'30 yıl müftülük yapan birisi olarak kan döken İslamiyet’i ret ediyorum'
HDP Amed Milletvekili Nimettullah Erdoğmuş, Yezid’in ‘Saray saltanatı’nın devamı olan devletlerin İslamiyet’i kendi iktidarları uğruna halkları heder ettiğini söyledi.
HDP Amed Milletvekili Nimettullah Erdoğmuş, Yezid’in ‘Saray saltanatı’nın devamı olan devletlerin İslamiyet’i kendi iktidarları uğruna halkları heder ettiğini söyledi.
Kürdistan’da verilen özgürlük ve demokrasi mücadelesine karşı Türk- İslam sentezini kullanan iktidarların İslamiyet’in içini boşalttığına dikkat çeken emekli müftü olan HDP Amed Milletvekili Nimettullah Erdoğmuş, Yezid’in ‘Saray saltanatı’nın devamı olan devletlerin İslamiyet’i kendi iktidarları uğruna halkları heder ettiğini söyledi.
Ortadoğu’da Hz. Muhammed’den sonra İslamiyet’i Saraya taşıyan Muaviye saltanatının yürütücüleri olan iktidarlar, bugün de saraylarını korumak amacıyla kan dökmeye devam ediyor. İslamiyet’in çıkışı ile cahiliye döneminin yerine gelen ‘saadet dönemi’ni anlatan HDP Amed Milletvekili Nimettullah Erdoğmuş, Muaviye ile birlikte İslamiyet’in daha sonra iktidarların tahakküm aracına dönüştüğüne dikkat çekti. Yaşadığımız coğrafyada ‘İslam’ adı altında halkların boğazlaşması ve Türk- İslam sentezini değerlendiren emekli müftü olan Erdoğmuş, ANF’nin sorularını yanıtladı.
Bugün Ortadoğu’da İslamiyet adına yapılan siyaset ile İslamiyet’in ‘Saadet dönemi’ arasında neler değişti? İktidarlar İslamiyet’i nasıl kendi çıkarlarına göre kullanıyor?
Öncelikle şunu esefle, üzülerek söyleyeyim ki, İslamiyet’in içi boşaltılarak tarihten, Emevilerden buyana kendi iktidarını ayakta tutabilecek bir kaldıraç, bir dayanak şeklinde kullanılmasının sonucudur bugün yaşadıklarımız bu acı gerçekler. Bakınız bir Hz. Peygamber döneminde uygulanan bir İslamiyet var, onun kaynağı Kuran Kerim, onun uygulayıcısı da Hz. Peygamberdir. Yani pratiği, Hz. Peygamber döneminde yaşananlar asıl saadet dediğimiz tarihte çok açık bir şekilde şeffaf. O şekilde savaş, barış, ekonomi, siyaset, eğitim bütün konuların çok net olduğu bütün tarihçileri gözü önünde sadece İslam tarihçileri kastetmiyorum. Bütün tarihçiler o süreci net bir şekilde görebilirler. Hemen ondan sonra gelen Emeviler dönemi var ki, Hz. Ali ve Emeviler döneminde tanımlanan Hz. Peygamberin nesli diye kabul ettiğimiz o Ehli Beytin Eshabeler hayatta iken, Emevi uygulamalarına karşı, Hz. Ali öncülüğünde nasıl mücadele verdikleri de tarih şahitlik etmektedir.
Şöyle bir incelik var deniliyor ki; Hz. Peygamberin muhatapları müşriklerdi. O günün egemen güçleri o günün ifadesiyle Arabistan’ın Yarım Adası aslında Mekke merkezli hem inanç hem de ticaretin zirvesini yaşıyordu. Bakınız o günkü Arapları, Cahiliye Dönemi olarak nitelendiriyoruz. Neden Cahiliye dönemi deniliyor? O dönemde Arapların tamamı cahil oldukları için değil, tamamen bedevi hayatı yaşadıkları için bu şekilde adlandırılmamış. O dönemde adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, sınıfsal ayırımların, köle efendi sisteminin, inançtaki yozlaşmanın ve toplumsal yozlaşmanın dönemi olduğu için ona cahiliye dönemi deniliyordu.
