara geldiğimizde bu kadar cins bilincimiz yoktu. Ulus, ülke, halk bilinci vardı ama Önderlik hep bizi kadın olarak tuttu. “Sen kadınsın, senin özgünlüğün, senin bilincin” dedi. Çünkü kadın yok edilmişti. Bugün de, tüm dünyaya baktığımızda bu hâl sürüyor.

İNŞA BİLİNÇLE BAŞLAR

İşte burada PKK’nin farkı nedir? Önderlik niye felsefeyi geliştirdi? Dedi ki: “Bizim dayandığımız her anlayış, her model, miladını doldurdu, görevini yaptı, rolünü oynadı. Ve şimdi demokratik sosyalizm zamanı.” “Siz varlığınızı tamamladınız, sıra özgürlükte ve demokrasidedir” dedi. Toplumsal olarak, halk olarak, kadın olarak artık bunu inşa etmeliyiz. İnşa, bilinçle başlar. Yani ben varlığımı kazandığımı biliyorsam, o zaman ne yapmam gerektiğinin kararını veririm.

Bizim hedefimiz iktidar değildir; bu noktadan koptuk. Hedefimiz devlet değildir; bu noktadan da koptuk, ona götüren araçlardan da koptuk. Eskiden ulusal kurtuluş mücadelesini veriyorduk, bunun silahlı mücadelesini veriyorduk. Önderlik dedi ki: “Silahlı mücadele de miladını doldurdu, rolünü oynadı.” Bu bir yanlışlık değil.

Biz de devrim ustalarını değerlendirirken şunu görüyoruz: Yanlışları vardı ama dönemlerinin koşullarında bu kadarını bildiler, bu kadarını gördüler. Eksik gördüler. Bugün bunu Önderlik tamamlıyor. O anlamda sosyalizm ya da sosyalist kişilik; bir mekâna, bir alana, bir iktidar modeline sığdırılacak bir şey değildir. Ya da sadece bir grubun, bir halkın öne sürdüğü bir şey değildir. Yalnızca Kürt halkına değil, yalnızca Ortadoğu halklarına da değil. Çünkü dünyada gerçekten birçok sosyalist parti vardır ama sosyalist yaşamı geliştirme açısından sosyalist değillerdir. Şimdi Önderlik kendinden başladı.

Bu yüzden dedi ki, “Ben burada sosyalistçe yaşıyorum. Devletten beklemiyorum. Ondan medet ummuyorum. Ama onu da görüyorum.” Bu çok önemli. Devleti inkâr etmiyoruz ama devleti de ortadan kaldırmıyoruz. Bu ne tür bir duruşu gösteriyor? Bağımsız bir duruşu, özgür bir duruşu gösteriyor. İşte sosyalist kişilik aynı zamanda bunu ifade eder. Yani oturup kalkıp “Devlet şunu versin, devlet bunu yapsın” değil mesele.

Devletin görevi o değil. Devletin çıkışını biliyoruz, günümüzde uyguladığı politikaları da biliyoruz; kendini inkâr üzerine konumlandırmıştır. Toplumu düşünerek hareket ettiği bir durum söz konusu değildir. Şimdi Önderlik onu da doğruya çekiyor. Devletin oluşumunda başlangıçta toplumu inkar yoktu.

Devlet aynı zamanda kurumsallaşmadır. Önce hiyerarşisini, sonra düşüncesini oluşturdu; ardından kurumsallaşmasını geliştirdi ve bugün halkların başına bela hâle geldi. Gerçekten devletlerin böyle bir durumu var. Biz ondan bağımsızız. Biz halksak, biz kadınsak, o zaman kendimizi geliştirmeliyiz. Örgütlemeliyiz, bilinçlendirmeliyiz, kendimizi savunur hâle getirmeliyiz. Kendi kendimize yetebilmeliyiz. Bu köyden başlayabilir, mahalleden başlayabilir, şehirden başlayabilir. Yani biz bunu yapacağız. Diğeri de senin mücadele gerekçendir. Sen hep onunla, varlığınla mücadele edeceksin. Onun ne yapması gerektiğini hep ona göstereceksin. Yoksa bekleyip, onun gelip bir şey yapmasını beklemeyeceksin.

