'Seçim güvenliği iktidarın eline bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele'

14 Mayıs gecesi seçim güvenliğine dair hala aydınlanmayan noktalar olduğunu ifade eden Sosyolog Harun Ercan, bu konunun hala önemini koruduğuna dikkat çekti.

14 Mayıs seçim sonuçları kadar seçim gecesi neler yaşandığı tartışılıyor. Bu anlamda bazı sorular havada kalsa da bu durumun seçimin ikinci turu için nasıl bir ders çıkardığı hakkında henüz net bir şey söylemek mümkün değil. Mesele sadece CHP’nin sisteminin altyapısal sorunları mıydı ya da iktidarın usulsüzlüklerini tek bir yerde mi aramak lazımdı? Dahası çözülmeyen bu düğüm ikinci turu da gölgeleyebilir mi?

New York Eyalet Üniversitesi'nde Siyaset Sosyolojisi alanında doktora çalışmasını yapan akademisyen Harun Ercan ile iki kısım olarak yaptığımız röportajın ilk bölümünde, seçim gecesi yaşanan tartışmaları ele alıyoruz. Diğer kısımda ise ikinci tura giderken Kılıçdaroğlu’nun değişen stratejik söylemi ve bu turda seçim güvenliği açısından önemli noktaları ele alacağız.

Artık seçimin sonucundan ziyade 14 Mayıs’taki seçim güvenliği ve önümüzdeki ikinci turun da güvenliği önemli tartışma başlıklarından biri. Sizin bu noktada çeşitli demeçleriniz oldu. Bu yanıyla bakıldığında seçim güvenliği neden önemliydi ve önümüzdeki ikinci tur için de neden önemli bir nokta olması gerekiyor?

Başlarken aslında bir ayrıma dikkat çekmek lazım. Türkiye sahasıyla Kuzey Kurdistan sahası yapısal dinamikleri açısından farklı. Sadece bu seçimde değil, on yıllardır böyle. Meselenin Türkiye bölümü ile başlayacak olursak; Türkiye'de rejimin karakteri üzerine tartışmalar var. Bu tartışmanın seçim adaleti ve güvenliğiyle de bir alakası var. Liberal akademik yaklaşımlar bile Türkiye'deki sistemi ‘rekabetçi otoriter bir rejim’ olarak tanımlıyor. Yani evet, siyasi rekabet var, buna kısmen de olsa izin var ama taraflar yarışırken eşit değiller. Şu benzetmeyle anlatılıyor bu durum. Futbol maçı gibi düşündüğümüzde; sahaya iktidar takımı 11 oyuncuyla çıkıyorsa muhalefet takımı 6-7 oyuncuyla çıkıyor. En başından itibaren eşitsiz ve adil olmayan bir süreç var ve maçın hakemi de iktidardan yana. Türkiye sahası açısından bunu söylemek mümkün. Bu bağlamda, özellikle seçim güvenliği boyutuyla alakalı, Millet İttifakı seçmenlerini de, Emek ve Özgürlük İttifakı seçmenlerini de aynı yanılgıya götüren faktörlerin olduğunu düşünüyorum.

Nedir bunlar?

Haksız bir şekilde tekrar ettirilen 2019 İstanbul seçimleri sonrası CHP'ye, yani muhalefetin öncü partisine dair seçmenlerde şöyle bir kanı oluştu: “Evet, bu muhalefet oylara sahip çıkma işini galiba çözdü. Bu konuyla alakalı ciddi bir sorun yok. Ve biz de gönül rahatlığıyla gidip oyumuzu verdiğimizde, tüm eşitsizliklere ve tüm adil olmayan sürece rağmen, bu sandığa giren oyla sandıktan çıkan oy arasında ciddi bir fark olmayacak”. İnsanlarda güven oluştu. Ama görünen o ki aslında bu sadece İstanbul'a has ve lokal ölçekte var olan, kısmi bir deneyimmiş. Türkiye genelinde ise CHP seçim güvenliğini sağlamak için ne kendi içinde dört başı mamur bir sistem kurmuş ne de bunun pratik örgütlenme ayağını başarılı bir şekilde yapabilmiş. Sandığa giren oyun gerçek anlamıyla YSK’nın açıkladığı resmi sonuçlara yansıdığını, elimizdeki verilerin yüzde yüz doğru olduğunu bilmiyoruz. Bunun sebebi de sistematik usulsüzlükler yapıldığına dair elimizde çok sayıda kanıt olması. Deprem bölgesine bakıyorsunuz; yüzde 80’in üzerinde katılım var. Bu gerçekten açıklanması zor bir veri. Bunun dışında sanal medyaya da yansıyan bir sürü şaibe oldu, tek tek sıralamak istemiyorum; ama örneğin Yeşil Sol’un oylarının MHP'ye yazılmış olmasının altı çizilmeli.

