Amed: Açlık grevi yerine farklı yöntemlerle direnilmeli!

Zindanlardaki açlık grevlerini değerlendiren PAJK Zindan Komitesi Üyesi Berbihîv Amed, “Farklı direniş yöntemleriyle direnmeyi daha doğru buluyoruz. Zindanlarda açlık grevine girmektense dışarıda aktif eylem hattı oluşturulmalıdır" dedi.

PAJK Zindan Komitesi Üyesi Berbihîv Amed, ANF’ye verdiği mülakatta çok sayıda konuyu değerlendirdi. Amed, 1 Haziran 2004’teki hamlesi, 14 Temmuz 1982’de Amed zindanındaki Büyük Ölüm Orucu ve 15 Ağustos 1984 Atılımı kapsamında siyasi askeri-süreci, Heftanîn’de Türk işgalciliğine karşı geliştirilen gerilla direnişi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile diğer tüm siyasi tutsaklara yönelik tecrit, ağır hak ihlaller, cezaevlerindeki direnişler ve baroların direnişine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Özellikle Osmaniye, Hilvan ve Mardin cezaevlerindeki süresiz-dönüşümsüz açıklık grevlerine dikkat çeken Amed, “Biz zindan koşullarından kaynaklı bu tarz eylemleri doğru bulmuyoruz. Daha farklı direniş yöntemleriyle bu koşullara karşı direnmeyi daha doğru buluyoruz. Kaldı ki zindanlardaki arkadaşlarımızın açlık grevine girmelerindense dışarıda aktif eylem hattı oluşturulmalıdır” dedi

14 TEMMUZ’DAN HEFTANÎN’E...

14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’ndan 15 Ağustos Atılımı'na, oradan 1 Haziran 2004 Hamlesi'ne hareketiniz açısından önemli yıldönümlerinin olduğu bir dönemde, Türk işgali ve Heftanîn’deki gerilla direnişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğiniz üzere hareket olarak 1 Haziran Direniş Hamlesini çok boyutlu, çok yönlü bir hamle kapsamında değerlendirip ele almaktayız. 1 Haziran 2004 Hamlesi 15 Şubat 1999’da gerçekleştirilen Uluslararası Komplo saldırısına bir cevap niteliğinde olduğu kadar, “içimizdeki düşman” dediğimiz ihanete, işbirlikçiliğe, tasfiyeciliğe ve provokasyona karşı da bir direniş hamlesi olma özelliğini taşımaktaydı. 1 Haziran direniş hamlesi böyle çok boyutlu, çok yönlü bir hamleydi. Siyasi-askeri boyutları olduğu kadar ideolojik-örgütsel boyutları da vardır. 1 Haziran hamlesi tarihi süreçlerde Apocu Çizgi temelinde gelişen bir tutumdur karardır. Bu çizgi temelini 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunda düşmana karşı verilen bilinçli direnişin İdeolojik derinliğinden ve zafer kişiliği olma inancından alır. Apocu Çizgiyi çelikten bir irade olarak kimliklendiren Büyük Ölüm Orucu Direnişi, düşmanın diz çöktürme, irade kırma ve teslimiyeti işkencelerle dayatma politikalarına karşı inancın, bağlılığın, güvenin sarsılmaz temsili olmuştur. 12 Eylül faşist darbesine karşı, devletin Kürdü yok saymasına karşı, Apocu militan duruşun nasıl olması gerektiğinin ölçüsü 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişinde belirlenmiştir. Apocu fedai çizgi temelini bu köklü gelenekten almaktadır.

