Sanatçı iktidarla flört etmemeli

Yeni Özgür Politika'nın sorularını yanıtlayan Suavi, "Sanat ve sanatçı doğası gereği muhaliftir ve asla iktidarla flört etmemelidir" diyor.

Kendine özgü sesi ve duruşuyla tanınan, özgün müziğin önemli seslerinden Suavi, 1968’de başladığı üniversiteye yıllarından bu yana müzikle uğraşmaktadır.

HDK’nın kurucuları arasında yer alan Suavi, İHD başta olmak üzere birçok örgüt ve kurumda yer aldı, destekledi veya sanatsal çalışmalarıyla katkı sundu.

Türkiye ve Kürdistan’daki insan hakları ihlalleri ve anti demokratik uygulamaların yaşandığı bölgelere defalarca giden heyetlerde yer aldı. Yasak ve yıkımın sürdüğü günlerde Sur’da bir konser veren Suavi, ”Ben buraya gelmek istedim, çünkü müthiş tahrip görmüş ve insanlığın ortak medeniyetine ait Sur havzasında bulunan, benim bile soyumdan izler taşıyan şu ara sokaklarda bulunan anılarımızın yok edilip TOKİ’ye teslim edilmemesini söylemek istedim” demişti.

1968-1972 yıllarında üniversite öğrenciliği sırasında müzikle sahnelere çıkan Suavi; Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi önemli isimlerin şiirlerini de besteledi.

2016’da İzmir’deki bir etkilikte yaptığı bir konuşmada, ‘Erdoğan’a hakaret ettiği’ gerekçesiyle hakkında dava açılan Suavi’ye önce 11 ay 20 gün hapis cezası verilmiş, daha sonra da bu ceza 14 bin lira adli para cezasına çevrilmişti.

Öncelikle, müzisyen olmanız hasebiyle çalışmalarınız ve müzik piyasasının durumunu konuşarak başlayalım istiyorum.

Dünya şekil değiştiriyor, biçim değiştiriyor ve üretim ilişkileri gittikçe farklılaşıyor. Bu anlamda müzik de, sanat da değişiyor. Bu durumda sıkıntı da büyük oluyor. Türkiye’yi esas alarak konuşmak gerekirse, klasik anlamıyla müzik yapımcılığı modeli bitiyor ve özellikle de yapımcıların ve ilgili meslek birliklerinin bu sürece ayak uydurmasında büyük sorunlar yaşandığını görüyoruz. Teknolojinin bu kadar gelişmesinden dolayı artık herkes birer yapımcı olabiliyor.

Müzisyenlerin durumu nedir, onlar yeni döneme ve teknolojiye uyum sağlayabiliyorlar mı?

Müzisyenler biraz daha avantajlı durumda çünkü teknolojiye daha yatkın bir yerde duruyorlar. Müzisyenler ellerindeki bir enstrümanla yeni teknolojiyi de kullanarak bir şeyler üretebilme olanağına sahipler. İki kişi bir araya gelerek home office ortamında bir lezzet oluşturabiliyor ve bu, sosyal medya üzerinden çok büyük kabul görüyor. Eser kabul görürse de tüm dünyaya ulaşmış oluyor.

Sosyal medya, halkın ve kitlelerin kültürel ve sanatsal üretimlere bu kadar kolay ulaşabilmesine olanak mı sağlıyor?

Evet böyle bir olanak sunuyor, ancak hem sanatsal üretimleri takip edenler hem de bunu yapanlar açısından ayrı bir disiplin, ayrı bir dikkat gerektiriyor. İçinde korsanı da kuralı da olan bir alan. Yani bunun çerçevesinin çok iyi çizilmesi gerekiyor. Hem maddi hem de manevi açıdan sanatsal üretim yapanın haklarının korunması gerekiyor. Fikri mülkiyet hakkı önemli bir alan olarak korunmalı.

Peki tam da burada MESAM’a gelmek istiyorum. Siz de MESAM’da yöneticilik yaptınız. Son günlerde çok sert tartışmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Evet, ben MESAM’da Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı dahil yıllarca çalıştım. Son günlerde Arif Sağ ile Orhan Gencebay üzerinden yürütülen bir tartışma var. Benim de yönetimde olduğum bir dönemde Orhan Gencebay’a başkan olması yönünde teklifte bulunulmuştur. O zaman Orhan Gencebay’ın MESAM başkanı olmak gibi bir derdi yoktu. Ancak bugün iktidarın bütün bu alanları bir biçimde denetimine alma isteğinden dolayı MESAM da bir anda tartışmalı bir duruma geldi. Orhan Gencebay ve onun yanında duranlar tercihlerini iktidardan yana kullandılar. İnsanlar bir tercihle karşı karşıya kaldıklarında kendi karakterlerine uygun bir tercihte bulunurlar. Burada önemli olan yapılan tercihin savunulabilir bir yanının olmasıdır. Bu yönelimleri daha çok hayat sorgulayacaktır. Tarih notunu almıştır.

