Yolları Bagok’ta kesişen iki Ayten’in öyküsü

O gün Midyatlı Ayten de Bagok’taki şehitliğin açılışına gidecek ve elindeki bir demet çiçeği Karlıovalı Ayten’in mezarına bırakacaktı...

Karlıovalı Ayten ile Midyatlı Ayten’in birbirleriyle kesişen hikayeleri; aslında Kürdistan'da direniş hikayelerinin hep birbirine geçtiği, farklı yerler ve tarihlerde sonu geldiğini düşündüğünüz bir olayın hiç ummadığınız bir yerde gelip yeniden sizi bulmasının en çarpıcı örneğidir…

Türkçeye Kaynarpınar olarak çevrilen Liçîk (Ermeniler de Licig diyordu) köyü ve ona bağlı Horhor mezrası, Bingöl’ün Karlıova (Kanîreş) ilçesine yaklaşık 35 km uzaklıkta. Bir ucu Dersim’e, diğer ucu Erzincan ve Erzurum'a, bir ucu da Muş’a, oradan Garzan’a ulaşan bu bölge PKK’nin önderliğindeki Kürt özgürlük hareketinin çıkışına tekabül eden yıllardan itibaren jeostratejik bir rol oynadı. Buralar dil, din ve kültürler mozaiğiydi de aynı zamanda, zaten yüzyıllar boyunca da Kürtler ve Ermenilerin iç içe yaşadığı bir bölgeydi. Örneğin bir köyün yarısı Kurmanç olup Aleviyken, diğer yarısı Dimilkî konuşup Sünni’ydi,

1976’nın sonlarında yolu Dersim ve Karakoçan’a düşen hareketin ilk kadroları Liçîk köyünden Mehmet Güler isimli 17 yaşındaki bir genci mücadele saflarına kattılar. Önce Karakoçan’da, ardından da Elazığ, Bingöl ve Hozat’ta hareketin çalışmalarını yürüten ve Sinan kod ismini alan Güler, kendi köyünden birçok genci de etrafında topladı. Örgütlediği gençlerden ve aynı zamanda akrabası da olan Ayten Tekin en dikkat çekeniydi. Bu genç kadın, küçük yaşına rağmen köyde hareketin milisi olarak çalışıyordu.

12 Eylül 1980’de cuntanın gelişi ve birçok devrimcinin Türk devletine esir düşmesi bu köyün devrimcilerle bağlantısının kopmasına neden oldu. Mehmet Güler de bir grup arkadaşıyla hareketin “ülkeden çıkma” talimatına uymuş, sağ salim Filistin eğitim kamplarına ulaşmış ve burada gördüğü askeri-siyasi eğitimin ardından yeniden Kürdistan’a dönmüştü.

İZMİR YILLARI…

Bu arada, 1982 yılında Ayten Tekin ve ailesi hem devletin baskıları hem de maddi zorluklardan dolayı metropollere, İzmir’e göç etmek zorunda kalacaktı. İki erkek, 6 kız kardeş tekstil atölyelerinde çalışmaya başlamış, hayatlarını yeniden kurmaya koyulmuşlardı. Kardeşlerin anlatımına göre çocukların en çalışkanıydı Ayten, sadece kardeşlerin değil, çalıştığı atölyenin de en iyi terzisi idi. Liçîk yaylalarında kardeşleriyle Beri’ye giderken karşılaştığı ‘Heval’lerin siluetini yavaş yavaş unuttuğu, o yarım kalmış buluşmaların içinde buruk bir hal aldığı İzmir'in büyük kalabalıkları arasında hayatın normal seyrinde devam edeceğini zannettiği bir gün, Kürdistan'da özgürlük mücadelesinin kapsamlı bir savaş için ilk fişeği patlattığını duydu.

15 Ağustos 1984’ün ardından Ayten Tekin’in yeniden devrimcilerle temasa geçmeye çalıştığı dönemde, Mehmet Güler PKK’nin 2. Kongresi’ne katılmış, 1982’nin sonlarında yeniden Kürdistan’a ulaşmış, Bingöl-Karakoçan hattında zorlu üç yıllık gerilla mücadelesinin ardından, 15 Nisan 1985’te gerilla arkadaşı İmam Hüseyin Bilgin ile birlikte ihbar edildikleri doğup büyüdüğü köy Liçîk’de Türk ordusunun kuşatması altında son kurşununa kadar çarpışıp şehit düşecekti.

Bu acı olay Ayten’in hayatında ikinci bir kırılmadır, kıt koşulları zorlayarak mücadelenin örgütlü yapısına ulaşan Ayten'e, “metropol çalışmaları” için görev verilir. Fakat niyeti Kürdistan’a gidip silahlı mücadele saflarına katılmaktır.