Önderlik, İmralı’da devleti beklemedi. Devletten medet ummadı. Değil mi? Kendini var olmanın en üst zirvesine taşıyarak yaşadı. Düşünsel olarak… Ve düşüncesini bir sisteme, bir modele dönüştürdü. Ve buna da “Ben öneriyorum: Demokratik Konfederal Sistem” dedi.

Ve dedi ki: “İnsanlık, kadınlar bu düşünceden faydalansınlar. Eğer beğeniyorlarsa buna göre kendi yaşamlarını örgütlesinler.” Çünkü insanlığın buna ihtiyacı var. Çünkü insanlık, gerçekten toplumsallık hep başkaları tarafından organize edildi. Kendisi olamadı. Olabildiyse de az olabildi. Yani inkâr da edemeyiz. O anlamda sosyalist kültür; özgür olmanın da kültürüdür. Özgür düşünmeyi birey kendisinde oluşturarak geliştirmelidir. Yani ben geldim, “Heval Çiğdem seni sosyalistleştireceğim” değildir mesele. Yani ben bir sosyalist olarak Heval Çiğdem’e nasıl yaklaşıyorum? Ona bir kadın olarak, bir insan olarak, onunla paylaşarak, onunla tartışarak… Ama onun varlığını da görerek… Empati dersin buna, mütevazılık dersin… Kapsayıcılık üzerine kuruludur. Ama aynı zamanda da onun karşısında bir mücadele vardır. Mücadele onu dönüştürmektir.

SOSYALİZM EFENDİNİN DE KÖLENİN DE OLMADIĞI BİR YAŞAM

Sosyalizm, iktidarı hedeflemeyen bir anlayış… Efendisiz yaşamak yani. Başında bir efendi olmadan… Bu bir devlet olabilir. Bu bir erkek kimliği de olabilir. Hükmeden erkek, patron, ağa olabilir. Yani toplumun içerisinde hiyerarşi diye ifade ettiğimiz, efendi olan, üstten hâkim olan tüm bu yapılar… Aslında sosyalizm, bütün bunların olmadığı bir yaşam sistemidir. Efendisiz yaşam ve aynı zamanda kölenin de olmadığı bir yaşam… Yani sadece efendi değil, köle de olmayacak burada. Toplumculuktur. Aslında komünalizmdir.

Komünal… “Kom”, Kürtçe’den geliyor. Kom olmak; birlikte olmak, birleşik olmak anlamı taşıyor. Oradan gelen bir içeriğe ve biçime sahip bir kavramdır bu. Dolayısıyla sosyalizm de gerçekten “sosyalleşmekten” geliyor. Yani sosyoloji, sosyalizm… Bütün bunlar aslında birbiriyle iç içe geçmiş gerçekliklerdir. Doğaya da baksak, tarihe de baksak böyledir.

Bu yüzden Önderlik ilk manifestoyu yazarken bazı provokatör kişiler, özellikle bazı kavramlar üzerinden onu boşa çıkarmaya çalıştılar. Önderliğin söylediklerini çarpıttılar. Fakat Önderlik gerçekten belki de 21. yüzyılda insanı, doğayı, toplumu, yani evrenin ilk başlangıcından bugüne kadar olan süreci bütünlüklü ele alan bir bakış geliştirdi. Ama bunu nasıl yaptı? Efendisiz, sahipsiz; sistemin, egemenliğin bizim kafamıza yerleştirdiği o kör edici zihniyeti kırarak yaptı. Özgür düşünceyle tarihe bakma, doğaya bakma anlamında muazzam bir eserdir bu yaklaşım. Gerçekten muazzamdır. O anlamda da insan dönüp dönüp bakıyor. Mesela Önderlik orada bir örnek veriyor; “Yaşam organizasyonel bir gerçekliktir.” Mesela tek hücreli canlıdan çok hücreli canlıya geçişi ele alıyor. Diyor ki; niye geçildi? Tek hücrede de devam edebilirdi yaşam. Ama tek hücrede kalmadı. Yaşam öyle bir yönde evrildi ki, o tek hücre, çok hücreye dönüştü. Yani çokluk ortaya çıktı. Çoklu gerçeklikler…