Tabii bütün bu tartışmaların sonucunda MESAM’a kayyum da atandı.

Doğru hiç de gerekli olmayan bir uygulamaydı ve kayyum atanarak MESAM’a el konuldu. Ancak genel kurulun yapıldığı gün Arif Sağ ve ekibi genel kurulda hazır bulunan üyelerin ezici çoğunluğu ile tekrar önce üyeliğe alındılar ve ardından yönetime getirildiler. Bununla birlikte de iktidarın MESAM üzerinde geliştirmeye çalıştığı politikanın kaybettiğini görüyoruz.

Sanat Türkiye’de büyük bir yozlaşmanın da yaşandığı bir alanmış gibi gözüküyor, parça bütüne benzer, sanat da bundan payını alıyor mu?

Doğası gereği sanat ve sanatçı muhalif bir duruşa sahip olmak zorundadır. Türkiye’de sadece bu dönem için değil önceki iktidarlar döneminde de bu durumlar yaşandı. Örneğin Demirel döneminde Çankaya Köşkü’nde devlet sanatçısı unvanı payesini alanlar oldu. O dönem Devlet üzerinden kendilerine sunulan bu payeyi çok az sayıda sanatçı almayı reddetti. Birileri de bugün çok daha gözümüzün içine bakarak, iktidarın çizdiği çerçeve içerisinde poz vererek kırılmanın ve ayrışmanın çok daha derin olduğunu göstermektedir.

Sanatın gerçek anlamıyla senkronize sanatçı kavramı açısından bir harakiri yapma durumu mu söz konusu?

Tabiki sanatı ve sanatçılığı sadece bu bahsettiğiniz insanlara yüklersek bu topraklara haksızlık etmiş oluruz. Bu topraklarda üretilen sanat da sanatçı da sadece bu insanlardan ibaret değildir. Bu insanlar sanattan istifa etmediler sadece bulundukları yerden istifa ettiler. Bu durumun bir boşluk yaratacağına da inanmıyorum. Pir Sultanlar, Yılmaz Güneyler, Nazım Hikmetler, Ahmed Arifler ve Ruhi Sular yetiştirmiş olan bu topraklar sanat ve kültür anlamında çok verimlidir ve mutlaka bu alanları dolduracak gençler geleceklerdir. Bugünkü kuşatma, karşı olan insanlar üzerinden yapıldığından, şöyle görmek lazım; Yılmaz Güney’e ve Ahmet Kaya’ya yapıldığı gibi yeni kuşaklara bir tehdit oluşturmak amaçlıdır. Bu durumdan korkanlar olacaktır elbet ancak bu durumu dikkate dahi almayanlar olacağı gibi bu alanda bedeli ne olursa olsun korkusuzca yürüyecek olanlar da olacaktır. Dünya bu bedeli ödeyen insanlar üzerinden sanattan payını alarak estetize edilmiş ve bir şekle büründürülmüştür. Sanat ve sanatçı doğası gereği muhaliftir ve asla iktidarla flört etmemelidir.

Bugün birçok sanatçı, yazar, gazeteci ve entelektüel yurt dışına çıkma eğiliminde. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açlık temel bir dürtüdür. Cinsellik ve annelik dürtüsü gibi. Mesleki anlamda kendini çok iyi yetiştirmiş olan birçok insan, fiziksel olarak açlığa mahkum edildi. Diğer önemli bir konu da manevi açlıktır, buna mesleki açlık da diyebiliriz. 12 Eylül dönemindeki fişlemeyi çok çok aşan, çok daha berbat ve acımasızca yaptırımlar üretmeye çalışan bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Ekonomi üretemiyorsanız kişiliğinizde zedelenme ve kırılmalar olur. Üreten insanların tüm maddi ve manevi alanları tasfiye ediliyor. Bundan dolayı insanlar hem yaşamlarını sürdürmek hem de kendilerine olan saygıyı sürdürmek için başka coğrafyalara, farklı üretim alanlarına geçmek zorunda kalıyorlar. Bu bir kaçış değildir. Umutların tekrar yeşerdiği zamanlarda bu insanların tekrar geri döneceklerine inanıyorum.

Bütün bu yaşananlar, yaklaşık 40 yıldır süren bir savaşın sonuçlarıdır da. Hala adil ve kalıcı bir barışın sağlanamamış olması, sanattan kültüre, ekonomiye, sosyal ve siyasal yaşama ne tür etkileri oluyor?