BAGOK’A ULAŞMASI…

Uzun girişimlerinin sonucunda 1988’in ilk aylarında Bagok dağına ulaşan Ayten Tekin, ARGK kayıtlarına göre 22 yaşındayken, 8 Mart 1988 günü saflara katıldı. Gerillaya ilk adımını attığı Bagok ise Nusaybin ile Midyat arasında başlayıp, İdil'e kadar uzanan küçük bir dağ silsilesidir. Meşe palamudu ağaçları ile bezeli olan bu dağın yamaçlarında tıpkı Ayten’in memleketi Kanîreş gibi kültürler ve inançlar mozaiğidir.

Konumu ve manzarasıyla Trabzon'daki Sümela Manastırı’na benzetilen Mor Evgin Manastırı Süryanilerin adına İzlo veya İzala adını verdikleri Bagok’un eteklerinde bulunuyor. Süryanice “Tanrıya hizmet edenlerin dağı" anlamına gelen merkezi Midyat olan Süryani bölgesi Turbandin de Bagok’un etrafındaki köy, kasaba ve ilçelerden oluşuyor. Süryaniceden gelen "Tur" (dağ) kelimesinden kaynaklı olarak da burada yaşayanlara "Torî" yani “Dağlı” deniliyor.

İşte adına “Seyfo” denilen 1915’teki soykırımından kaçan Süryanilerin saklandıkları bu kutsal mekan; Bagok’un etekleri, 1980’lerin ortasından sonra Kürdistan gerillasının üslerinden biriydi. 1250 rakamlı, civarda da Süryanilerin dışında son yıllara kadar birçok Êzidî köyünün de bulunduğu Bagok’un zirvesinden bakan gerillalar, gözlerini batıya çevirdiklerinde Mardin'in kalesinin ışıklarını, güneye baktıklarında ise Nusaybin-Qamişlo’nun ışıklarını ve Şengal’in tepelerini görüyordu.

1 NİSAN 1988 SABAHI…

1988 Mart’ının ilk günlerinde Ayten Tekin’in bu manzaraya baktığında ne hissettiğini bilmiyoruz ama Serxwbûn gazetesinin Temmuz 1988 sayısında yayınlanan künyesine göre ARGK komutanları Veli Yaşar (Delil) ve Mustafa Kaplan (Kazım)’nın öncülüğünde verilen 20 günlük eğitimin en başarılı öğrencilerinden biri olup çıkmıştı. 30’a yakın gerilla adayının katıldığı eğitim bitmiş, mezuniyet törenin yapılacağı 1 Nisan sabahı gelip çatmıştı.

Gerillaların törene hazırlık yaptığı sabahın ilk saatlerinde Türk ordusu 10 binden fazla askeri gücüyle Bagok’un etrafını sardı. Uzun süredir kalabalık bir ARGK müfrezesinin bölgede konumlandığından zaten haberdar olan Türk devlet güçleri, aldıkları bir ihbarla eğitim kampının yerini de öğrenmiş, şafağın atmasıyla “operasyon” için düğmeye basmıştı. Helikopterlerin desteğiyle dört koldan çembere alınan 50 civarındaki gerilla, Kürt sanatçı Hozan Dilgeş’in sesiyle Kürt halkının hafızasına kazılan “Li Bagokê” (Bagok’da) şarkısındaki gibi Veli Yaşar (Delil) komutasında direnişe geçecekti.

Urfa'nın Halfeti ilçesinde dünyaya gözlerini açan Veli Yaşar, 1983 yılında Kürt Özgürlük Mücadelesi'ne katılmış, Botan ve Garzan'ın ardından gerilla adaylarının eğitimi için Bagok’a gelmişti. Dönemin silah arkadaşlarının deyimiyle “askeri deha” olan bu gerilla komutanı, Türk ordusunun çemberlerini yarma konusunda ustaydı. Çok değil Bagok’tan üç yıl önce, 1985 Nisanı’nın son günlerinde, Mutki’de soluklarını ve gölgelerini yanı başında hissettiği binden fazla askerin kuşatmasından sağ kurtulmayı başarmıştı.