15 Ağustos Atılımı da çok boyutlu bir kalkışmadır. İçerisinde, Kürt Halkının sömürgeciliğe, köleliğe ve statüsüzlüğe karşı diriliş ve uyanışını silahlanma temelinde anlatması olduğu kadar, siyasi kader tayinini belirlemiş olduğunu da anlatmaktadır. Bir de zindanlarda gerçekleşen direnişe, büyük iradeye ve mücadele azmine verilecek cevap kadar, intikamı ve öç almayı da içermektedir. Acımasızca, canice 12 Eylül darbesiyle esir alınan arkadaşlarımıza işkence yapıldı ve katledildiler, bunun intikamını da içermekteydi. Zalimin mazluma zulmünün intikamını alma hareketidir Apocu Hareket. Ölüm oruçlarında ve zindan direnişinde şehit düşen her bir arkadaşın hayallerini gerçekleştirme, büyük inanç ve bilinçlerini yaymak kadar intikamlarını alma atılımıydı 15 Ağustos atılımı. Her bir şahadete anlamlı cevap verme Önderliğin her bir Apocu militan ve savaşçısında oluşturduğu yaşam felsefesi olmuştur. Önderliğimizin büyük şehidimiz Haki Karer yoldaşın şahadetine en anlamlı cevap olarak anısına partiyi kurma ve büyütme kararlılığı şehide yaklaşım felsefesi olmuş, daha sonra yaşanan her bir şahadette verdiği cevap bu temelde olmuştur. Apocular böyle bir tarihi mirasın kültürel geleneğini taşımaktadırlar. Ne istediğini bilenler olarak, Kürt tarih sahnesine o günden buyana böylesi bir direniş kültürüyle çıkmıştırlar. O günden günümüze TC devleti Kürdü yok etme politikasından vazgeçmemiştir. Düşmanımızı kahreden gerçekliğin de bu olduğuna inanıyorum. O gün Eruh ve Şemdinli’de tarih nasıl anlamlı bir duruşun yazılmasına tanık olduysa, bugün Heftanin’de yaşanan kahramanlık direnişi ile Ortadoğu’da oynanmak istenen tüm kirli siyasetlerin halklar lehine bozulduğuna da tanıklık edecektir.

PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi söz konusu olduğunda, Ortadoğu denkleminden bağımsız ve belirleyici rolünden uzak değerlendirmeler olmaz. Bildiğiniz gibi 2011 sürecinde Arap baharı yaşandı. Ortadoğu halkları ulus devlet ve onun yönetim şekline karşı baş kaldırdılar. Büyük ve görkemli direnişler gerçekleşti. Yalnız bu görkemli direniş hattı anti demokratik liderlerin devrilmesi ve yenilerinin atanması için verilen bedeller değildi şüphesiz. Arap baharı olarak tanımladığımız süreç, ne istediğini bilen halkın taleplerini serhıldanlarla dillendirmesi olsa da sonuç halklar lehine gerçekleşmemiştir. Baskı, zulüm, talan ve hırsızlık yapan hükümetleri istemediklerini, devletlerin anti demokratik yönetim şeklinin değiştirilmesi gerektiğini ortaya koyan bu başkaldırı bölgesel aktörlerin ve hegemon güçlerin devreye girmesiyle çarpıtılarak sonuç alması engellendi. Hükümetler devrildi, yeni hükümetler atandı ama bunların hiçbiri direniş hattının belirlediği talepler değildi. İstenilen halkların kardeşliği ve eşit, özgür, bağımsız, yerinden yönetim şekliydi.

OSMANLI’YI HAYAL OLMAKTAN ÇIKARMAK İSTİYORLAR

Sadece PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi Rojava devrimi ve Ortadoğu demokratik mücadelesiyle bu toprakların direnişçi halkının talep ve isteklerine cevap niteliğinde sistem projesi ortaya koydu. Bu da Demokratik Özerklik ve Demokratik Ulus formülasyonuyla Demokratik Ortadoğu Konfederasyonu olmuştur. Bu coğrafyanın ihtiyaç duyduğu yönetim modeli ulus devlet yönetim şekli hiç olmamıştır. Çoklu inanç değerlerinden ve bir kültürel mozaik olan çok dilliliğe ve ulusal kimliğe sahip olan bu coğrafya ulus devlet modeliyle yönetilemez. Ulus devletlerin sınırlarına sıkıştırılan halkları birbirine kırdırtma siyaseti sadece iktidarların egemenlik ve imparatorluk emellerine hizmet etmektedir. Çok iyi biliyoruz ki tekçilik merkeziyetçiliği doğurur, merkeziyetçilik de tek adam olma istemini yaratır. Bugün Rusya’nın içerisine girdiği sistem düzenlemesi bunu göstermektedir.