O dönemde hem inançtaki bölünmüşlüğe, hem toplumdaki adaletsizliğe, zulme karşı Hz. Ali’nin Emeviler karşısında verdiği mücadelenin zorluğu söyleyen uzmanlar var. Hz. Ali ve çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin döneminde Emevilere karşı verdiği mücadelede bir galibiyet yok. Neden yok? Çünkü o dönemin Emevi yöneticileri kendilerini Müslüman olarak nitelendiriyorlardı. Hz. Ali’nin kendilerine karşı verdiği mücadeleyi de; ‘bunlar ne istiyor? İslamiyet var, camilerimiz açık, ne güzel eğitim veriliyor kuran öğretiliyor, hepimiz için İslam için harıl harıl çalışıyoruz’ diyorlardı. Fakat yaşamları bir saray yaşantısıydı. Bizzat Bizans yönetimini kopyalayarak Şam’da saray yönetimi ile Müslümanları yönetmeye çalışıyorlardı, onun çekirdek kadroları yanı başında tutuyordu. Kendi uygulamaları tamamen din dışı olmalarına rağmen, isimlerin, kimliklerinin Müslüman olması hasebiyle Hz. Ali’nin girdiği iki meşhur savaşa rağmen yine bir suikast sonucu hayatını kaybediyor. Yine Hz. Hasan babasının verdiği mücadeleyi sürdürdüğü sırada zehir veriliyor, daha sonra kardeşi Hz. Hüseyin bir haç mevsiminde kendisi Mekke’deki hacı adaylarına hitaben diyor ki; ‘bugün haç yapma günü değildir, bugün Yezid zulmediyor. Ona karşı mücadele vermek sevapların en büyüğüdür. Onun için benim Irak’a dönmem gerekiyor’ diyor. Ve Mekke’den Irak’a doğru yola çıkıyor. Ancak oradaki insanlar Hz. Hasan’a şunu söylüyorlar; ‘Yezid çok güçlü ve çok zalimdir. Seni yok edecek’ demelerine rağmen kendisinin o tarihi konuşması şudur; ‘ben kendi ailem ile birlikte yola çıkıyorum, benimle gelip gelmemekte serbestsiniz’ diyor. 72 kişilik bir aile erbabıyla Kerbela’ya doğru yola çıkmıştır. O dönemde kadınların da çok büyük rolü olmuştur. Sonuç, bir şekilde Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit ediliyor ve kellesi gövdesinden ayrılarak Şam’a götürülüyor. Yezid’te Hz. Hüseyin’in başında durarak ‘biz bugün de devrim intikamını aldık’ diyor. Yani tarih bu şekilde İslam’ın kullanıldığı ve saltanatı kullanarak İslam’ın içerisi boşalttığını saltanata dayanak edildiğini görebiliyoruz.
İktidar ve saltanat uğruna İslam’ın hakim olduğu coğrafyada tarihte halklar boğazlandı. Bugün de İslam’ı kendilerine bayrak eden iktidarlar kan akıtmaya devam ediyor. Bunu İslamiyet olarak tanımlamak mümkün mü?
Çok geriye gitmeye gerek yok bugün de bir İslam coğrafyasına bakalım; şuan da DAİŞ nerden çıktı? Kimdir bunun katkıları? Bunun yöneticileri, liderleri? Bazı isimler geçiyor ama bir hareketin, bir davanın savaşan ve şuan da devlet olduğunu iddia eden bir yapılanmanın kadrosu olmaz mı? Demek ki bu yapılarla mevcut iktidarlar içli dışlı olduğu gerçeği var. Bunu kimse inkar edemez. Bakınız ülkemizde bile kimlerle ittifak içerisinde. Şuan Ortadoğu ülkeleri olan Suudi Arabistan, Katar, Körfez sermayesi, kısa zamanda da İsrail ile ilişkilerin geliştirmesi çabası içerisine girmiştir. Şuan bu ülkeler emperyalizme hizmet etmiyor mu? Ortadoğu’nun mazlum halklarının kanının akmasına sebep olan kahir ekseriyet bu ülkeler sebep değil midir? Bütün bunları birleştirdiğimiz zaman bunların İslamiyet gerçekliği ile hakikat ile çok da ilgilenmediklerini görebiliyoruz. Toplumların inançlarına bakıp da İslamiyet’i tahlil etmemiz mümkündür. İdarecilerin, kralların, sultanların yaşamlarına bakarak İslamiyet’i tanımlaya çalışırsak gerçek İslamiyet’i göremeyiz. Bunların yaşadığı İslamiyet’i, 30 yıl müftülük yapan birisi olarak ben böyle bir İslamiyet’i ret ediyorum. Zalimin yanında yer alan, kan dökücü, çocukları, kadınları, insanları kendi saltanatları uğruna, iktidarları uğruna İslam alemini heder eden bir anlayış İslamiyet değildir. Böyle bir İslamiyet yoktur. Ama maalesef İslamiyet adıyla, nasıl bugün dünyada medeniyet adına, demokrasi adı altında birçok cinayet, vahşet yaşanıyorsa bunlarda aynısını yapıyor.
