Lozan'ın Kürt kıyımındaki rolü ve Lozan'ın güncellenmesi

Ortadoğu coğrafyası ve Kürdistan halklar bahçesinden halklar mezbahasına dönüştürülmüştür. Lozan bunun inşasında ilk adımdır. Bu durumu tersine çevirmek için Lozan’ı tersine çevirmek gerekecektir.

Kürdistan ülkesi tarihi boyunca çok sayıda işgalci gücün saldırısına ve hükmetme girişimine tanıklık etti. Bu işgal ve hükmetme girişimleri Kürdistan ülkesine ve Kürt halkına büyük zararlar verdi. Yer yer toplu sürgünler ve toplu kıyımlar yaşandı. Kürdistan ülkesinin ve Kürt halkının tarihi bu anlamda bir trajediler tarihidir.

Elbette bu işgal ve kıyımlara karşı Kürdistan ülkesi ve halkı her daim büyük direnişler sergiledi. Zulüm ne kadar büyükse direnişte o kadar büyük oldu. Ancak Kürdistan ülkesinin belki de karşılaştığı en büyük yıkım, kıyım ve bölünme Lozan diye bilinen uluslararası güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir konferansla başlamış ve bu durum halen bir şekilde sürmektedir.

AVRUPA SİYASETİNİN KÜRTLERE BAHŞETTİĞİ ŞEY JENOSİT OLDU

Lozan konferansı 24 Temmuz 1923 yılında adını aldığı İsviçre’nin Lozan kentinde gerçekleşmiş ve bu konferansta alınan kararlarla Kürtler resmi olarak ilk kez var oldukları halde yok sayılmış, bununla yetinilmemiş, bir de Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından bu tarihten itibaren katledilmelerine hem ses çıkarılmamış hem de TC buna bizzat teşvik edilmiştir. Lozan’ın, daha doğrusu Avrupa siyasetinin Kürtlere bahşettiği şey jenosit oldu.

Başka bir deyişle, Lozan’la Kürtler maddi dünyada Ruh-ül-Kudüs sayılarak soykırım sürecine sokuldular. Ancak daha da önemli olan husus ise (çok fark edilmese ve dile getirilmese de) Ortadoğu’da halklar birbirine düşman haline getirilmişlerdir. Örneğin Türkler ve Kürtler, Araplar ve Kürtler, Farslar ve Kürtler neredeyse bir araya gelemeyecek hale sokuldular. Ve belki bunun kadar önemli başka bir durum ise, kurulan sözde çok sayıda Arap devletiyle de Araplar onarılmaz bir biçimde birbirinin karşısına dikilmiş ve de dış güçlerin müdahalesine açık bir toplum haline getirilmişlerdir.

BÜYÜK ACILARIN TEMELİ LOZAN ANTLAŞMASI İLE ATILDI

Lozan Konferansı 24 Temmuz 1923 yılında gerçekleşmiş olsa da Ortadoğu’nun ve Kürtlerin yaşadıkları büyük acıların temeli esas olarak I. dünya paylaşım savaşı esnasında 16 Mayıs 1916 yılında gerçekleştirilen Sykes-Picot antlaşmasıyla atılmıştır. Lozan bu sürecin finalidir. Sykes-Picot özü itibariyle henüz savaş sürerken Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağına dönük yapılan bir antlaşmadır. Daha sonra bu planlama deşifre olsa da bir şekilde yine sürdürülmek istendiği de bir olgudur. Savaş sonrası 18 ile 26 Nisan 1920’de gerçekleştirilen San Remo Konferansı’nda Ortadoğu’nun nasıl bölüşüleceği tartışılmıştı.

10 Ağustos 1920 yılında gerçekleştirilen Sevr Konferansında ise bugünkü Türkiye’nin 8-9 parçaya bölünmesi, bunun içerisinde (Kürtler isterlerse) bir Kürdistan’ın oluşturulması, hakeza Ermenistan’ın oluşturulması derken "kime neresi verilecek?" üzerine masa başında haritalar çizildi. Sevr Konferansı tüm Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağının kararının alınacağı bir platform olarak tarihe geçti.