Savaş herkesin göğüsleyebileceği bir şey değildir. Ben savaşı sadece savaşan taraflar, eline silah alanlar olarak değerlendirmiyorum. Direnmek, doğru yerde durmak ve kimliğine sahip çıkarak durduğu yeri korumak da bir savaştır. Bu, savaşın bir parametresidir. Savaş, savaştan beslenen ve bunu bir yaşam biçimi haline getiren ve tasfiyeyi bu şiddet üzerine kuran anlayış tarafından ele alındığında, toplumun bütün kesimlerine, kandan, borandan ve toz dumandan pay düşecektir. Burada, herkes bu baskıyı kaldırabilir mi sorusu akla gelebilir: Kaldıramaz. Ben anlamda belirgin korkunun, insanca olduğuna ve kuşatmanın bazı yerlerde kırılmalar yaratacağına inanıyorum. Herkes İbrahim Kaypakkaya değildir. Herkes baskıya ve işkenceye direnemeyebilir. Ama son tahlilde nereden geldiğimizi, neyi savunageldiğimizi unutmadan varlığımızı bundan sonra sürdürürken de hangi ilkeler üzerinden yolumuza devam edebileceğimiz tespitine sımsıkı sarılarak elimizden bırakmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Savaş aynı zamanda ürkütebildiklerini satın da alabilir. Savaşlar büyük bütçelerle yapılır ve sponsorları büyük kapitalistlerdir, emperyalizmdir. Savaşta kendi propagandalarını yapabilmek için toplumun gözünde itibarlı olan şahsiyetleri ve kurumları kuşatırlar ya da satın alırlar. Ama son tahlilde hayat hep savaştan yana giderse, yapmacık dostlukların ”infazı” da kaçınılmaz olur. Yani bugün onlar açısından sevimliymiş gibi gözüken ilişkiler yarın başka çatışmalara ve yüz üstü bırakmalara gebedir.

Muhalif bir sanatçı olarak gerek konserler için gerekse de insan hakları ihlallerinin yapıldığı zamanlarda Kürt illerini ziyaret ettiniz. Bugün birçok Kürt ili yakılıp yıkılmış ve adeta insansızlaştırılarak yeryüzünden silinmek istenmiştir. Siz duyarlı bir sanatçı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan toplantılara katılmadıkları için görevden alınan muhtarlar görüyoruz. Bunların hangi bölgenin seçilmiş muhtarları olduğuna baktığımızda, ağırlıklı olarak Kürt bölgelerinden olduklarını görüyoruz. Bunun, özellikle de siyasi tercihlerini HDP’den yana yapanların, halkların özgürlük hareketi için mücadele veren, partiyi ön koşulsuz destekleyen insanların olduğu yerlerde yaşandığını görüyoruz. Dolayısıyla yıkımlara; muhtarlar, belediye başkanları ve burada meşru siyaset üreten her kademeden insanın köklü bir şekilde tasfiyesine tanık oluyoruz. Mimari, sosyal ve ekonomik altyapıda farklılıklar yaratarak kentlerin çehresinin, dokusunun bozulduğu kuşatmaların oluşturulduğuna tanık oluyoruz. Örneğin Sur bir yandan restore edilirken diğer yandan gerçek Sur yıkıma tabi tutulmaktadır. İnsanlar mahallelerini ve adreslerini geçmişlerini unutmak durumunda kalacaklar. Hedeflenen, TOKİ üzerinden de olsa, yeni mahalleler yaratmak, oradaki bir geçmişi, bir benliği ve kendini ifade edebildiğin birikimi, hafızaları tasfiye etmektir. Bu tüm insanlık adına büyük bir kayıptır. Burada 1000 yıllık bir insanlık birikimi ve mirası yok ediliyor. Bütün bunlar adeta bilinçli yapılan hamlelerdir. Bu, renk körlüğü yaratmak için cezaevlerindeki hücreleri beyaza boyamak gibidir. Bunlar daha önce de emperyalist ülkeler tarafından denenmiş modellerdir. Bu yıkımların yerine son derece sevimsiz ve ucube şeyler planlanmıştır.

Siz aynı zamanda HDK kurucususunuz. Bugün onlarca belediyeye kayyum atanmış, HDP’li binlerce siyasetçi ve belediye eşbaşkanları tutuklanmış durumdadır. Bu saldırılara karşı HDP’nin gerekli ve yeterli direnişi gösterdiğine inanıyor musunuz?