Sokağa çıkma yasağı ile birlikte insanların cansız bedenleri günlerce kar üstünde bekletiliyor. İslam kimliği üzerinde siyaset yapan iktidarın cenazelerin defnedilmesine dahi izin verilmemesi İslam inancında yeri var mı?
İslamiyet’te bir cenazenin defnedilmesi acilen bir kesim tarafından defin işlemi yapması gerekmektedir. O kadar acil bir konudur ki ertelenemez, geciktirilemez, herkesi bir araya getirelim ki bu görevi ifşa edelim. Acilen o cenazenin defnedilmesi gerekmektedir. Eğer bu görev yerine getirilmediyse orada yaşayan herkes sorumludur. Kaldı ki farz-i kinayenin, oradaki Allah’ın emrinin yerine getirmemesinin önünde bir müdahale var. Yani bu cenazenin namazı kılınması kinayedir. Ya gidip Kabe’yi ziyaret etmeyi engellemektir, ya bir caminin kapısını kapatıp ibadet etmesini engellemektir veya seccade başında namaz kılan kişiye müdahale edenin günahı neyse bu cenazelerin defnedilmesi önünde engel olanlar da böyle günah işlemektedir. Bırakın günahı, Hz. Adem’in çocukları Habil ve Kabil vardır, Habil, Kabil’in katilidir. Buna rağmen Habil vicdanlı bir katildir, kardeşini öldürdükten sonra Kuran-i Kerim’de geçtiği gibi; bir karga öldürdüğü kardeşini gömmek için toprağı eşeliyor. Ve Habil bundan kaynaklı dizlerini döverek, ‘ben bir karga kadar olamadım, kardeşimi gömmeyecek kadar mı insanlığımı yitirdim’ diyor ve kafasını taşlara vurarak kendisini cezalandırıyor. Şimdi bir insan öldükten sonra düşmanın dahi olsa, sana karşı harekete de geçse sonuçta o insan orada hayatını kaybetmişse o düşmanlık orada biter. Onun dünya ile alakası kesilmiştir. Bir an önce ait olduğu mezarıdır ve bir an önce mezarına iade edilmelidir.
Şimdi deniliyor ki cenazeler propaganda amaçlı bekletiliyor. Bu propaganda amaçlı değildir, eğer bu cenazeler insanlığınızı teşhir ediliyorsa oturup ondan utanmanız lazım. Buna yorum yapacağınıza, sebepler ve sonuçları getirip kendi kendilerinize gerekçeler üreteceğinize insanlığımızın bir testi olan cenazeler aylardır defnedilemiyor. Bu tarihin hiçbir döneminde yaşanmamıştır. Mesela Araplar cahiliye döneminde yaşanan savaşlarda bile 4 ay sulh ve selamet ayları olarak kabul ediliyordu. Bu kadar kabile savaşları olmasına rağmen o 4 ay selamet ayı deniliyordu. İnsanlar bu süre zarfında ticaretini yapıyordu, insanlar kışlık erzakını temin ediyordu ve 4 ay bittikten sonra düşmanlıklar yeniden devam ediyordu. Şimdi bir saat istiyoruz, bize birkaç saat müsaade edilsin bu süre zarfında cenazelerimizi defnedelim. Deniliyor ki ‘örgüt propagandası yapıyorsunuz’ böyle bir şey olabilir mi? Aileler çocuklarının cenazelerini alabilmek için bedenini açlık grevine yatırmışlar. Bir aile, kendi evladının cenazesini hangi amaçla olursa olsun toprak üzerinde, kar üzerinde bırakabilir mi? Siz bu çocukların cenazelerini ailelerine verdiniz mi onlar almadı? Ama hepsinden önemlisi biz mağdur edebiyatı asla yapmıyoruz, burada bir çürümüşlük var. Allah’ın izniyle sizin bu zorlamalarınıza rağmen cenazelerimize sahip çıkacağız, bu haliyle o cenazeleri defnedeceğiz ve yasını da tutacağız. Onları asla ve asla ortaya koyduğu davranış ve direnişlerini de unutmayacağız. Ama bir gerçek var bu manzara bizim insanlığımızın çürüdüğünü gösteriyor.