SEVR BİR EMPERYALİST OYUNDU

Biz bugün biliyoruz ki daha o yıllarda William Eagleton Sevr için "Daha imzalandığı anda ölü doğmuş bir metinden başka bir şey değildi" sözlerini sarf etmiş. Benzer sözleri yine ABD’li diplomat George Kennan dehşet veren bir ifadeyle dile getirmişti; "Gelecekte yaşanacak büyük trajediler, söz konusu antlaşmalarda şeytanın eliyle yazıya dökülmüştü"

Sevr 10 Ağustos 1920’de imzalandığı zaman bağımsız bir Ermenistan ve Özerk bir Kürdistan ile küçülmüş bir Türkiye öngörüyordu. Kürtler, Hıristiyanlara karşı Müslümanların yanında yer almanın halifeliğe bağlılığın bir gereği olduğunu düşünüyordu. Sevr Antlaşması sömürge imparatorluğu olan Osmanlı’nın toprakları üzerinde bir Kürdistan (ve Ermenistan) devletinin kurulmasını karara bağlamaktaydı. Elbette ki işgalcilere de epey büyük topraklar bırakılacaktı. Sevr bir emperyalist oyundu dersek ne abartmış ne de çarpıtmış oluruz. Yani "Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu" misali bu tür emperyalist oyunlarının foyalarını 80 yıl sonra Irak’ta göreceğiz.

HARİTA HALKLAR ARASINDAKİ KAVGA BİTMESİN DİYE DÜZENLENMİŞ

Harita öyle bir düzenlenmiştir ki, halklar arasında her zaman ve her yerde kavga bitmesin! Çelişkilerin ve kavgaların olduğu yerde etkin ara bulucular iyi rol oynarlar. Bugün Irak’ta etkin ara bulucu olarak İngilizler başta Kürtler ve Araplar olmak üzere Sünnilere, Şiilere, Asurîlere, Êzîdîlere ve ne kadar azınlık ve dini inanç grupları varsa hepsinin yanındaymış gibi duruyorsa, aynı politikayı Türkiye’de de sürdürecektir. Sürekli bir istikrarsızlık ve bunun sonucunda sürekli kavga hali bu sayede mümkündür çünkü.

Bu antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri Bağımsız Kürdistan Devleti'nin hangi aşamalardan geçerek kurulacağını saptamaktaydı. Antlaşmanın 62. Maddesi ile Kürdistan sınırları Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileride tespit edilecek olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş olan ve Kürtlerin hakim çoğunlukta bulundukları bölgeler olarak tanımlamaktaydı.

19 OCAK 1921 YILINDA PARİS KONFERANSI SEVR'İ ONAYLADI

64. Madde şu şekilde bir statü tanımlamaktaydı: "Kürdistan önce İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin garantörlüğünde otonom bir idari yapı olarak kalacaktır. Geçen bir yıllık müddet içinde Kürt halkı, yani bu bölgelerde oturan halk çoğunluğu, Türkiye’den ayrılarak tamamen bağımsız olmak ister ve Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Cemiyet de, bu halkın bağımsızlık isteğini gerçekleştirecek bir kapasitede bulunduğuna kanaat getirir ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse, Türkiye bunu aynen uygulamayı ve bu bölgedeki tüm haklarından vazgeçmeyi garanti eder."

Antlaşmanın ilgili bölümü ise şöyle bitmekteydi: “Kürdistan Devleti’ne bağımsızlığı gerçekleştirildikten sonra bu bağımsız Kürt Devleti’ne, Kürdistan’ın bir parçası olan Musul Vilayeti’nde yaşayan Kürtlerin de kendi arzularıyla birleşmeyi istemeleri durumunda, müttefik güçler buna karşı bir itirazda bulunmayacaklardır." 19 Ocak 1921 yılında gerçekleştirilen Paris Konferansı Sevr’i onaylamıştı.

SEVR TÜRKİYE İÇİN BİR ŞANTAJ UNSURU OLARAK KULLANILDI

Hatta 21 Şubat ile 14 Mart 1921 yılında gerçekleştirilen Londra Konferansı’nda ilginç bir şekilde Sevr’in kararlarını onaylamış ancak kimsenin "anlamadığı" bir şekilde Atatürk ve arkadaşlarına; "Antlaşmayı gözden geçirmek üzere Londra konferansı toplandığında itilaf devletleri statüko ile çakışan bir anlayışla antlaşmada Kürdistan konusunda değişiklik yapmaya hazır olduklarını" fısıldamışlardı.