Bir de 19. yüzyıldan kalma Osmanlı hayalleri peşinde koşan T.C. devletinin erkek egemenlikli zihniyete sahip faşist şefi Erdoğan ve ortağı Bahçeli 21. yüzyılda neo Osmanlıcılık hayallerini hayal olmaktan çıkarmanın peşinden koşmaktalar. Erdoğan iktidara geldiği günden bu yana Ortadoğu’da yayılmacılık ve işgal girişimleri yürütmektedir. 2014-15 tarihlerinden bu yana pratik olarak da bu sahalarda işgal girişimlerinin sınırlarını genişletmektedir. Rojava’ya DAİŞ saldırılarının gelişmesi için teşvik ve girişimlerde bulunduğu tüm dünya kamuoyu karşısında gerçekleşmiş ve sonuç alamayınca da sınır güvenliği ve "terör" tehdidi adı altında önce Bakurê Kürdistan’da özyönetim alanlarına saldırıp, yakıp yıktıktan ve resmen işgal ettikten sonra Efrin, Serekani, Gre Spi alanlarına saldırmış ve yerleşmiştir. Yalnız buralarla da sınırlı kalmamıştır. Cerablus, Bab, İdlip gibi yerlere de yerleşmiş ve yayılmaya devam etmektedir. Bakurê Kürdistan ve Rojava işgalleriyle sınırlı olan bir durum söz konusu değildir. Suriye’nin bir bütün kendisi işgal girişimiyle karşı karşıya kalmış durumda. Yine Irak’ın toprak bütünlüğüne Şengal’e ve Maxmur’a saldırarak müdahale ettiği gibi Güney Kürdistan’ın Xakurke, Zap, Avaşin ve Heftanin alanlarına yerleşerek Güney Kürdistan’ı işgal etmek istemektedir. Libya’ya yerleşme istemi de bunlardan bağımsız olmamaktadır.

AFYONLANMIŞ MİLLİYETÇİLİK

Hareket olarak körfez savaşından bu yana bu topraklarda süren savaş boyutunu üçüncü dünya savaşı olarak tanımlamaktayız. Tüm bu yayılmacı politikaların üçüncü dünya savaşı kapsamında Kürdistan topraklarında sürdüğünü, en son Heftanin’de sürmekte olan büyük cenkte somutlaştığını görmekteyiz. İkinci dünya savaşında Hitler’in Yahudi halkını bahane ederek tüm dünyaya açtığı savaşla aynı mantıkta ilerlediğini söylemek pek de abartı içermemektedir. Faşist şef Erdoğan ve Bahçeli, Hitler’in ruhunu taşıyan soykırımcı bir yaklaşımla Kürt düşmanlığını yürütmekteler. Dört yaşındaki bir Kürt çocuğunun bildiği bu gerçeklik artık gizlenecek veya perdelenecek bir durumdan çıkmıştır. Asurî ve Ermeni katliamlarının önüne geçilseydi, Yahudi katliamının önüne geçilebilirdi. Bu halklar ve daha nice halklar merkezi hegomonik iktidarın hırslı sözde liderleri tarafından ve onların saplantılı tekleştirilmiş ve homojenleştirilmiş ulus yaklaşımlarının sonucu olarak kırımdan, katliamdan ve soykırımından geçirildiler. Afyonlanmış milliyetçiliğin savaş çığırtkanlığından soyunmuş Demokratik Ulus bilinci hakim olsaydı veya Önder Apo gibi bir Önder olmuş olsaydı, bugün Kürtlerin de başına getirilmek istenen tarihte yaşanmış bu gerçekler yaşanmazdı.

Birinci ve ikinci dünya savaşlarının eseri olan dört parça ulus devlet sınırları arasında parçalanmış Kürdistan ve halkı eski gerçekliğinde değildir. Önderlik gerçekliğinde bilinçlenmiş ve aydınlanmış bir halk gerçekliğine sahiptir artık. Apocu felsefenin dehasında toplumlar için neyin iyi, güzel ve doğru olduğunu biliyor ve kendileri için ne istediklerini pratikleştiriyorlar. Bu felsefenin ışığında ortak bir arada yaşamın olabilirliğini, bu kadim topraklarda Rojava devriminde ve halk savunmasında gördük ve bizzat yaşadık. Bu yüzdendir ki bu katliamcı ve soykırımcı zihniyetler Önderliğimize ve PKK’ye bu kadar saldırıp ortadan kaldırmaya çalışmaktalar. Bu temelde verebileceğimiz en büyük cevap, 14 Temmuz direnişi, iradesi ve büyük inancının yarattığı çizgide yürüyerek, 1 Haziran 2010 Devrimci Halk Savaşı hamlesinin derin kavrayışıyla Cenga Heftanin’de düşmana geçit vermemek olacaktır.