Demek ki yaşamın ilişkisel bir gerçeği var. Ne bileyim, evrendeki ilk patlama… Mesela Big Bang teorisini de yorumluyor Önderlik. Diyor ki: “Bunlar elbette tartışmaya açık şeylerdir.  İspatlanabilir şeyler değildir ama önemli olan yorumdur.” Sen hayatın neresine bakarsan bak, mutlaka organizasyonel —yani birbiriyle ilişkili— gerçeklikler görürsün. Ve sen yaşamı, canlılığı bunlardan bağımsız ele alamazsın. Ne bileyim, dişil ve eril olgusunun ortaya çıkması mesela… Bu da yaşamın çoklu gerçekliğinden farklı ele alınamaz. Topluma bakalım. Toplumun kendisi çoklu bir gerçekliktir. Toplumun içinde her birey bir öznedir. Doğaya bakalım, doğadaki her varlık bir öznedir. Şu an etrafımızda dolaşan kelebekler mesela, onlar da bu dağın bir öznesidir.

Bizimle birlikte bir canlı olarak bu doğa içinde yerlerini almışlardır. Şimdi çok uzatmak istemem ama bütün bunlar yoğun bir ilişkisellik barındırıyor. Bu ilişkisellik ve etkileşim yaşamın dinamizmini, yaşam enerjisini ortaya çıkarıyor. Farklılıklar gerçekten bir özgürlük alanı yaratıyor. Doğaya bak; her yerde farklılık var, aynı olan bir şey yok. Toplumsal gerçekliğe bak; her yerde bir farklılık var. Hiçbir şey birebir aynı değil. Ama tüm bunlar da birbiriyle ilişkilidir. Bunları niye söylüyorum? Çünkü sosyalizm de böyle bir şeydir.

Sosyalizm, bizim kafamıza yerleşmiş gibi statik bir yapı, bir devlet, bir yönetim biçimi değildir. Sosyalizm, bütün bunları aşan bir gerçekliği ifade eder. Bir yaşam biçimidir. O yüzden bazıları ısrarla soruyor. Önderlik dedi ya, PKK feshedilecek, silahlı mücadele sonlandı… “Peki ne kazandınız?” Belki bu da bir düşünce, bir sorudur elbette. Küçümseyici anlamda söylemiyorum. Bu soruların da anlamı var. Ama hayata sadece statik bir olaymış gibi bakamayız. Hayatın kendisi anlamdır. Bir insanda yaratılan kişiliktir esas olan. Bir toplumun, kendini bir kişilik olarak ortaya koyması…

Xwebûn olmak, kendin olmak… Diyelim ki senin bir devletin var, bir statün var, çok zenginsin… Ama senin insanın ne halde peki? Kadın ne durumda orada? Aile ne durumda? Çocuklar ne yaşıyor gerçekten? Çocuk özgür mü?

Mesela çok büyük, çok şanlı bir devletin var. Ama çocuklar ne yaşıyor? Ne yaşıyorlar yani? Velhasıl… Demek ki her şey bu değil. Yani statü, devlet, idare… Biz bunları yaparsak mesele çözülür, demek değil. Bizim sosyalizm anlayışımızın bunlarla hiçbir alakası yok. Hiçbir ilgisi yoktur. O nedenle Önderlik diyor ki: “Ben devlet falan istemiyorum.”

SON DERECE SADE BİR YAŞAMDAN SÖZ EDİYORUZ

Önemli olan, bizim bir toplum olarak kendimizi yöneten pozisyonda olmamızdır. Halkımız kendi kendisini yönetecek. Kadınlar kendi kendisini yönetecek. Devlet olacağım da, devlet olarak toplumu yöneteceğim değil. Halk, Kürt halkı kendi kendisini yönetecek. Kürt halkı, Süryani halkıyla, Türkmen halkıyla birlikte kendi kendini yönetecek. Kadınlar, kendi özgün ve özel iradeleriyle kendilerini yönetecek. Ve tabii ki toplumdaki erkekler de birlikte yaşayarak, mücadele ederek varlıklarını ortaya koyacaklar. Kürtler de böyle olacak, Türkmenler de böyle olacak, Araplar da böyle… Bu bir komün yaşamıdır. Bu komünar bir yaşamdır. Bazen bazı kavramları öyle karmaşıklaştırıyoruz ki… Oysa o kadar sade bir yaşamdan söz ediyoruz ki! Bize uzak değil bu.