Ancak bu sefer Türk ordusu neredeyse Mardin ve Siirt’teki tugaylarında o gün bulunan bütün askeri gücüyle sarp kayalıklarla dolu Bagok’u kuşatmaya almıştı. Kimi tecrübeli, kimi de ilk kez eline silah almış savaşçıların omuz omuza verip cephe savaşına girmelerinden başka çare yoktu. Hozan Dilgeş’in sesiyle neredeyse her Kürt tarafından bilinen şarkının nakaratındaki gibi, komutan Delil ve yeni gerilla olmasına rağmen Ayten’in amansız çabası o gerilla müfrezesine moral olmuş, çatışmalar bir gün, bir gece aralıksız sürmüştü.

Türk medyasının iki gün sonra geçtiği haberlere göre içinde bir pilot binbaşı ile iki astsubayın öldüğü helikopteri düşüren, Türk ordusuna ağır kayıplar veren ARGK 20 gerillasını kaybedecekti bu savaşta, aralarında ise tek bir kadın gerilla vardır; Ayten Tekin ya da alışmaya çalıştığı yeni ismiyle Rojin. Gerilla komutanları Veli Yaşar (Delil) Mustafa Kaplan (Kazım)’ın dışında çoğu Ayten Tekin gibi yeni savaşçı olan Bagok’da o gün şu gerillalar şehit düştü: Yaşar Talay (Hemid), Faysal Çatıkkaş (İsa) Mehmet Musbah Yavuz, Cevat Yavuz (Şiyar), Emin Çevik (Yasin), Mehmet Kurt (Loqman) Nurişan Ay (Beşir), Nesim Oral, Mehmet Emin Kaya (Dewran), Cemal Karakaş (Rustem), Veli Kumak (Şoreş), Mehmet Vahaç Doğan (Delil), Koçero Gülmez (Diyar), Güney Kürdistan doğumlu Xebat, Nevaf Yıldırım (Celal), Bismil doğumlu Cuma isimli bir gerilla, Cemal kod adlı Cizre doğumlu Murat isimli gerilla.

MİDYATLI AYTEN…

Kurşun seslerinin kesilmesine rağmen Bagok dağı saatlerce bombalanacak, civardaki köylülerin anlatımına göre çatışmanın dumanı günlerce kaybolmayacaktı. Bagok’ta gerilla destanının dalga dalga Kürdistan’a yayıldığı günlerde, bu dağın batıya bakan yamaçlarının dibinde bulunan köyde dünyaya gözlerini açan bir başka Ayten, 1988’in bahar aylarında henüz 16-17 yaşındadır. Midyat’ta bağlı bu köy de Bagok’taki çatışmanın ardından diğer bütün köyler gibi Türk devletinin her türlü zulmüne maruz kalacak, dayatılan koruculuğu kabul etmeyen köylüler ya katledilecek ya zorla göç ettirilecek ya da evleri teker teker ateşe verilecekti.

Ayten’in köyü de bu baskılardan nasibini alırken, ailesi 1991 yılının son günlerinde “devletin silahını almayacağız” diyerek yanı başındaki ilçeye, Nusaybin'e göç etti. 1991 kışını Elikan mahallesinde derme-çatma evde geçiren Ayten’in yurtsever ailesinin bütün üyeleri, 21 Mart 1992 gününü Newroz kutlamalarında geçirdi. O gün Newroz Nusaybin’de bayram havasında geçerken, yanı başındaki Cizre ilçesinde ise kanlı bir Cumartesi günü olarak yakın Kürdistan tarihine yazılacaktı.

Bir anda dünyanın gündemine giren ve onlarca kişinin katledildiği Cizre’deki Newroz’un ardından akşam saatlerinde TRT’nin Ana Haber Bülteni’nde konuşan Türk İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Cizre halkını suçlama çabası içine girerek “Örneğin Bugün Nusaybin’de Nevruz olaysız ve sakin geçti, Nusaybin halkına teşekkür ediyorum” diyordu. Bu sözleri kendilerine yapılmış bir “hakaret” olarak gören Nusaybin halkı, o gece neredeyse hiç uyumadan, ertesi sabah Sezgin’e verecekleri cevap için hazırlığa girişti.

‘PIRA ŞEHÎDAN’DA KANLI PAZAR…

Bir Pazar günüydü. Sabah saatlerine kadar ev ev birbirine haber vererek sözleşen Nusaybin halkı, sabahın ilk saatlerinde Çağ Çağ Deresi (Çemê Nisêbin)’nin üzerindeki köprüye aktı. Sabah 9’u bulduğunda kalabalık artmış, toplanan insan sayısı 5 bini geçmişti. Evinden koşar adımlarla çıkanlardan birisi de Ayten’di, aceleden olacak ki ayakkabısını giyemeden, terlikle kendisini dışarı atmış, kalabalığın arka ucuna zar zor yetişmişti. O, bu anların devamını, sinema filmlerini aratmayacak sahneleri yıllar sonra şöyle aktaracaktı:

“Evden çıktığımızda sokağın başında bizi gören bir komşumuz ‘Sabah sabah nereye gidiyorsunuz? diye sordu, bizler de ‘yürüyüşe gideceğiz’ dedik. ‘Deli misiniz, gitmeyin olaylar çıkacak, başınıza iş açacaksınız’ dedi. Ben ve kız kardeşim adama kulak asmadık, çünkü devletle çalıştığını biliyorduk ve koşar adımlarla yürümeye devam ettik, kalabalığa zar-zor yetiştiğimizde kitlenin diğer ucu köprüye varmıştı. Tez canlılığımızdan olacak ki birkaç dakika içinde kalabalığı yararak köprünün ortasına vardık. O anda kaymakamlık tarafından bir panzer bize doğru hızla geldi.

Panzerin köprüye gelip duracağını tahmin ettik, zaten öyle de yaptı, köprünün başına geldiğinde durdu, bizler de dizlerimizin üzerine çökmüş, zafer işaretleriyle sloganlar atmaya devam ediyorduk. Sonra panzer geriye doğru gitti, ‘tamam’ dedik, ‘meğerse korkuya yer yokmuş’ mırıldanmalarını duyduğumuz sırada panzer gaza basarak bize doğru geldi ve bir anda parçalanan insan sesleri geldi. Diz üstü oturmuş insanlar kalkamadan, insan topluluğundan iki sırayı ezen panzer; köprünün diğer ucuna yetişti, sonra aniden dönüş aldı ve tekrar üzerimize sürdü, sanki bir hatla çizmiş gibi üçüncü ve dördüncü sırada duranları ezecekti bu sefer. Bağrışlar ve inlemeler arasında ayağa kalkmaya çalışırken eteğim ayağımdaki terliğe takıldı ve panzerin önüne düştüm.

Panzer gelip bedenimin tam ortasından geçmiş, bir anda iç organlarım etrafa saçılmıştı. Ama bilincim hala yerindeydi. Eteğimle dışarıya çıkan iç organlarımı toplamaya çalışıyordum, ardından da kaçmak için zorlanarak ayağa kalktım, kalkar kalkmaz bir çuvaldan boşalmışcasına yere çakıldım. O anda her yerden, en çok da devlet hastanesinin bahçesine konumlanan özel tim ve askerlerden kurşunlar geliyordu üzerimize. Sanırsam 5-10 dakikanın ardından kurşun sesi kesildi, sonra Kürtçe “Sağ kalan var mı?” diye bağıran bir adamın sesini duydum, galiba göstericilerden biriydi ve köprüde yara almayan tek kişi oydu. Elimi havaya kaldırdım, beni görür görmez koştu bana.

‘Bağırsaklarım dışarı çıkmış, beni sıkıca bağlar mısın?’ diye seslendim, ‘korkma, ne istersen onu yapacağım, seni kurtaracağım’ dedi, sonra da sırtladı beni. Köprüden aşağı indik, dere boyunca yürümeye başladık, tabii yürüyebilen herkes ya kendisini dereye atmıştı, ya da dere boyu koşmaya başlamıştı. Devlet hastanesinin bahçesinden yoğun kurşun yağmuru yine başladı ve o anda komşumuz olan adamı tekrar gördüm, bana ‘sana demedim mi gitme, bak başına neler gelmiş’ diye bağırdı. Beni o adamdan aldı ve Alman köprüsünün orada bekleyen askerlere doğru götürüp teslim etti.

Askerler beni o halimle bayılana kadar tekmeledi. Gözümü bir panzerin içinde yüz üstü yatmış olarak açtım, yanımda genç bir kadın ve erkek daha vardı, ellerini ayaklarını bağlamışlardı. Üçümüzün kafaları yan yana gelecek şekildeydi, tabii ayaklarım dışarıda sallanıyor. İçerde tek bir asker vardı, o da pencereden bizi o halde görenlere ‘bakmayın, içeri girin’ diye bağırıyordu. Yerde benimle yatan genç adam ‘Abla elbiselerimin altında bayraklar var, bunları bende yakalasalar burada beni hemen öldürürler, lütfen onları çıkartır mısın?’ diye sordu. Askeri gözetlemeye başladım, asker kafasını panzerden çıkardığı anda bayrakları hemen onun üzerinden alıp derisi hafif sökülmüş panzerin koltuğunun içine gizledim, deli cesareti işte. O anda başını çeviren asker ‘Ne yapıyorsun?’ deyip dipçiğiyle elime vurdu, ‘ellerim uyumuş, hareket ettiriyorum’ deyip kurtardım.