DİRENİŞ GÜNLÜK YAŞAM HALİNE DÖNÜŞMELİ

Türkiye’de tek adam rejiminin sonucu olarak çok sayıda anti demokratik yasa teklifi peşi sıra meclisten geçirilerek yasalaştırıldı. En son Barolar hedeflendi ve çoklu baroya imkân tanıyan düzenleme de meclisten geçirilerek yasalaştırıldı. Buna karşı barolar direnişe geçti ve hala sürüyor. Bu konudaki düşünceniz neler?

Bugünün Türkiye koşullarında direniş günlük bir yaşam haline dönüşmelidir. Çünkü ekmek su ve hava kadar toplum yaşamında ihtiyaç olmaktadır direniş. Tekçi ve egemen zihniyete karşı direniş bir savunma hattıdır. Bu anlamıyla avukatların direnişi önemlidir ve bir o kadar güçlü bir savunmanın direniş hattına dönüşebilmelidir. Yoksa ses çıkardık, tepki koyduk, öyle kolay kabullenmedik deyip günü kurtarmalarla yetinme olmamalıdır. Parlamentodan geçti, artık bir şey yapılmaz anlayışına kapılma da olmamalıdır.

Tabi avukat örgütleri ve barolar daha öncesinde sorumluluklarını yeterince yerine getirmediler. Avukatlar, dikta yasaları karşısında ve toplumun tüm kesimlerini kapsamayan anayasal düzenlemelere karşı toplum savunmasının savunucuları olarak rollerini yerine getirmeliydiler. Ayrımsız, amasız ve fakatsız toplumun tüm kesimlerini etkileyen ve soluksuz bıraktıran yasalara karşı toplumu savunmalıydılar. Kadına tecavüzü, tacizi, çocuk yaşta evlendirmeyi ve toplumsal yaşamdan kopartmayı öngören kanun tekliflerine güçlü bir şekilde ses olmalıydılar. Gençliğe ve çocuğa karşı her türlü istismara hayır diyebilmeliydiler. Korona virüs günlerinde çıkarılan sözde infaz düzenlemesine karşı kıyameti koparmalıydılar. Bu düzenlemeyle AKP ve MHP yandaşı çete ve mafya artıkları, tacizci, tecavüzcü, hırsız, dolandırıcı toplum yaşamını ve sağlığını bozan tipler bırakılırken, toplum yaşamı, sağlığı, iyiliği ve ortak birlikteliği için mücadele veren düşünce insanları, devrimci tutsaklar zindanlarda ölüme mahkûm edildiği gibi birçok gariban, sistem mağduru olan adli tutsaklar da ölüme mahkûm edildiler. Korona virüs salgını bahanesiyle evlere hapsedilen halk, ölümün en onursuzcasına yani özgürlüğü elinden alınarak, refleksleri köreltilerek umarsızlığın bencilliğine konulmaya çalışıldı. Korona öldürmez ama bu katillerle, bu kadın düşmanlarıyla, bu çocuk düşmanlarıyla ve toplumsal namus düşmanlarıyla bir şey olamamış gibi yaşamak aslında insanlığı öldürür. Devrimci tutsakları içerde ölüme mahkûm etme bir taraftan yaşanırken, dışarıda kalan toplumu da yarı kapalı cezaevi sistemi tarzında yönetiyorlar.

Barolara ve avukatlara yapmak istediğimiz eleştiriler bu temellere dayanıyor. Toplumun örgütlendiği tüm boyutlarda tek tek kanun tekliflerinin mecliste yasallaştırılarak tek adam rejiminin iki dudağının arasına indirgenmesine tepki koymayan, kıyametleri koparmayan ve bu gidişata karşı toplumu savunamayan bir yerde durmuş olmalarınadır eleştirilerimiz. Cüppeler iliksizdir ve bildiğim veya tahmin ettiğim kadarıyla bu savunmanın biatsız olduğunun simgesidir. Bu çok önemli, toplum bir bütün biat sistemine çevrilmeye çalışılan bir inşayla karşı kaşıya olunduğunda yeterince ses çıkarmayan, aktif bir direnişle toplumu savunup sahiplenmeyen avukatlar ve barolar sıra kendilerine geldiğinde anca harekete geçebildiler. Tabi şu andaki direnişleri geç kalınsa da anlamlı ve önemlidir. Eğer daha da büyütülerek devam ettirilip ve toplumun tüm kesimleri de desteklerini direniş hattında pratik ortaya koyarsa faşizmi ve tek adam diktasını önemli oranda zorlayacak bir direniş olabilir.