Burada olup bitenler özü şudur: Sevr Türkiye için bir tehdit, yani şantaj unsuru olarak kullanıldı. Sevr Kürtler, Ermeniler ve Yunanlılar için sadece ve sadece bir gönül okşamasıydı. Tam bir kandırmacaydı. Bunun böyle olduğunu bizler daha sonra Fransa ve TC arasında 1921 yılında yapılan Ankara Antlaşması’nda, yine 24 Aralık 1921 Kahire Konferansı’nda, 11 Ekim 1922 Mudanya Antlaşması’nda ve bu konferans ve antlaşmaların bir taçlandırması olarak (Kürtler için kırıma uğratılması olarak) 24 Temmuz 1923 günü Lozan’da gördük, anladık. Tüm bunlara son nokta ise, 5 Haziran 1926 Ankara antlaşmasında konulacaktı.

MUSUL EYALETİNİ ALAN İNGİLİZLER KÜRT SOYKIRIMINI ONAYLADI

Tüm bu konferansların, toplantıların ve görüşmelerin tek bir amacı vardı, o da Musul Eyaletini Osmanlılardan daha doğrusu yeni kurulacak olan Türkiye’den almaktı. Bu amaç için Sevr'de Kürtlere ve Ermenilere birçok haklar sunduklarını söyleyenler arka planda birçok hile, zor, şantaj ve komplo kullanarak Musul Eyaleti'ni alma arayışındaydılar. Musul Eyaleti’nindeki petrol yataklarını ele geçirmek için gerçek manada çok büyük suçlar işlediler. Musul Eyaleti için tüm halkları hem kullandılar hem de kandırdılar.

Büyük oyun budur. Musul Eyaleti'nin petrolleri karşılığında hem Yunanları hem Ermeniler hem de Kürtler adeta haraç mezat satıldılar. Kürtleri devletlerarası güçler sattılar. Bunun öncülüğünü çok iyi bilmekteyiz ki, İngiltere yaptı. Musul Eyaleti'ni alan İngilizler, Kürt Soykırımı'na sınırsız onay verdiler. 1925 yılından 1938 yılına kadar süren aralıksız saldırılar ve kırımlar bununla bağlantılıdır. Son isyanı bastırmak için Türklere yeşil ışığı yakan yine İngilizlerdir!

İNÖNÜ KENDİSİNİ KÜRTLERİN TEMSİLCİSİ OLARAK KABUL ETTİRDİ

Kasım 1922’de Lozan’da görüşmelere başlamıştı. Aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmayla sonuçlanmıştı. Cumhuriyet'in ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin oturumda olmasına rağmen, İsmet İnönü kendisini hem Kürtlerin hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirdi. Ama bu bir aldatma değildi.

Zira gerçek anlattığı gibiydi: "Kürtler, Türkiye'de her zaman yurttaşlık haklarından yararlanmışlardır. Siyasi ve toplumsal bakımdan her zaman işbirliği yaptıkları Türk hükümetini hiçbir zaman yabancı bir hükümet saymamışlardır. TBMM’de mebusları vardır. Hükümet ve yönetim işlerine etkili olarak katılmaktadırlar. …Yurttaşlık haklarını ve yetkilerini kapsamayacak olan ve sözde özerk bölge haklarının tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir soyu tatmin etmeyecekti…" (Hasan Yıldız, Lozan Barış Konferansı)

KOÇGİRİ İSYANI'NDA İZLENEN YOL UZLAŞMA İÇERİKLİDİR

Elbette bu sözlerin temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesiydi. Tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmekteydi. 1920-21’de Koçgiri İsyanı’nda izlenen yol (yüzlerce köy yakılıp yıkılsa da isyanın ardından yaşanan süreç itibariyle) barışçıl ve uzlaşma içeriklidir.

İsyanın başını çekenlerin (Alişêr ve Nuri Dersimi dışında) görevlere tayin edilmeleri, meclise alınmaları bu uzlaşı arayışına birer veridir. Çeşitli süreçlerde ve resmi düzeylerde yapılan açıklamalar ağırlıkta Kürtleri tanıyan bir tutumu ifade etmektedir. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen gizli talimat, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle Türklerin nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getiren tarihsel gelişmelerdir.

LOZAN'A KÜRTLER KATILMADILAR, YOK SAYILDILAR

Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç duyma kenetlenmeyi sağlıyordu. Sahiden de bir kader ortaklığı ilişkisi yaşanıyordu.