Emniyet Müdürlüğü’ne götürüp bizi salonda yüz üstü yatırdılar, gelen-gidenler kimliğime bakıp ‘Sen o Ayten misin?” ya da “Bu Bagok’ta gebermemiş miydi?’ diye bağırıp o halimle tekme-tokat beni dövdü. Orada ölmemem tamamen inanılması zor bir mucizenin eseriydi, sonra ‘elimizde ölüp başımıza bela olmasın’ deyip Mardin’e hastaneye gönderdiler. İlk gece bana ulaşamayan ailem benim de katledildiğimi düşünüp, mezarımı bile hazırlamıştı. Sonra bir tanıdık üzerinden amcama ulaştım, o da hastaneye ilk geldiğinde beni yanı başımızda bekleyen askerlere soruyor, askerler de ‘Bagok’ta geberen Ayten’den dolayı ismini Ayten koydunuz deyip’ onu da bodrum katına götürüp işkenceden geçiriyorlar.”

BAGOK’UN TEPESİNDEKİ ŞEHİTGAH…

Adı ‘Pira Şehîdan’ olarak değiştirilen o köprüde devlet kayıtlarına göre 16, görgü tanıklarına göre 21 kişi katledildi. Mardin’in ardından ailesinin girişimiyle Amed’e götürülen Midyatlı genç Ayten ise iki aylık tedaviden sonra hızla iyileşti ve bir süre sonra evlendi. Geçen yıllar içinde 6 çocuk dünyaya getirdi, her birine Kürdistan toprağında yatan kahramanların ismini verdi.

Bu arada geçen yıllar içinde Karlıovalı Ayten’in ailesinde direniş geleneği sürecek, önce erkek kardeşi Eren 1993’te esir düşüp müebbet hapis cezasına çarptırılacak, ardından da 1994 yılında en küçük kız kardeşi Filiz, ablasının kod ismini alıp, yeni Rojin olarak gerillalarına saflarına katılacaktı. (Ailesi hala akıbetini bilmiyor, 1995’te yılında Mardin’de çıkan bir çatışma sonucu şehit düştüğü ve başka şehit gerillalarla birlikte bir mezara gömüldüğü tahmin ediliyor.)

2 Eylül 2013 günü ise Bagok şehitlerinin en mutlu günü olarak kayıtlara geçecekti. 1 Nisan 1988’de toprağa düşen 20 şehit ile civar yerlerde gömülü olan, kimliği bilinen/bilinmeyen 100’e yakın gerillanın cenazesi alınıp, yan yana inşa edilen mezarlara gömülecek, şehitgahın adına da “Pakrewangeha Egid Suruç û Ayten Tekin” ismi verilecek, Bagok şehitlerinin anısına da girişe 20 sütun yan yana dikilecekti.

2015 yılının Ekim ayında Türk devlet güçlerinin havadan ve karadan bombalayıp yıkmaya çalıştığı şehitliğin açılışına o gün çocuklarıyla aile boyu gelen binlerce kadından biri de Midyatlı Ayten’di. O, önce elindeki bir demet çiçeği Karlıovalı Ayten’in mezarına bırakacak, ardından da ellerini açıp, gözyaşları içinde, sonsuzluğa kadar Süryanilerin bu kutsal dağında yatacak olan bu Alevi kadınının nurlar içinde uyuması için dua edecekti.

Kaynaklar;

- Gazeteci-sanatçı Suna Alan’ın teyzesi Ayten Tekin ve ailesine ilişkin anlatımları.

- Midyatlı Ayten ile Stêrk TV’de yayınlanan ‘Serhildan’ belgeseli için 2015’te yaptığım söyleşi.

- Bagok direnişi ve şehitlerinin ayrıntılı olarak anlatıldığı Serxwebûn gazetesinin Temmuz 1988 sayısı.

- Gazeteci Celal Başlangıç’in Cumhuriyet gazetesinde 3 Nisan 1988’de yayınlanan Bagok’taki çatışmalar sonrası ‘Çatışma 9 saat sürdü’ başlığıyla yayınlanan izlenimleri.

- Bagok Şehitliği’ne ilişkin DİHA ve ANF’nin yayınladığı haber ve fotoğraflar.

- Eren Tekin’in kız kardeşi Ayten Tekin için Şakran Cezaevi’nde kaleme aldığı ve geçtiğimiz yıl Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanan mektubu.

- Süryani tarihçi Gabriel Rabo’nun Bagok dağı ve Turbandin’e ilişkin verdiği bilgiler.