Hele Orta Doğu’da… Orta Doğu toplumları, Kürt toplumları hâlâ bu şekilde yaşar. Türkiye halkı, Anadolu halkı… Mesela hâlâ Toros-Amanos hattında Türkmen toplulukları var. Hâlâ böyle yaşıyorlar. Aslında devlet bir yerdedir, o Türkmen halkı başka bir yerde yaşıyordur. Mesela Karadeniz’de “Devlet benim” dedi o anne.

Orada kastettiği şu: “Devlet benim.” Yani toplumdan bir kadın, bir anne olarak, “Ben kendi kendimi yönetiyorum” demek istedi aslında. İradesini ortaya koydu. İşte budur! Şimdi komün dediğimizde, var olan bu güç ve potansiyeli örgütlü bir güce dönüştürmemiz gerekiyor. Önder Apo’nun da en son manifestoları bu konu üzerineydi. Yani, belediyeler komündür, aşiret bir komün birliğidir, kabile bir komündür, hatta aile bir komündür. Ama bunlar çok zayıflatılmış ve içi boşaltılmıştır. Sorun burada.

Kapitalizm ne yapmaya çalıştı? Toplumu parçalayarak, bireyi aşırı bireycileştirerek toplumdan koparmaya çalıştı. Bu, çok ciddi bir özel savaş politikasıdır. Bu kesin. Ama biz yine de kapitalizmi şöyle bir kenara koyalım, gözümüzü ondan biraz çekelim. Bir topluma bakalım mesela. Kapitalist bakıştan sıyrılarak, egemenlikçi zihniyetten kurtularak topluma bakalım. Toplum hâlâ birlikte yaşamıyor mu?

Örneğin, Türkiye… İstanbul’un herhangi bir mahallesi… Kürt burada, Türk burada, Ermeni şurada, Rum orada… Zengini orada, orta hallisi burada, yoksulu şurada… Hepsi yan yana, asabiyet içinde yaşıyor. Bir şekilde bir dayanışma var. Mahalle içinde bu hâlâ var. Peki sistem bunu yok etmeye çalışıyor mu? Evet, çalışıyor. Ama hâlâ bu tamamen bitmiş değil. Evet, içeriği boşaltılmış, zayıf, cılızlaşmış ama var hâlâ.

KADINLARIN KOMÜNAL BİRLİKLERİ OLMALI

Şimdi bizim yapmak istediğimiz şey nedir? Önderliğin önümüze koyduğu sosyalizm perspektifi ne diyor? Bu şey hâlâ vardır, iskelet olarak yaşıyor. Zaten olmasa insan yaşamı da olmazdı. Toplum tümden bitse, ahlak tamamen tükenmiş olsa, vicdan tümden yok olsa… İki insan bir arada yaşayamaz hâle gelse insanlık kalır mı? Kalmaz. Mümkün değil. Bir saniye bile ayakta kalamaz. Demek ki hâlâ var.

O zaman ne yapacağız? O zaman cılız da olsa var olan bu kalıntıları, hem kadın açısından hem toplum açısından komünler hâline getireceğiz. Birbirimizle örgütleneceğiz, bir araya geleceğiz. Mesela diyelim ki mahallemizde çöp sorunu var. Hemen toplanalım, bir komün birliği yaratalım. Bir meclis kuralım. Bir araya gelelim, devletten beklemeyelim. Evet, belediyeleri de bir komün sistemi olarak değerlendirirsek… Orayı da ele alırsak, orada kendi yaşamına dair sen, o mekânın belediyesi olarak ve toplum olarak birlikte karar veriyorsun.

Ve orayı düzenliyorsun, temizliyorsun. Ya da “Hayır, sen bunu yapmayacaksın” diyorsun. Mesela devlet bir şey yapmak istiyor…. Ne yapıyorsun? İnadını ortaya koyuyorsun. Kendine ilişkin kararı sen veriyorsun. Xwebûn da budur zaten.