GEZİ RUHU DİRENİŞİ İLE SÜRECE KATILIM GERÇEKLEŞMELİ

Demokratik Ulus bilinci çerçevesinde aslında cüppesinde ilik olmayan tüm kesimler, savcılar, hakimler de bu savunma cephesinde yer almalı toplum savunulmalıdır. Nasıl ki dünyada avukatsız bir halk olarak bilinen Kürtlerin savunması "Bir Halkı Savunma" bilincinde verildiyse, Türkiye halkının demokratik anayasa ve özgür bir toplum gerçekliği için de toplumsal savunma hattı mutlaka oluşturulmalıdır. Toplumun tüm kesimleri, sol-sosyalist-demokrat ve antikapitalist olan tüm çevreleri, dağınık ve parçalı direniş örgütlemeden çıkıp ortak platformlarda, Gezi Direnişi ruhu ile sürece katılmalıdırlar.

Bunları belirtmemizin nedeni toplumun her kesiminden, kadını, genci, işçisi-emekçisi, Kürdü, Türkü, Laz’ı, Çerkez’i ve birçok inanç topluluğu bu iktidarın hedefinde olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Artık görülmelidir ki faşizm kendisini tüm bu kesimler üzerinde tek adam diktası biçiminde kalıcılaştırmak istiyor. Eskiden kendini topluma kabul ettirmek için toplumun devlet bürokrasisinden ve aklından çektiği mağduriyeti kendi mağduriyeti olarak gösteren AKP bu dilden ve kapsayıcılıktan uzaklaşmış görülmektedir. Neden? Çünkü tek başına kanun koyuculuğunu MHP’yi de yanına alarak garantilediğini düşünmektedir. İstediği zaman kendini başkan seçtirebiliyor. Kanun hükmünde kararnamelerle insanları işlerinden edip terörist ilan edebiliyor, hapse attırabiliyor. Avukatları çoklu baro sistemine alabilecek yasa tasarılarını meclise sunup, meclis oylamasından geçirebiliyor. Canı istediğinde Kürtleri kendi anavatanından kovabiliyor. Ve Kürt kadınına her türlü işkence ve hakareti reva görebiliyor. Toplumsal tüm muhalefeti bastırarak ve özellikle Kürt muhalefetini terörize ederek susturmaya çalışması, aymazlığının son halkası değil tabi ki. Kürtleri düşman ilan ederek toplumsal çatlakları derinleştirme yöntemleriyle halkları birbirine kırdırtma çalışmaları, gözü dönmüş koltuk savaşından başka bir şey değildir. Bu gidişin kendisine kalacağına kendisini inandırdığı gibi, toplumu da inandırdığını düşünmektedir. Bundandır ki parçalı, dağınık olunmamalıdır. Her kesim, örgütlü kurum ve kuruluşlar kendi zamanlarının gelişini bekleyeceklerine şimdiden harekete geçmelidirler. Yoksa sıra onlara da gelecek. Yıllardır Kürt halkı kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla direniyor. Ortadoğu’da, Türkiye’de faşizmin ve egemenliğin, Kürt Halkı ve Önderliğinin Demokratik Ekolojik Kadın Özgürlükçü paradigmasını anlamayla biteceğini belirtmek isterim.