Kuşkusuz ki tüm ülkede büyük bir yıkım yaşanıyor. Yine de buradan bir umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Henüz bütün ışıkların karartılabildiğine inanmıyorum. Her şeye rağmen bir ışık umudu vardır mücadelenin. Evet bugün biraz daha güçsüz görülebilir, bazı mevzileri ve demokratik kazanımları kaybetmiş olabiliriz. Siyaset üretebilen, halkını ikna edebilen ve bugün moral ve motivasyon cümleleri kurabilen insanlar halkı ile temas edemez bir izolasyon içine alınmıştır. Bunun yarattığı boşluk başkaları tarafından doldurulmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu sürecin biraz durağan, biraz sarsıcı ve biraz tedirginlik yaratan görüntü veriyor olması tartışılmaz bir durumdur. Ama bu ruh hali bile; kaybettik bittik ve asla bir daha doğrulamayız cümlesi değildir. Bugün yaşananlar en kötü ihtimalle biraz zaman kaybetmektir. Şunu biliyoruz ki hiç umulmadık bir anda üstümüzü silkeler tekrar ayağa kalkar ve bıraktığımız yerden tekrar başlarız. Bütün seçeneklerimiz ve hamleler henüz tükenmedi. Bu seçenekleri demokrasi bilinci ile doğru siyasi tahlillere dönüştürebilecek insanlarımız var.

Mart 2019’da yerel seçimler yapılacak. CHP’nin seçim işbirlikleri oluşturmak yerine sağcı ve milliyetçi partilerle ve adaylarla işbirliğini tercih ettiğini görüyoruz. Bu da iktidarın işini çok daha kolaylaştıran bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman CHP’nin de etkinliklerinde sahneye çıkan bir sanatçı olarak bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi’nin sorumluluğu küçümsenmeyecek bir boyuttadır. Bugün bu sorumluluktan kaçamayacağı bir noktadadır. Bugün CHP’nin içinde delegesinden yönetim kadrosuna kadar her katmanda ciddi sıkıntılar var. İktidara karşı verilecek olan demokratik mücadelede bir yan yana gelişin, yüzde 50 ile mutlak bir ittifak onları yenebilmenin bir ön koşulu olduğunu göremedikleri sürece, hiçbir partinin bu iktidarı yenmesi ve tek başına iktidara gelebilmesi olanağı yoktur. Yerel seçimler genel seçimlerden çok daha önemlidir. İttifak kültürüne bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yani yeni bir Gezi ruhuna ihtiyacımız var ve bugün kaybetmeye hazırsak kazanabileceğiz, gerçeği ile karşı karşıyayız.

Bütün bu konuştuklarımız düzen tarafından belirlenmiş sınırlar içinde yapılabilecekler ile ilişkili yani iktidarın sandık ve seçim sonucu yenilgiye uğratılması düşüncesi. Bu iktidarın sandık ve seçim sonucu yenileceğini inanıyor musunuz?

Hayır. Bugünkü şartlarda inanmıyorum. Bu iktidarın sandıktan çıkacak seçim sonucuna göre iktidarı bırakabileceğine ihtimal vermiyorum. Bunu CHP yöneticilerinin de HDP yöneticilerinin de görüyor olduklarına eminim. Bugünkü parlamentonun yapısını ve işleyişini göz önüne alırsak belki parlamento dışı yan yana geliş kitlelere heyecan verici bir umut, bir çözüm olabilir.

Bütün bu gelişmeler ışığında baktığımızda adil ve kalıcı bir barış ihtiyacının olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Adil ve kalıcı bir barış ihtiyacı, demokratik ve sivil özgürlükçü bir anayasa ihtiyacı olduğu açıktır ve bu; mevcut iktidarla daha önce denendi. Başkan Abdullah Öcalan’ın Newroz manifestosu ile başlayan süreç daha sonra bambaşka bir yere evrildi. Aynı iktidar bugün varlığını sürdürüyor ve ülkede yeni bir yapı inşa ederek sürdürüyor bunu. Kürt sorununun demokratik yoldan çözümü için yapılacak olan hamlelerin samimiyetinin bugün için sıfıra yakın olduğunu düşünüyorum. Barışa tek taraflı ihtiyaç duyuyor olmak bir anlam ifade etmiyor. Barışa ekmek ve su kadar ihtiyacımız var, ancak karşı tarafın da barışa ihtiyacını sağlayabilirsek bu mümkün olabilecektir. Yani barışın, demokrasinin, sivil ve özgürlükçü bir anayasanın; tüm toplum kesimlerinin ihtiyacı haline getirilmesi şart. Demokrasinin ortak bir talep ve temel bir ihtiyaç olduğunu iktidara kabul ettirmek zorundayız.