Kadın açısından bu daha da önemlidir. Kadınların —tümden kopuk biçimde demiyorum ama— kendi içinde komünal birlikleri olmalı. Birbirinden güç aldıkları komün birlikleri oluşturulmalı. Ve bu komünler üzerinden kadın kendini savunabilmeli. Çünkü bu kadar şiddet var. Erkek egemen şiddeti var. Bu şiddete karşı biz bir araya geleceğiz. Diyeceğiz ki, biz bu mahallede izin vermeyeceğiz. Bir erkek bir kadına taciz uygulayamaz. Bir çocuğa biri el uzatamaz. Kesinlikle biz buna izin vermeyeceğiz. Komün böyle bir şeydir. O mahallede bazı kadınlar çok fakirse, biz orada şöyle bir komün olacağız: Kadınları Fakirleştirmeme Komünü olacağız mesela. Sadece örnek veriyorum. Başka isimler de olabilir. Diyelim ki okuma yazma… Sosyal ihtiyaçlar var, sportif ihtiyaçlar var, güzelleşme, estetik arayışları var… Bütün bu alanlarda bilinçlenme…

DEVLETLE KARŞILIKLI İLİŞKİ VE ÇELİŞKİ ZEMİNİNDE MÜCADELE

Yani ihtiyacımız olan her şeyde —hem kadınlar açısından hem toplumsal anlamda— kendi öz yönetimimizi kuracağız, kendi kendimize karar alabileceğiz. Ve bununla birlikte, evet, devletler ortadan kalkmamış, devletler var ama toplumun da kendine ait bir dengesi olacak. Toplumun kendine özgü bir örgütlülüğü olacak. Bu örgütlülükle birlikte devlet de varlığını sürdürecek ama bu, ilkesel anlamda bir karşılıklı ilişki ve çelişki zeminidir. Ve bu zeminde mücadele devam edecektir. Bizim kazandığımız ve önümüzdeki süreçte daha da kazanacağımız şey budur.

Bu anlamda gerçekten oldukça heyecan verici. Biz buna barış ve demokratik toplum diyoruz. Demokratik toplumu, işte böyle komünler hareketi biçiminde geliştirebiliriz. Sosyalizm de böyle gelişir: Kişiliklerle ve tabii ki organizasyonel yani örgütlenmelerle, komünal örgütlenmelerle birlikte… Toplumcu sosyalizmi bu şekilde gerçekleştirebiliriz.

KADINLARDAKİ CANLANMA HEYECAN, MORAL VERİYOR

AYTEN DERSİM: Demokratik mücadele sürecinin de merkezi kadındır. Merkez derken hemen akla devlet merkezi gelmesin. Öyle değil. Buradaki “merkez”, öncülük, misyon anlamındadır. Bunu yine şu temele dayandırabiliriz. Yüz yıllık inkârın, şimdiye kadar yürütülen savaşın en çok mağduru kadındır, çocuktur, toplumdur. Bunu, kendi çıkarları uğruna yapan iktidarlardır.

O anlamda tabii ki kadın daha çok koşmalıdır bu sürece. Çünkü Kürt Kadın Özgürlük Hareketi olarak 50 yıllık bir mücadele tarihimiz, birikimimiz, deneyimimiz, tecrübemiz var. Farklı halklardan birçok kadınla önemli paylaşımlarımı, aynı mekanizmalarda buluşmalarımız oldu. Çünkü biz birlikte varız.

Evet, gerillaya dayandık, mücadelemize dayandık, biz bir tecrübe oluşturduk. Bu tecrübe sadece bizden ibaret değil. Bu da bir komünal dayanışmadır. Evet, örgütlülüktür. O yüzden hepimiz birbirimiz için sorumluyuz. Hepimiz için de sorumluyuz. Demokratik kültür, barışın oluşması, gelişmesi, inşası çok önemlidir. Çünkü çok ciddi bir tahribat var. Dünyada da, Ortadoğu’da da ve Kürdistan ile Türkiye’de de bu tahribat yaşanıyor. Kadınlar bu yüzden önderlik ediyorlar. Bizim buna ihtiyacımız var. Kadın olarak ihtiyacımız var. Gerçekten savaşlardan yana değiliz. Savaşların bitmesinden yanayız. Savaşın toplum üzerindeki etkilerinden, tahribatından çıkmamız lazım. Savaşın bir an önce bitmesi için mücadele etmeliyiz.