CEZAEVLERİNDEKİ BASKILAR

Bu süreçte sayın Öcalan üzerinde yürütülen tecrit, zindanlarda yaşanan baskı ve hak gasplarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle İmralı’ya uygulanan kanunlar herhangi bir zindana uygulanan infaz hukuku değil, özel olarak ele alınan ve bir bütünen özel savaş konsepti tarafından yönetilmektedir. Önderlik, Kürt Halkına ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı sürekli bir rehine olarak İmralı’da tutulmaktadır. Biliyorsunuz Önderlik kendisi için “rehine statüsünde tutuluyorum’’ demişti. Bu anlamda Savaş hukuku geçerlidir İmralı’da. Ve tabi bizler için de Önderliğe yaklaşım topyekûn savaş gerekçesidir. Önderliğe uygulanan ağır tecrit, Kürt Özgürlük Hareketini ve Kürt Halkını imha etme ve tecritle nefessiz bırakma politikası olmaktadır. Savaş hukuku geçerli dememin bir diğer nedeni Önderliğimizden haber almak için, hareket ve halk olarak sürekli bir direniş ve mücadele içerisinde olmamızdır. Düşmanın faşist, soykırımcı iradesine karşı özgür Kürdün irade savaşı oluyor bu.

T.C. ve Erdoğan her zayıfladığında ya da zorlandığında Önderliğimize sürekli koşmuşturlar. Bunu çoğu defa yaptılar. Şimdi de tecrit politikasıysa zayıflıklarını saklamak ve Önderliğin Ortadoğu siyasetindeki etkisini azaltmak ve bir koz olarak hareketimize karşı kullanıp, gündemini dağıtma şeklinde ele aldığını düşünüyorum. Öyle görüş hakkı, avukat hakkı vb. Önderliğimize uygulanmamaktadır. Bu yöntemlerle cahilce bir düşünce içerisine giriyorlar. Bu şekilde İmralı iradesinin kırılabileceği ya da hareketimizi teslim alma yöntemi olarak kullanabileceklerini düşünüyorlar. Bu yöntemlerin koca bir kendini aldatma, kandırma olduğunu 22 yıllık İmralı direnişi ispatlamıştır. Eğer bir hukuk devleti çerçevesinde yargılama yaptım ve Önderliğe bu hukuk yasaları çerçevesinde yaklaşıyorum diyorsa, gereği yasalardan yararlanma olmalıdır. Görüyoruz ki kendi yargı sistemi içerisinde yargılama yapıp, hukuksal hiçbir haktan yararlandırmamayı esas almaktadırlar.

Kürt halkına topyekûn potansiyel suçlu muamelesi yapılmaktadır. Yani aslında deyim yerindeyse düşman politikası bile uygulanmamaktadır. Düşünmeme politikası uygulanmaktadır. Düşüneceksen, varım diyeceksen, varlık mücadelesi vereceksen ve benim belirlediğim hayatı ve kimliği yaşamayı ret edeceksen, sen suçlusun ve gıdım gıdım çürütme politikasıyla seni insanlığından çıkaracağım. Kendini inkâr edip, benim dediğim şekilde yaşamayı tercih edeceksen ağır işkencelerden vazgeçer, onur kırıcı uygulamalardan vazgeçer, sana inkârın onur kırıcılığında yaşama hakkı veririm dayatması Türkiye zindanlarında uygulanmaktadır. Zaten Kürt toplumu olduğu gibi zindanlara doldurulduğundan direnen bir halk gerçekliğinden gelen bu toplumun kızları ve oğulları olan devrimci tutsaklar, onur mücadelesinin temsilcileri ve mirasçıları olarak direndiler, direnmektedirler. Korona virüs salgını sürecinde de bu direniş hali devam etmektedir.

Ağır hasta tutsak olan Sabri Kaya arkadaşımız tahliye olması gerekirken şahadetine kadar büyük bir kini, intikamı, insanlıktan çıkma halini gördük. Sabri Kaya arkadaşımız 20 Mayıs’ta hastanede şehit düşmüştür. Şehit düştüğü saatlerde tahliye kararının verilmesi neyin nesi olmaktadır. Yine hastalığına rağmen tedavi edilmeyen ve zindanda tutulmaya devam eden değerli yurtseverimiz Bedri Bozkurt arkadaşımız 22 Haziran 2020 günü geçirdiği kalp krizi sonucu şehit düştü. Tabi yaşanılan bu iki şahadetin ilk olmadığı gibi son olmayacağını da bilmekteyiz. Bu vesileyle başta bu iki değerli yoldaşımızın ailelerine, yoldaşlarına ve halkımıza baş sağlığı dileklerimizi de iletmek istiyoruz.