Ama bu yaşananlara ön ayak olan devlete bağlı inanç kurumları da var.
Mağdur olan biziz, Kürt halkıdır ama devlet bu haliyle savaşçı iktidar hem kendisi hem kurumları bir çürümüşlük içerisinde olduklarını da bir şekilde ortaya koyuyor. Diyanet işleri adında bir kurum var. Diğer seçim sürecinde bu kurumun devletin denetiminde devletin himayesinden çıkmalı ve özerk kalmalıdır demiştik. Ama bu önerimize karşı diyaneti eleştirirken, bizim ‘dine karşı olduğumuzu’ lanse etmeye çalıştılar. Bakın hele Diyanet İşleri Başkanı hangi konularla gündeme geliyor? Cenazeler yerdeyse, katliamlar yapılıyorsa din adına hizmet ettiğini iddia eden bir kurum, bunlarla ilgili tek bir söz söylememişken, barış ile ilgili tek bir söz söylememişken, bakınız son günlerde bu kurum hangi söylemle gündeme geldi, ne hale getirdiler bu kurumu? Çürümüşlüğün böylesi var mı? Diğer kurumlarda aynı duruma getiriyorlar. Ama bu halk karakteri itibari ile galip geleceği herkesin bilinmesini istiyorum.
‘Din’ ve ‘İslam’ sözcüğünü ağzından düşürmeyen AKP hükümetinin Kürdistan’daki bu uygulamalarına İslami çevrelerin de sessiz kalmasını söz konusu… İslami literatürde zulme karşı sessiz kalanlara ‘dilsiz şeytan’ olarak tanımlıyor.
Sadece İslami çevreler değil, bakınız akademisyenler bir bildiri yayınladı. Bin 100 akademisyen kolay yetişmiyor, bu akademisyenler, bin 100 akli düşünün bir dünyaya katkısını düşünün, ama ne deniliyor? Bakınız bir mafya lideri diyor ki ‘ben sizin kanlarınızla düş alacağım’ bir eliyle bozkurt işareti yapıyor, diğer eliyle de ‘Rabia’ işareti yapıyor. Türkiye’nin şuan içerisinde bulunduğu durum budur. Bu adam kendisine mi düşüyor? Hayır, ama burada korku imparatorluğu yaratılmaya çalışılıyor. Bu tür cellatlar ile toplum sindirilmeye çalışılıyor, bu şekli ile vicdan sahipleri, akademisyenleri baskı altına almaya çalışıyorlar, batıdaki demokrat çevreleri de bu tür tehditlerle sindiriyorlar ki burada herhangi bir sızındı olması halinde topyekün bir Ortadoğu’da yeniden hakkın, hukukun bu zalimlere karşı birleşeceklerini bildiklerini bildiği için şuan her kesimi susturmaya çalışıyorlar. Kendileri nasıl bir infialin, bir kaosun içerisinde olduğunu bildikleri için adamlar bunu bastırmaya çalışıyorlar. Ama sonuç itibariyle hiç beklemedikleri bir zamanda bu gerçeklik, hakikat fışkırmış olacak. Fışkıran bu hakikat ile yerini bulacak.
AKP’nin savunduğu Türk- İslam sentezi ile Saray saltanatını sürdüren Emevilerin yürüttüğü İslamiyet ile arasında bir fark var mı?