Peki, o zaman neydi Lozan?

"Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı

EN SERT TARTIŞMALAR KÜRT SORUNU ÜZERİNE YAŞANDI

Aslında Kürtler katılmadılar ama bu Lozan görüşmelerinde Kürt sorununun Kürdistan’ın görüşülmediği anlamına gelmiyor. Hayır; çok sert tartışmalara hatta en sert tartışmalara Kürt sorunu üzerinde rastlandı. En sert tartışmalar Kürt sorunu üzerinde yaşandı, Kürdistan üzerinde yaşandı. Bunlar belgelerle sabittir. İsmet İnönü önderliğindeki Kemalist heyet, sıkıştığı anda kendisini Kürtlerin ve Türklerin ortak temsilcisi olarak sundu. Buna karşı İngiltere ve Fransa da zaman zaman, çeşitli Kürt temsilcilerden aldıkları imzalı dilekçeleri görüşme gündemine getirdiler.

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun İsveç Ataşelerinden olan Kürt Şerif Paşa var. Ondan işte "şu hakları istiyoruz" biçiminde aldıkları dilekçeyi kullanmak istediler. Şerif Paşa’yı zaman zaman Lozan’a getirdiler. Ve onunla İsmet İnönü öncülüğündeki heyeti tehdit etmeye, dengelemeye çalıştılar. Sonuçta hem Türkiye Irak sınırı çizilemediği gibi hem de Kürtler yok sayıldılar. Türkiye’nin diğer alanlarda sınırları çizildi. Boğazlar sorunu çözüldü. Türkiye toplumu tanımlandı. Özellikle azınlıklar ve onların hakları belirlendi.

KATLİAMLARLA KÜRT TOPLUMU SUSTURULDU

Kürtlerin adı çok genel bir iki şeyde geçti. Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok, sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ve isyan ettiler.

Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ve isyan ettiler. Fakat bu isyanlar feodal aşiretçi düzeyi aşamadı. Örgütlü ve bilinçli bir ulusal kurtuluş hareketi düzeyine gelemedi. Sonuçta, oluşan sistem tarafından ezildiler. Bastırıldılar. Katliamlarla Kürt toplumu susturuldu." (Selahattin Erdem) Lozan işte tam da bu olmaktaydı! Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selim’e doğu yolu açılarak cihan imparatorluğuna yürümesi sağlanmışsa, bu kez Anadolu’dan silinmekle yüz yüze kalan ve tarihinin en zorlu sürecinde belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrardan Kürtler alacaktı.

MECLİS, KÜRT VE TÜRKLERİN MECLİSİ OLARAK KURULDU

Bu dayanışma ve ortaklık Meclis’in oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. Öyle ilan edilmiştir. M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te gazetecilerle yaptığı bir söyleşide daha da fazlasını söylemiştir: "Kürt sorunu; bizim yani Türklerin çıkarına da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar, öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumdadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurların içine gire gire, öyle bir sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek gerekir... Söz gelişi, Erzurum'a kadar giden, Erzincan'a Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir.

Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)

ULUS DEVLET HALKLARIN BAĞRINA SAPLANAN HANÇERDİR

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan savunmalarında söz konusu kader ortaklığının nasıl inkar ve isyan sürecine dönüştüğünü izah eder: "Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, gelişecek isyanların kapısını sonuna kadar açmıştır."

Yukarıda ifade edilenler kadar önemli olan başka bir durum ise özü itibariyle kökleştirilen ulus devlet modeliyle de bu coğrafyanın onlarca zengin kadim halkı, inancı, etnisitesi baskılanarak aralarına düşmanlık tohumlarının sürekli olmak üzere ekilmiş olmasıdır. Ulus-devlet, gerçekten de Ortadoğu halklarının bağrına saplanan hançerdir ve bu hançerden halen kan damlamaktadır.

SON 100 YILDA BU TOPRAKLARDA SAVAŞSIZ BİR GÜN BİLE GEÇMEMİŞTİR

Lozan Konferansı tartışmaları ve uygulamaları itibariyle Ortadoğu toprakları için bir parçalanmayı, dağılmayı, dış güçlerin saldırı ve oyunlarına açık hale gelmeyi sağladığı gibi, sömürülmelerinin yolunu da sonuna kadar açmıştır. Bunun için tarihsel bir bilince de gerek yoktur. Güncel de yaşananlardan bile bunu anlamak mümkündür. Son yüz yıllık tarihte bu topraklarda savaşsız bir gün dahi geçmemiştir. Ortadoğu coğrafyası ve Kürdistan halklar bahçesinden halklar mezbahasına dönüştürülmüştür. Lozan bunun inşasında ilk adımdır.