Hala tatmin edici bir veri yok diyorsunuz?

Şunu bilmiyoruz gerçekten; bulunduğu sandıkta değil de farklı yerlerde oy kullanabilme hakkı olan memurların, polislerin özellikle bu süreçte adilane davranıp davranmadığını. Örneğin Antep’te binlerce Kürt seçmenin Vatan Partisi tarafından sandık görevlisi olarak yazılması vardı. Seçim usulsüzlükleriyle alakalı en göz önünde bulundurulması gereken şey şu: Çoğu insan çok genel geçer ve tek bir usulsüzlük yöntemi üzerine düşünüyor. Kanımca, sistematik seçim usulsüzlükleri hiçbir zaman tek bir yöntemle ve tek merkezli bir şekilde yapılmıyor. Yerelleştirilmiş bir strateji çerçevesinde yapılıyor. Çünkü seçimin meşru olmadığı kanısına sahip olursa halkın büyük bölümü, bu iktidar partisi için korkunç bir hezimet olur. Seçim sonuçlar kabul görmezse, ne halkı az çok meşru bir siyasi rejim içerisinde yaşadığına ikna edebilirsiniz ne de dış kamuoyunu. Ortaya meşruiyet açığından doğan bir yönetememe sorunu çıkar. O yüzden herhangi bir sistematik usulsüzlüğün seçim sonuçlarına çok fazla etki etmediğine dair bir kanı oluşturacak şekilde bu işin yapılması gerekiyor ki, insanlar seçim sonuçlarını meşru kabul etsinler. Burada tabii ki özel bir durum da söz konusu muhalefeti daha da zorda bırakan.  

Nedir bu özel durum?

Seçimin ikinci turunun olması, yani seçimin ikinci tura kalmış olması. Otoriter rejimlerde hakkı yenmiş muhalif siyasi partiler şu açmazla karşı karşıya kalıyorlar: Seçimin anlamlı bir değişim yaratamayacağı vurgusuyla kitleyi sandığa götüremezler. Özellikle CHP'nin sandıklara sahip çıkamadığı gerçeği seçmenlerde genel bir kanıya dönüşürse insanlar ikinci turda oy kullanmaya gitmez, katılım düşük olur, Erdoğan da çok yüksek bir oy oranına sahip olur bu şekilde. Diğer yandan, oyların çalındığı üzerinden siyasete başladığınızda ardından ana muhalefet partisinin kitlesel mobilizasyon yaratması lazım, o da işe yaramazsa boykot hamlesi şart. Bu ikinci tur açmazı yüzünden -ki bence haklı bir kaygı- bu meseleyi fazla uzatmadılar. Neden böyle olduğunun sebepleri kamuoyunda şeffaf, açık bir şekilde tartışılmadı ve tartışılması da istenmedi. İki seçim arasındayız. O yüzden belki de şunun üzerine biraz kafa yormak gerekiyor. Bu sürecin kendisi aslında ikinci tur için bir toplumsal hareket yaratma, sandıklara ve demokratik sürece sahip çıkma hareketi yaratmak için kullanılabilirdi.

Çünkü bakıyoruz, ne değişti? İlk turdan hemen sonra CHP bu seçimin ilk turunun verdiği esas mesajın daha fazla milliyetçilik olduğuna dair kendince bir çıkarımda bulundu. E bu çıkarım neye göre yapıldı? Yani doğru olup olmadığını, daha doğru hangi oranda gerçek olduğunu bilmediğimiz seçim sonuçlarına göre yapıldı. Şu anda Kılıçdaroğlu'nun yaptığı görüşmeler, kullandığı ifadeler, açıklamalar partinin, muhalefetin genel olarak enerjisini vakfettiği doğrultuya baktığımızda şunu görüyoruz: “Sinan Oğan veya milliyetçi seçmenlerden ne kadar oy alabiliriz?” Bunu da en organize bir şekilde kendisine ilk turda oy vermiş olan Kürtleri incitme ve onları sandıktan soğutma riski alarak, bunun çok ciddi bir hesabını kitabını yapmadan muhalefet adına alınmış bir karar olduğunu görüyoruz. Bununla nereye gidileceği henüz belli değil. Sinan Oğan’ın ne yapacağı belli değil ama görünen o ki gündemi işgal eden bir milliyetçilikle ikinci turda başarı ihtimali olduğuna dair bir inanç var.  