İşte bu savaşa karşı mücadele, barış mücadelesidir. Bu doğrultuda farklı farklı eylem biçimleri geliştirilmeli. Yaklaşırken statik olmamalıyız. Her mahalle kendi adına, kendi ismiyle çalışmalar yapmalı. Yaygınlaştırılmalı. Çünkü bizim halklar olarak, kadınlar olarak buna çok ciddi ihtiyacımız var. Önemli bir adım atıldı. Bir canlanma var, bir istem var, bir örgütlenme var. Bunlar çok önemlidir. Biz bunları gördükçe heyecanlanıyoruz, moral buluyoruz.

Gerçekten kadın duygularını yaşıyoruz. Kadın olmanın bilincini taşıyoruz. Ama daha güçlü olmalıyız.  Komün örgütlenmeleri çok önemlidir. Kendi çocuğuyla, ailesiyle ilk komünü oluşturan kadındır. Bugün de çocuk büyüten, onu okutan, terbiye eden bütünüyle annedir.

Anne, komünal yaşamın, komünalizmin öncüsüdür. Bunu başka yerde aramamalıyız. Bu anlamda her mahallenin, her köyün, her şehrin bir komünü olmalı. Komünal yaşamı oluşturalım. Bunun adı okuma komünü olur, felsefe komünü olur, sosyalleşme komünü olur, barış komünü olur, demokrasi komünü olur… Evet!

Her mahalle kendine bir isim bulmalı. Ve biz kadınlar olarak, olmazsa olmazımızdır diyerek bu yapıya koşmalıyız.

Sadece yürüyüşlerle sınırlı kalmamalı. Evet, yürüyüşler de çok önemli. O da bir komünal örgütlülüğün sonucudur.Çünkü yürüyüş organize ediliyor, insanlar toplanıyor. O yürüyüşte dövizlerimiz, pankartlarımız, sloganlarımız, konuşmalarımız, yürüyüş tarzımız… Hepsi bu komünalizmin göstergesidir. Hatta kendisidir. Bu yüzden komünalizmi daha da yaymalıyız. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.

Kürdistan’da bu faşizm çok ciddi anlamda fuhuşu geliştirmiş durumda. Bu, bizim için çok ciddi bir sorun. Eroin kullanımını yaymışlar. Gençliği öz dinamiklerinden, öz bilincinden, öz kimliğinden uzaklaştırmak için her şeyi kullanıyorlar. Gençliğimiz bunu görmeli. Bunu yapan devlettir, bunu yapan faşizmdir, bunu yapan iktidardır. Mesela Silopi’de, Cizre’de çok yaygın diyorlar. Buralar Botan sahamızdır. Batman’da, her yerde çok yaygınlaşmış.

İktidar zihniyeti, faşizm şunu söylüyor: “Toplumu yok etmek istiyorsan kadına yönel, gençliğe yönel.” Temel dinamik güç budur. Kadın bu yönlü bir gelişim süreci izliyor. Bu çok önemlidir. Kadınlarımız, kendi çocuklarına, kendi gençlerine, kendi mahallesine sahip çıkmalı. Bu zaten başladı. Ama bu bir dönemsel şey olmamalı. Bu bir kampanya gibi başlatılmalı. Ve kalıcı hâle getirilmelidir. Gerçekten her mahalle örgütlü olsa, o mahalleye kimse dışarıdan gelip müdahale edemez, el uzatamaz, hırsızlık yapamaz, fuhuş geliştiremez.

Fuhuş, diyorlar, evlerden geliştiriliyor, gizli evlerde… Gerçekten mücadele edelim. Mesela Silopi’de yakın zaman içinde bir kadın katledildi; ciddi bir yürüyüş yapıldı. Ama yürüyüşle sınırlı kalmasınlar! Bu ilk tepkidir. Bunu yapanın peşine düşsünler! Bir daha olmaması için mahalleleri örgütlesinler. Kadınlar olarak birbirimize şöyle sormalıyız: Bizim mahallemize bir kadın nasıl gelip katledilir? Bu nasıl olabilir? Biz Kürt’üz ya; Kürt’ün bir onuru var.