Bu durumu tersine çevirmek için Lozan’ı tersine çevirmek gerekecektir. Daha bildik bir kavramlaştırmayla, Lozan güncelleştirilmelidir. Bunun yolu öncelikli yolu, farklı bir zihniyet yapısına sahip olmaktan geçer. Zihin yapımızı ulus devlet marjından kurtararak demokratik ulus bilincini teorik ve pratik olarak kazanmalıyız.

KUTSAL KİTAPLARIN ORTAK VAAZI KOMÜNALİZMDİR

Demokratik ulus anlayışını edinmek demek, her halkın doğuştan gelen haklarını, her inancın kendisini özgürce ifade etme özgürlüğünü, en küçük yapıların dahi kendilerine özgürce yaşayacakları bir ortamı yaratma ve herkesin yaşama hakkına saygıdan geçer. Belirtildiği gibi bunu yapabilmek için önce ulus devlet hastalığından uzaklaşmasını bilmek gerek. Bu aynı zamanda kapitalist modernist kültür ve zihniyetinden uzaklaşmak demek olacağı için, kendi toplumsal yaşamımızı, başka bir deyimle bu coğrafyaya özü itibariyle ait olan ortaklaşma kültürünü yani komünaliteyi benimsemekten geçer.

Ortadoğu’nun toplumsallığın coğrafyası olduğunu bize tüm kutsal kitaplar söyler. Kutsal kitapların ortak vaazı kesinlikle komünalizmdir. Ortaklaşma ve birbirini düşünmeyi emreder tüm tanrı kelamları. Herkesi kendisi gibi görmeyi salık verir kutsal sözler. Herkesin en yüce “varlık” önünde eşit olduğuna inanmayı sağlar. Bu toprakların mayası böyle örülmüştür çünkü. O zaman yapmamız gereken ilk iş bu mayaya ters düşen, ters duran, dini bir kavramla ifade edecek olursak; “fıtrata ters olan”ı düzeltmek olmalıdır.

LOZAN NASIL GÜNCELLENMELİ?

Ortadoğu’da bunun düzeltilmenin politik yolu de kendi Lozan’ımızı oluşturmaktan geçer. Lozan nasıl Güncellenmeli? Bunu oluşturmanın yolu öncelikli olarak var olan sorunları kendi aramızda, demokratik ulus anlayışıyla ele almamız gerekiyor. Devlet ulusla peydahlanmış olan milliyetçilikleri, ırkçılıkları, tekçilikleri bir köşeye atarak çoğulculuğu, kültürel zenginlikleri bir anlayış olarak esas almayı gerektirir. Her renge ve kültürel farklılığı sahiplenme temelinde saygı göstermek işin abecesi olmalıdır.

Unutmayalım, emperyalizm doğası gereği talancı ve vurguncudur. Böyle olmasa kendisini nasıl ayakta tutabilir ki? Halkları soymayan, sömürmeyen, kanlarını emmeyen, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymayan bir emperyalizmin yaşaması mümkün mü? Mümkün olmadığını bilen emperyalist güçler emellerine ulaşmak için yüzyıllardır kullandıkları en etkili yöntemleri daha da sofistike hale büründürerek halkları birbirine düşman kılarak zayıflatmaktan hiç vazgeçmediler. "Böl, parçalama ve yönet" diye formüle ettikleri şey, bu kapsamlı stratejinin kodlarıdır.

TARİH SİZE KOŞULLAR SUNAR, DEĞERLENDİRİRSENİZ TARİH YAZARSINIZ

Ortadoğu (özelde de 24 Temmuz 1923 yılında imzalanmış olan Lozan konferansıyla) halkların birbirine düşman haline getirilmesiyle kuşatılmıştır. Bu kuşatılmayla halklar birbirinin düşmanı haline getirilmiştir. Ancak gururla belirtelim ki, ilk kez bu birbirine kırdırma durumunun aşılma fırsatı ve imkanları doğmuştur. PKK bu imkanın adıdır.