HER İKİ GÜNDE BİR TUTSAK YAŞAMINI YİTİRİYOR

Adalet Bakanlığı raporlarına göre, Türkiye hapishanelerinde son 13 yılda 2 bin 300 tutsak yaşamını yitirdi. Bu yılda ortalama 170, ayda ise ortalama 15 tutsağın yaşamını yitirdiği anlamına geliyor. Yani öyle arada bir yaşanan bir durum değildir ve kendisine insanım diyen herkesi şoke edecek bir rakamdır. Son 13 yılda neredeyse ortalama 2 günde bir 1 hasta tutsak yaşamını yitiriyor anlamına gelmektedir. Bu tablo önüne geçilmez ve bu haliyle sürerse, buna Covid-19’un en büyük risk grubunun bu hasta tutsaklar olduğunu da eklersek tam bir katliamın eşiğinde olduğumuz görülecektir. Zaten mevcut Adalet Bakanlığının verileri bile yaşananın açıktan bir katliam olduğunu bize göstermektedir.

Yine Adalet Bakanlığının verilerine göre mevcut durumda 620 hasta tutsak var ve bunların 200’ünün hayati tehlikesi bulunmakta. Aynı konuda İnsan Hakları Derneği Hapishane Komisyonu’nun verilerine göre ise; Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) “Cezaevinde kalamaz” raporu verdiği 458’i ağır 1334 hasta tutsak bulunmaktadır. Yani “binlerce hasta tutsak yaşamını yitirdi, binlercesi de ölümle yüz yüzedir’’ söylemi salt öyle bir propaganda falan değildir. Bu konuda ilgili iki kurumun çok net verileri ortadadır. Zaten günlük basında da tekil olaylar şeklinde kanser hastalarının, ağır kalp hastalığı olan tutsakların, iki kolu da olmayan, iki bacağı da olmayan, iki gözü de görmeyen vb. yani zindanda kendi başına kalamayacak durumda olan pek çok hasta tutsağın bulunduğunu biliyoruz.

Normalde Adli Tıp Kurumunun “cezaevinde kalamaz’’ raporu verdiği tutsakların hemen tahliye edilmeleri gerekiyor. Oysa yukarda İHD Hapishane Komisyonu verilerinde de gördüğümüz gibi ATK’nin rapor verdiği 1800 civarında -ki bunların 458’i ağır- hasta tutsağın kanunlara aykırı bir şekilde içerde tutulmaya devam ettiklerini görüyoruz. Peki bu ne anlama geliyor. Çoğu siyasi suçtan tutuklanan bu tutsakların açıktan ölmeleri isteniyor, hedefleniyor. Katliam dediğimiz nokta tam da burasıdır. İnsanın aklına şu geliyor; acaba idamı kaldırdılar ve bunu içlerine sindiremediler diye zamana yayılmış bir idam politikası mı işletiliyor? Çünkü mevcut durumda yaşanan objektif olarak budur.

Zaten toplumun kendisi de yarı açık cezaevine dönüştürülmüş durumda. Bununla yetinmeyen faşist iktidar kendine muhalefet eden her kesimi cezalandırmakta ve kendisine muhalefet ettikleri için ölümü reva görmektedir. Mesela Grup Yorum Sanatçıları, sanatını icra edemediği için ölüm orucuna girerek şehit düştüler. Bedeli ölüm de olsa bu sanatçılar direndiler. Tutsak avukatlar hala açlık grevinde ve yaşamları tehlikede. Kadın tutsaklar hem zindan koşullarında hem de korona virüs salgını sürecinde daha fazla dezavantajlı bir durumla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çocuklu annelerin yaşadığı mağduriyet ve anneleri ile birlikte hapsedilen çocukların mağduriyeti asla kabul edilir bir durum olmamalıdır.

İRAN CEZAEVLERİNDEKİ FAŞİZAN UYGULAMALAR

Türkiye ve Kürdistan’daki sömürge zindanları çoğu kez devrimci tutsakların direnişlerine tanıklık etmiştir. İçerden deyim yerindeyse dışarının gündemine girmiş ve belirleyenleri olmuşlardır. Faşizan uygulamalara karşı bütün imkânsızlıklara rağmen direniş ile tepki koyabilmekteler. Sadece Türkiye zindanlarında da değil İran zindanlarında da faşizan baskı ve uygulamalara karşı sürekli bir direniş olmuştur. Bunun son örneği de Zeynep Celaliyan arkadaşımızdır. İran’da 2008 yılından beri zindanda tutsak olarak tutulan Zeynep Celaliyan arkadaşımız Xoy Cezaevi’nden Qarakçak Cezaevi’ne nakledildiği sırada Covid-19 hastalığı bulaştırıldı. Sağlığı için yeterli tedbirlerin alınmaması üzerine açlık grevine başladı ve halen eylemini sürdürüyor.