Bunlar gerçekten Türk- İslam sentezini savunsalardı biz de anlardık ve derdik ki sürdürdükleri dar, kof, Türk- milliyetçi, şuan MHP’nin ülkü ocaklarının savunduğu Türk İslam milliyetçiliği sisteminde ısrar ettiklerini söylerdik. Şimdi bu tezde bir samimiyetlik te var, nedir bu dürüstlük? Türklüğü önde tutuyor, dinine de Müslüman diyor ve bunun adına da Türk- İslam sentezi diyor. Fakat bu iktidar bunu ters yüz ederek Türk İslam sentezine dönüştürmeye çalışıyor. Bakınız başta ‘İslam’ diyor, daha sonra Türklüğü İslam bekçiliği ile tanımlama çalışıyor. Türk İslam sentezinin hedefleri bellidir, ama burada ‘Türk’ kelimesinden önce ‘İslam’ deniliyor, İslam’ın bütün şiarları ortada görülüyor ve onun içerisinde Türklük imparatorluğu tesis ediliyor. Bakınız siz burada şunu yapıyorsunuz dediğimiz zaman; ‘biz başta İslam diyoruz bunlar İslam’a karşı çıkıyorlar’ diyorlar. Emevilerin Hz. Ali’ye yönelik Kuran’ı hakem olarak ortaya koyarak yıldırmaya çalışmışlardı. Bugünde hiç bir şey değişmemiş. Bugün de Kuran’ın emirlerini, peygamberimizin söylemlerini nasıl da bayraklaştırarak kendi gelecekleri için kendi imparatorluklarını, iktidarlarını korumak için bunu nasıl kullandığına tanıklık ediyoruz. Bunu batı kamuoyuna, dindar çevrelere söylediğimiz zaman, ‘bunlarda din var, iman var, dine hizmet var vs.’ diyorlar. Ama burada en tehlikeli yöntemlerle kendi iktidarlarını oluşturmak için gerçekliği körelterek kendilerini ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Mevcut iktidar, Kürtlerin kimliğini kabul etmediği gibi birde inancına yönelik sürekli aşağılayıcı söylemler kullanarak propaganda yapıyor. Kürtler inancını, dini kendisine kalkan yaptığına dair bir bulgu, belge var mıdır?
Her şeyden şunu söyleyelim Kürtlerin tarihte onlar gibi ne bir imparatorlukları olmuş ne saray ve saltanatları olmuş ki dini kendi siyasi amaçlarına, emellerine, kendi saray ve imparatorluğunu getirip kurban etsinler. Kürtler bagajında bu yok. Kürt toplumu dini benimsemesiyle, kendi toplumsal yaşantısında ahlakını, inancını, hayatını tanzim ederken siyasetten bundan uzak kalarak yapmışlardır. Yani Kürtlerin bir devleti olmamıştır ki o devlet alışkanlıkları olsun. Kürtlerin tarihinde böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Tam tersini söyleyeyim Kürtlerin bir din devleti de olmamıştır. Bir devlet dini olmadığı gibi, bir din devleti de olmamıştır. Şimdi bunlarda her ikisi de mevcuttur. Hem tarihte din devletini kurduklarını iddia ediyorlar, hem de devletin dini olarak bildiğimiz saltanatın, sarayın asıl İslamiyet’i resmileştirerek resmileştirdiğini de biliyoruz. Şimdi Kürtler bu her iki durumdan uzak kaldıkları için onlar sürekli dinine karşı sadık yaşamışlardır. Bugün Kürtleri kimlikleri kabul etmek istemiyorlar, halk olarak kabul etmiyorlar, Kürtlerin dinini sorgulayacak kadar ileri gidiyorlar. Bir takım hesaplar için bakın öyle bir noktaya geliyorlar ki Kürtleri Allah’ın kulu olarak da kabul etmiyorlar. Bu kadar bir haddi aşma var. Kürtlerin Allah’ın kulu olup olmama noktasında da onlar bu kararı veriyor. Bu çok büyük bir tehlikedir. Bizim Allah’ın kulu olup olmadığımızı Allah değil, onlar bu kararı verme hakkını kendilerinde buluyorlar.