Bunu böyle duygusal ya da milliyetçi bir şekilde söylemiyorum. Kimliksel, inançsal, ahlaki anlamda söylüyorum. İnsan gerçekten söylerken zorlanıyor… Genç kızlarımız gidip polislerle evleniyor. Ya bu senin katilindir! Bu seni her gün katleden zihniyettir, anlayıştır, kişidir! Kendisini sana âşık etmek için her türlü oyunbazlığı yapıyor. Dersim’de bunu yapıyor, Amed’de bunu yapıyor, Botan eyaletimizde bunu yapıyor. Bizim bir tarihimiz var, bir direnişimiz var, bir mücadelemiz var.

Ve bunların hepsi bir komünal mücadeledir. Kendini örgütleyerek, bilinçlendirerek verilen bir mücadeledir. Yani biz komün olduk, her şey bitti mi? Hayır. Biz nasıl 50 yıllık bir mücadele verdik ve varlığımızı kazandık… Belki daha 100 yıl bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Çünkü iktidar bin yıllara dayanıyor. Bizim de varlığımız sürecek.

Biz halk olarak hep varız ve var olacağız. Kendi kimliğimizi, örgütlülüğümüzü, öz bilincimizi geliştireceğiz. Örgütlü toplum mücadele edebilir. Örgütsüz toplum mücadele edemez. Hele hele kadınsa, daha da örgütlü olmak zorundadır. O yüzden hepsinin bu mücadeleyi büyütmelerini, yükseltmelerini selamlıyoruz. Gerçekten moral alıyoruz. Ama bu mücadeleyi büyütmeliler, kalıcılaştırmalılar, bilinçlendirerek örgütlülüğe dönüştürmeliler. Bu bizim ihtiyacımızdır. Birilerinin gelip bize söylemesi değildir.

ÖNDERLİĞİ DOĞRU OKUYALIM

Biz halk olarak böyle bir önderliğe sahibiz. Evet, Önderliği anlayalım. Önderliği kavrayalım. Önderliği doğru okuyalım. Bu çok önemlidir. Bu halk, Önderliğiyle varlığını kazandı. Kadınlar olarak da biz Önderliğimizden varlığımızı, kimliğimizi, cins bilincimizi kazandık.

Önderlik, komünal yaşam, komünalizm demektir. Bunu bilelim. Birileri bu kavramları alıp kendine göre yorumluyor. Hiç onlara girmeyelim. Bunlar provokasyonlardır. Onları anlatalım. Gidelim diyelim; biz tartışmak, konuşmak istiyoruz. Senin anladığın biçimiyle değil. Her birimiz, birbirimize karşı sorumlu olalım. Bu da komünal bir yaşamdır. Bu da sosyalistçe bir duyarlılıktır. Duyarlı olmak demektir.

KOMÜNAL MÜCADELE KADINLARDAN GEÇECEK

ÇİĞDEM DOĞU:  Süreç çok önemli bir süreç. Değerlendirmelerimiz sosyalizm mücadelesi, komünal mücadele… Şüphesiz bu küçük zaman aralıklarına sıkıştırılacak bir şey değil. Fakat şimdiden başlanması gereken, içinde bulunduğumuz sürecin çok tarihi olduğunu bilerek hareket etmeliyiz. Gerçekten hep böyle izleyerek, “Hele bakalım devlet ne yapacak, hele bakalım özgürlük hareketi ne yapacak…” diyerek geçiştirilecek bir süreç değil bu. Kadın hareketlerinin ikili girişimleri var, çabaları var. Gerçekten bunlar çok önemli ve çok değerli.

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti gibi yoğun şoven atmosferin olduğu bir ortamda bu çabalar çok daha önem kazanıyor. O yüzden, kadın hareketlerinin hem Kürdistan’da hem de Türkiye tarafında ortak mücadele yürütmesi. Küçük-büyük demeden çeşitli etkinlikler ve eylemsellikler içinde olması çok kıymetlidir. Bu, önümüzdeki barış ve demokratik toplum mücadelesini büyütecek. Somutlaştıracak şey budur. Bu mücadele kadınlardan geçecek.

Çünkü erkek aklı, erkek egemen zihniyet, bunu çok yapabilecek düzeyde değil. O anlamda kadınlara gerçekten çok büyük bir rol düşüyor. Bu güç kadınlarda zaten var — hatta fazlasıyla var. Önemli olan örgütlü hareket etmektir.