Onun hikâyesinde özgürlük yatıyor

Sur sokaklarında koştuğu gibi koştu tepenin üstünde. Düşmanına attığı taşın öfkesiyle, hâlâ aynı hırsla atıyordu mermilerini.

Ve “onur da ağlar”mış dedi  hasretin şairi Ahmet Arif. Onur da ağlar. Gerilla Çekdar Ronahi gibi halaya gidercesine ölümsüzlüğe koşan savaşçılara onur da ağlar. Yaşamı kalbine sığdıranlara ölüm asla yoktu.
Öl-üm... Bir fiilden bir kavrama dönüşme çabası. Ve belki de bir kurşundan kalan kovanın tek sıcaklığı işte ellerinde, avuçlarında duruyor. Kimisi için önemsiz olan, onun içinse üzerine geri kalan ömrünü var etmeye çalıştığı o derin an.  Yaprak düşer, sararır yerde ama ölmez, toprağa karışır. Su kurur, kurutulur ama bitmez. Ve bir gün toprağı çatlatıp içinden fışkırır yalnızlık anındaki tanrısallık demlerinde. Bak-mak, bakışa dönüşür, yaşadığın bir yaşam oluşturur, bir “hay” çekersin, hayatını üstüne kurarsın. Beş duyu organımızın kendini öldürüp yerine en güzellerini yarattığı o kutsal acı an. Dilde bir inleme vardı. Yürek de kimsenin duymadığı, kendimize, hayallerimize, düşlerimizin büyüklüğüne, yüzümüze tokat gibi çarpan, derimizden kılıç darbeleri gibi geçen gerçeklik sizi öldürüyorum, diyordu gözleri.  Bir hikâye bırakıyorum ardımdakilere diyordu sesi; “hayr-ı müşerref olmasa da yak, külü dağılsın evrene” deyip bağırıyordu belki de. Nefes nefese savaşıyordu. Nefes nefese dövüşüyordu. Ve etrafında başka hiçbir şeye odaklanmıyordu. Tıpkı yaşamda  tüm yorgunluğunu yoldaşlarına tebessüm ederek atıp bir kere bile “ah” demediği gibi. Silahına sıkıca sarılmıştı, iyi kavramıştı. Dik tutuyordu kafasını, bedeni bir kaplan temposunda renkten renge, şekilden şekile giriyordu.
“Savaş” dedi dili, binlerce kez “yaşam” diye bağıran nidalarla seslenirken yüreği, o yine de “savaş” diyordu. Tekrar yaşamak adına savaş! Yeniden doğmak adına savaş! Ulusların, dillerin, dinlerin ve halkların tüm gerçekliğiyle yüzleştiği anda savaş! Sessizliğin sesinin yürek kapısını çaldığı bir anda, toprağıma doğacak olan özgürlüğün şimdi doğması adına “savaş” dedi, dili. Köleliği vurma adına, gömme adına, damlaya damlaya eriyene kadar bıçaklardan geçirme cesaretiyle savaş. Yüreğini avucuna aldı ve ona seslendi; “Her şeyin uçlarında, tam olmayan yarım hayallerin hikâyeleriyle dolu müthiş hayatlarımız. Karanlık, kötülük, baskı, kölelik, ışığa zıtlaşan ve iyilikle zıtlaşan her ne olursa olsun, ruha saldırana karşı ışığa çıkamazsak da bir ateş yakarız ve közlerini kendi külümüze süreriz.  Kılıcın elinde daima olsun heval, kılıcın elde daima olsun heval, indirme!” Ve durmadan mermiler yağdı üstüne onun, yağmur boşalırcasına bir hızla koşuyordu düşmanına doğru. Biraz da daha yaşam bağışmak adına yoldaşlarına… Çocukluğunda Amed’de Sur sokaklarında koştuğu gibi koştu tepenin üstünde. Surlarda düşmanına attığı taşın öfkesiyle, hâlâ aynı hırsla atıyordu mermilerini... Gerilla Çekdar, yol arkadaşı gerilla Kurtay ile birlikte düşmanının üstüne gidip, onları teker teker öldürüp, silahlarına el koymuştu. Zaman 10 Mayıs'ta durmuştu.  Ve başı şimdi gökyüzüne bakıyor Çekdar’ın, gözleri ülkesine dönük, sırtı dağlarına. Özgür bir ülkede özgür çocuklara koşuyor Çekdar ve yumuyor gözlerini. Silahı baş ucunda bekliyor, yoldaşı Kurtay yan tarafında uzanıyor.
Nice yiğide beşiklik edip büyüten, yarasını saran, yarasıyla beraber onu divanına  ağırlayan bir toprak Kürdistan toprağı. Acıyı daha alışmadan öldüren, sevinci daha alışmadan doğuran bir toprak. Nice ölümsüzlüklere beşiklik edip, nice ihanetin yüzüne tükürüp, bıçak sırtından arkadaşlıkları kaldıran bir ülke Kürdistan. Hikâyeleri de kendisi gibi ya yarımdı ya da özgürleşmeyi bekliyordu. Nicesi özgürleşti, nicesini de bağrına alıp rahminde tekrar yeşermeye bıraktı. Üstünde kızıllar içinde yatacak olan  yiğitlerin kanını bekledi. Tekrar doğurmayı bekledi hikâyeleri. Heybesini, gelecek kuşaklara dilden dile dolaştıracak kahramanlıkla doldurdu. Riyâkar olan tüm uzuvları söküp attı. Öz olana sarıldı, öz olanı seçti ve kucakladı. Hikâyeyi kendisinden öteye taşıyan yüzlerin yatağı oldu. Gerilla Çekdar Ronahi’nin hikâyesinde özgürlük yatıyor.