Demokratik ulus anlayışı ve modeliyle Ortadoğu’da ilk kez halkların emperyal güçlerinin oyunlarına gelmeden, tuzaklarına düşmeden kendi yollarını çizerek, kendi çıkarları temelinde her halk, her renk, her inanç için oluşturacakları Demokratik Özerklik modeliyle (bugün Rojava’da pratikleştirildiği gibi) kendi doğallığını hayata geçirme şansı doğmuştur. Tarih size koşullar sunar. Değerlendirirseniz tarih yazarsınız, değerlendiremezseniz tarih olursunuz. Bu şans aynı zamanda inkar ve imha zeminini oluşturan Lozan’ın aşılarak yerine halkların tüm renklerini kabul edecek olan yeni bir Lozan’ın oluşturulması da demektir.

LOZAN TÜRKİYE DEVLETİNE HİÇBİR ŞEY KAZANDIRMAMIŞTIR

Halkların birbirine karşı çıkartılarak düşmanlaştırılmasını aşarak, halkların baharlaşmasını yani kardeşleşmesini sağlamak bu bağlamda her zamankinden daha fazla bir tarihi zorunluluğu gerçekleştirmek olacaktır. Marksistlerin dediği gibi, bu da özgürlük demektir! Unutulmasın ki Lozan gerçek anlamda, insanın gözlerini körelten bir antlaşma, Kürtleri yok sayıp da asimilasyon ve kültürel soykırımına gözleri sadece kafatasında yer alan anatomik bir çift çukurdan ibaret gören bir antlaşmadan başka bir tarife haiz değildir.

Batıların Gözleri…

Emperyal güçlerin Gözleri…

Asimilasyonu köklü olarak özümsemişlerin Gözleri…

Statükocu ve sömürgeci güçlerin Gözleri…

Din kardeşi olup da barış dininin gereklerini yerine getirmeyenlerin gözleri…

Böylesine gözler yerine zaman ve an her zamankinden daha fazla gönül gözüyle, ruh gözüyle, düşünce ve de insan gözüyle bakarak coğrafyamızı parçalayan, birbirine düşman eden yaklaşımları terk etme zamanı gelip geçmemiş midir? Son söz niyetine belirtelim ki, Lozan Konferansı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hiçbir şey kazandırmamıştır. Kürtler katledilmişlerdir. Bu Türklerin cellatlığıyla yapılmıştır.

KÜRTLER DİRENİŞLERİYLE HERKESE KİMLİĞİNİ KABUL ETTİRDİ

Ancak büyük katledilme ve soykırıma karşı Kürtler yılların büyük yok sayılma ve yok edilmeye karşı intikam hırsıyla büyük direnmesini ve büyük savaşmasını bilmiş, öğrenmiştir. Kürtler direnişleriyle kendi kimliklerini herkese kabul ettirmesini bilirlerken, yeniden dünya sahnesine kendilerini taşırmışlardır. Peki, TC devleti dünyaya faşizan kimliği dışında ne kazanmıştır? Ermenilerden Asurilere, Kürtlerde kendi solcu çocuklarına kadar katillik etmek dışında ne yapmıştır? Gerçek şu ki, Lozan’la birlikte kazandığını sanan ama tüm insani, demokratik kalıntılarını da kaybeden bir Türk kimliği kaldı geriye.

Bilelim ki, başka bir halkı ezen bir yapı asla kendisi özgür olamaz. Başka bir halkı sömürge çarkı altına alan bir yapı asla ruhen rahat olamayacağı gibi fiziken de- yaşayacağı karşı direnişlerden dolayı- rahat olamaz, rahat yaşayamaz. Tam tersine böyle bir yapı hep diken üzerinde yaşamaya mahkumdur. Aynen bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti başta olmak üzere İran, Irak ve Suriye devletlerinin yaşamaya mahkum oldukları gibi.

Bilelim ki, bu durumun aşılmasının tek yolu vardır, o da halkların Önderliği olan Öcalan’ın geliştirdiği Demokratik Ulus perspektifiyle Lozan’ın yeniden güncellenmesidir.

Ve yine bilelim ki, Kürtler kendi Lozanlarını tüm halklarla birlikte inşa etmeye başlamışlardır. Umut odur ki, işgalci ve sömürgeci güçler de gerçek manada Bekaa Sorunu’nu yaşamadan, bu çizgiye gelirler… Aksi taktirde, Bekaa Sorunu herkes için büyük acıları getirmemesi düşünülemez!