DIŞARIDA AKTİF EYLEM HATTI OLUŞTURULMALI

Zindanlardaki AKP-MHP faşist saldırganlığına karşı dışarıda nasıl bir mücadele gerekli?

Dışardaki kurumların ve ailelerin üzerine düşen, sürekli bu devlet politikasını görünür kılmak ve gerçek yüzlerini açığa çıkarıp teşhir etmek olmalıdır. Bunu yapmanın bin bir yol ve yöntemi vardır. Çünkü gizlenmek istenen çok kirli ve artık fazlasıyla açıkta olan bir yüz olmaktadır. Böylesi bir zulmü ve hukuksuzluğu kabul etmemek, sessiz kalmamak başta kadınlar olmak üzere tüm toplumun ahlaki, politik, vicdani, insani sorumluluğudur. En güzel ve doğru eylem de politik tutsakların özgürlüğü için eylemde bulunmaktır.

Son günlerde zindan koşullarından dolayı Osmaniye, Hilvan ve Mardin cezaevlerinde tutsakların süresiz dönüşümsüz açlık grevlerine girdiklerini basından takip ediyoruz. Biz zindan koşullarından kaynaklı bu tarz eylemleri doğru bulmuyoruz. Daha farklı direniş yöntemleriyle bu koşullara karşı direnmeyi daha doğru buluyoruz. Kaldı ki zindanlardaki arkadaşlarımızın açlık grevine girmelerindense dışarıda aktif eylem hattı oluşturulmalıdır. Zaten içerden sürekli ölüm haberleri gelmektedir. Daha kaybedecek neyimiz kaldı ki. Tutuklamaysa tutuklama furyası devam ediyor. Öldürülmekse her gün öldürülüyoruz. Tüm tutuklu ailelerimizi ve tüm halkları zindanlar etrafında yaşam çemberi oluşturmaya çağırıyoruz.

Bu konuda neler yapılabilir üzerinde somut tartışmaların yapılması ve harekete geçilmesi elzem bir hal almıştır. Öncelikli olarak belirtiğimiz veriler ışığında yaşadığımız kanıksama halinden çıkmak, işin ciddiyetini anlamak ve bu ciddiyet doğrultusunda bir mücadele kararlılığı ve planlamasına ulaşmak en doğru yol olmaktadır. Bu mücadelede öyle uzun erimli değil, sonuç alıcı ve yaşanması muhtemel bir katliamın önlenmesine dönük olmalıdır. Şu anda başta İnsan Hakları kuruluşları ve tutsak aileleri derneklerinin bir duyarlılığı ve çabası olsa da darlığı aşmamakta, genel demokratik kamuoyuna ve halka mal olan bir duyarlılık ve çaba olmaktan uzak kalmaktadır. Öyle periyodik aralıklarla bu sorunu sadece dillendirmek son 13 yılda 2300 insanın yaşamını sağlayamamıştır. Bu tarzda ısrar etmek fazla sonuç almadığı gibi, özel savaşın yaratmak istediği kanıksamaya da istemeyerek de olsa hizmet edecektir. Dolayısıyla aydın, yazar, sanatçı, siyasetçi, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, tutsak aileleri ve duyarlı tüm toplumsal kesimleri bu konu etrafında bir araya getirmek, iyi planlanmış ve sonuç almaya dönük bir mücadeleyi planlayarak, kararlıca yürütmek en temel bir görev olarak hepimizin önünde durmaktadır. Bu çok insani, meşru ve ahlaki konuda da bir araya gelemeyip, sonuç alıcı bir mücadele açığa çıkartamazsak bir yandan zindanlardan daha fazla tabut çıkmaya devam edecek, diğer yandan da tüm söylemlerimize rağmen toplumda güvenilirliğimiz gittikçe gerileyecektir. Zaten bu katliamı yapanların istediği de bu olmaktadır…