İşin Kurdistan sahasını konuşursak; örneğin Cizre’de boş sokağa atılan biber gazları oldu polis-asker tarafından. Bir kışkırtma gibi de algılandı. Sizce bu taraftaki tablo neydi?

Bu seçimleri Kürtler için de Türkiye geneline kıyasla yapısal bir durum farkı göz önünde bulundurarak okunmalı. 2015’ten bu yana aralıksız devam eden süreklileşmiş bir isyan bastırma harekâtı var. Bu seçimler de bu harekâtın içerisinde yapıldı aslında. Şunu kastediyorum, iktidar nezdinde sadece dağlardaki gerilla veya bir siyasi parti olarak HDP, Yeşil Sol üyeleri, yöneticileri değil, topluma dair ne varsa savaşla düzleminde görülüyor. İnsanların siyasi eğilimlerine göre işleyen bir ödül-ceza sistemi işletiliyor yıllardır. Seçim süreci de bununla iç içe geçmiş durumda. Kürt illerinde yaşayan tüm insanlar, bu insanların ne düşündüğü, ne hissettiği, bu insanların yaşadığı şehirler, doğa; yaptıkları ticaret, alabildikleri veya alamadıkları sosyal yardım bunların hepsi bir savaş düzlemi içerisinde görülüyor iktidar ve devlet tarafından. Seçimler bu düzlemden ayrı düşünüldüğünde anlaması çok daha karmaşık bir denklem yaratıyor. Zira seçimi bu süreç dâhilinde, Kürt illerinde ele aldığımızda seçim güvenliği elbette en büyük hatta çok daha büyük bir mesele.

Kişi başına düşen polis ve asker sayısının en fazla olduğu coğrafya, Kürt coğrafyası. Haliyle sadece seçim gecesi değil, seçimden önce de devlet yetkililerinin en organize, en bütünleşik bir şekilde seçim çalışması yürüttükleri yer aynı zamanda. Valilerin sürekli muhtar toplantıları yaptığı, AKP il ve ilçe teşkilatlarıyla çok yakın bir muhabbet ve koordinasyon içerisinde seçim çalışmalarını yürüttükleri yer. Aynı zamanda özellikle bir şekilde devletle bağı olan memuriyet veya maaş bağı olan herkese yoğun baskıların yapıldığı bir seçim öncesi süreç olduğu da hatırlatılması gereken bir diğer konu elbette.

Seçimden hemen önce avukatlara ve gazetecilere hatta kültür çalışanlarına yönelik yapılan gözaltı, tutuklama dalgasını da ıskalamamak gerekiyor. Her iki ayda bir neredeyse HDP'nin parti ve il yöneticilerine ve de üyelerine yönelik operasyonlar yapılıyor. Bunların parti örgütünü, teşkilatını güçsüz bırakmak için yapıldığına kuşku yok. Seçim gecesi yaşananlar da aslında Kürt coğrafyasında var olanı bir savaş düzlemi olarak gören iktidarın o gün “ben buradayım” demesi olarak da anlaşılabilir. Şöyle ne oldu diye baktığımızda, birtakım çözülmesi ve cevap verilmesi gereken sorular var. Bir; neden örneğin, hemen seçimin gecesinde Cizre'de, Şırnak merkezde, Silopi'de Nusaybin'de polisler sokağa indi? Halkı provoke etmek için ortaya ciddi bir efor koydular, çaba sarf ettiler. Diğer taraftan da askerler saatlerce havaya ateş açarak bir korku iklimi yaratmaya çalıştı. İlk başta birçok kişinin düşündüğü şey şuydu: Kürtler büyük ölçüde Kılıçdaroğlu'na destek verdikleri için buna dönük bir tepki ama bu bence yeterince ikna edici bir açıklama değil.

Neden?

Eğer o geceyi sadece izole bir şekilde anlamaya çalışırsak belki yeterli bir açıklama olabilirdi. Ama o gece yaşanan diğer gelişmelere, süreçlere bakmak lazım. Böyle olağan dışı zamanlarda devletin önemli kurumlarının tutumlarını anlamak için bazen siyasi süreçlerin merkezine değil çeperine bakmak gerekebilir. Çünkü İstanbul, Ankara, İzmir'de yapılacak ve şiddet tehdidi içeren her hamlenin bir maliyeti olur, seçimlerin "meşruiyet"ine gölge düşürür. Siyasetin merkezinde neler oluyor diye sorup oradan hareketle çeperdeki gelişmelere dair birtakım sorular sormak lazım. Bunların hiçbirinin net cevapları yok ama fikir yürütme imkânımız her zaman olduğu gibi var. O gecenin en temel düğümlerinden bir tanesi, seçime etki eden “sistematik usulsüzlükler” olduğunun ortaya çıkmasına rağmen bunların tam aydınlanmaması. Öncelikle Anadolu Ajansı üzerinden psikolojik harp operasyonu gibi bir seçim sonuçları açıklama süreci yaşandı. CHP'nin kısmen güvendiği ANKA Ajansı da neredeyse Anadolu Ajansı'na çok yakın bir şekilde sonuçlar ortaya koydu. Sonra CHP'nin sandıkta seçim güvenliği sağlayamadığı anlaşıldı.

Röportajın başında bahsettiğimiz bir sürü usulsüzlükler ortaya çıktı. Yeşil Sol’un sandık sorumlusu olamadığı için de diğer taraftan bu sonuçların sisteme geçirilmesiyle alakalı çok uzun kuyruklar olduğunu gördük birçok yerde ve noktada. Tüm bunların hepsini alt alta koyduğumuzda şöyle bir noktaya doğru çıkıyor: O gece tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz ama sorulması gereken bir soru şu: Acaba Kürt illerinde, özellikle Botan hattında, birçok kimsenin gündem etmediği, polis ve asker tarafından yapılmış bir girişim tam olarak neyi amaçlıyordu? Bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyoruz. Bu üzerine düşünülmesi, takip edilmesi, fikri takip yapılması gereken düğümlerden bir tanesi bence. Kürt hareketine bir mesaj olarak görülebilir bu. Herhangi bir şekilde seçim usulsüzlüklerine dair olası bir toplumsal hareketi, kalkışmayı öngören ve bunu önceden engellemeye çalışan bir göz korkutma harekâtı da olabilir.

Diyorsunuz ki, bu tam anlamıyla sadece Kürtlere yönelik olmayabilir...

2019’a geri dönerek söyleyeyim. İstanbul seçimleri sadece CHP'lilerin çıkıp öyle birkaç açıklama yapmasıyla tekrardan kazanılmadı. Bir nevi toplumsal bir hareket ortaya çıktı kendiliğinden, İmamoğlu'na oy veren, onu destekleyen toplumsal kesimlerin katıldığı bir aktivizm süreci yaşandı. Bu destek İmamoğlu'na çok güç verdi. Seçim güvenliğinin kitlesel bir şekilde, örgütlü bir şekilde sağlanması adına. Seçim güvenliği sadece YSK'nın ve iktidarın eline bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele, ama CHP bunu yeterince örgütlememiş. Bu eleştirilmeli ama diğer taraftan da muhtemelen sonuçlar çok daha farklı çıkmış olsaydı sandıktan, o gece AKP'nin seçim sonuçlarını kabul edip etmeyeceğini, buna dair ne gibi hazırlıklar yaptığını da tam olarak bilmiyoruz şu anda. Çünkü yapmışlarsa o hazırlıkları ya devreye sokmadılar ya da kısmi bir şekilde devreye soktular.

Bu yüzden sormakta fayda var… O gece Kürt illerinde gerçekleşen bu göz korkutma harekâtı sadece Kürt hareketine dönük veya Kürtlere Kürt halkına dönük bir provokasyon çabası mıydı? Yoksa aslında muhalefetin geneline yönelik bir mesaj mı içeriyordu? Bunu bilmiyoruz. Muhtemelen de kısa ve orta vadede bilmemiz de çok mümkün olmayacak. Ama mutlaka göz önünde bulundurulması gereken bir bağlamı olduğunu düşünüyorum.

İKİNCİ KISIM: Halkı kitlesel anlamda seçim güvenliği için mobilize etmek gerekli