2007’de ayağı birbirine dolaşan CPT şimdi neden sessiz?

2007 yılında 18 siyasetçi ve kurum temsilcisinin girdiği açlık grevinde yer alan gazeteci Hasan Akbaba, CPT'nin o gün ve bugünkü tutumları arasındaki farka değindi.

Tecride karşı açlık grevlerinde oldukça kritik bir aşamaya girilmesine rağmen sessiz kalan CPT’nin 2007 yılında tecride karşı açlık grevinin ilk haftalarından itibaren devreye girmiş olması, konjonktür gereği siyasi bir tutum takındığı ihtimalini güçlendiriyor. 2007 yılında 39 gün süren açlık grevi eylemcilerinden gazeteci Hasan Akbaba, o dönem yaşananları ve CPT’nin halen devam eden direnişe yönelik tavrını ANF'ye değerlendirdi.

2007 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde zehirlendiği ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine aralarında KONGRA-GEL Eşbaşkanı Remzi Kartal’ın da bulunduğu 18 eylemci, Avrupa Konseyi’ne (AK) bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) Öcalan’ın durumu konusunda bir açıklama yapması ve İmralı’ya acilen bir heyetin gönderilmesi için açlık grevine başlamıştı.

Eylemin 33’üncü gününde Strasbourg’da Kürtler dev bir miting düzenledi. Aynı dönemde Avrupa Parlamentosu Milletvekili Feleknas Uca ile başka 7 vekil ise, Öcalan’ın bağımsız bir heyet tarafından tedavi edilmesi talebiyle imza kampanyası düzenledi. Avrupa’daki Kürdistanlılar, bir haftada 103 bin 417 imza topladı. İmzalar, 11 Mayıs 2007’de CPT Yönetim Kurulu Sekreteri’ne teslim edildi. Eylem sırasında Öcalan da eylemcilere bir mesaj göndermişti. Açlık grevine ilişkin açıklama yapan Öcalan, greve katılanların hayatlarını tehlikeye atmamalarını istemişti. Açlık grevi eylemi, CPT’nin İmralı’ya bir heyet göndermesinin ardından sona ermişti.

O dönemdeki açlık grevinde yer alan eylemcilerden olan gazeteci Hasan Akbaba’ya göre, CPT’nin o günkü ve bugünkü tutumlarının arasındaki ciddi farkın nedeni konjonktüre göre siyasi tutum alınması. Buna göre, 2000’li yıllarda AKP’nin Avrupa Birliği (AB) ve diğer uluslararası güçlerce desteklenmesi, 2007’deki açlık grevinin kısa sürede büyük bir etki yaratması nedeniyle AKP’nin siyaseten zora girecek olmasının yarattığı endişe, CPT’nin kısa sürede devreye girmesini sağlamıştı.

2007 yılında 18 siyasetçi ve kurum temsilcisinin girdiği ve halkın yoğun desteğiyle taleplerin karşılanması sonucu 39’uncu günde sona eren süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin nasıl başladığı, nasıl etki yarattığı ve hangi süreçlerden sonra sonlandırıldığı ile CPT’nin o gün ve bugünkü tutumları arasındaki farkları, gazeteci Hasan Akbaba ile konuştuk.

Öncelikle 11 Nisan 2007’de başladığınız süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin nasıl başladığını hatırlatır mısınız?

Bizim 2007 yılındaydı, ilk gruptuk. Yanılmıyorsam biz 18 arkadaştık. O günkü koşullarda Önderlik üzerinde çok ciddi bir tecrit vardı. Artı, Önderliğe yaklaşım boyutuyla bir zehirlenme durumu ve bir de şiddet durumu vardı. Tıpkı bugünkü koşullarda olduğu gibi Önderlik’ten haber alamıyorduk. Haber alamadığımız için de ‘ne yapabiliriz?’ diye kendi içimizde tartıştık. Bu vardığımız tartışma sonucunda bir kamuoyu oluşturma ihtiyacı doğdu. Çünkü o zamanlar İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) tüm girişimlere rağmen kulaklarını kapatmıştı. CPT, Türkiye’den izin verilmesine bağlı olarak girişimde bulunabileceğini söylüyordu. Bizler de bu girişimlerin sonuç vermediğini görünce böyle bir kararlaşmaya vardık.

O dönemde Önderlik’ten 1 ile 1,5 yıl kadar bir süredir haber alınamamıştı. Önderlik tek başına bir hücredeydi, bugünkü gibi başka tutsaklar da yoktu orada. Keyfi bir şekilde hücre cezaları veriliyordu. ‘Disiplin suçu’ adı altında Önderliğe görüşme yasakları getiriliyordu. Çok ciddi bir süreçti. Tabii o dönemde genel anlamda bir geçiş süreci yaşanıyordu Türkiye’de; AKP süreciydi. Yaklaşım boyutunda da, kendisini bugünkü gibi devlete tam olarak yerleşmediği için AKP’nin ‘benim de bazen sözüm geçmez’ gibi yanıltıcı, oyalayıcı yaklaşımları vardı.

Ona rağmen vicdan sahibi, daha doğrusu yurtsever siyasetçiler kendi içimizde tartıştık. Bunun sonucunda böyle bir inisiyatif geliştirildi. Her arkadaş gönüllü bir şekilde yer aldı. Aslında çok fazla isim vardı ve açlık grevi için çok sayıda kişi başvurmuştu. Ancak özellikle yer sorunundan dolayı biz sayıyı sınırlı tuttuk. O dönem Strasbourg’daki Kürt derneği vardı, orada başladık.

Açlık grevine kitle desteği nasıldı? Ne tür eylemlerle size destek verildi?

Açlık grevi girişiminin başladığı ilk günlerdeki durgunluğun aksine bir haftalık süreçten itibaren ciddi bir kitle desteği oluştu. Özellikle üçüncü haftadan itibaren yoğun bir akın söz konusuydu. Açlık grevine destek amacıyla beşer günlük dönüşümlü gruplar da açlık grevine giriyordu. Eylem kısa sürede ciddi bir yankı uyandırmıştı.

Avrupa’da yaşayan halkın desteği de ciddi boyutlardaydı. Öyle olmuştu ki, gelmemek ‘vicdansızlık’ olarak nitelendiriliyordu. Ve herkes gelmek istiyordu. İnsanlar ya geliyordu ya telefon ediyordu. Mesela hatırlıyorum, henüz 17 veya 21’inci günündeydi eylem ve binlerce insan Strasbourg’da yürümüştü. Eylemin 33’üncü gününde Strasbourg’da düzenlenen büyük yürüyüş ve mitinge ise on binlerce insan katılmıştı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, siz henüz eylemdeyken bir mesaj da göndermişti.

Evet, açlık grevinin dördüncü haftasına girildiğinde Kürt Halk Önderi Öcalan’dan dolaylı olarak haber aldık. 20’inci günün sonrasında yanılmıyorsam 25’inci günde dolaylı olarak Önderlik’ten haber aldık. ‘Sağlığının yerinde olduğunu’ öğrendik. Mesajında eylemi selamladığını ancak açlık grevinin bırakılmasını istemişti. Bizlerin yaşamımızı riske atmamızı istemiyordu.

Sizin bu mesajdan sonraki kararınız ne oldu? Ve tabii bu süreçte CPT ne yaptı?

Eylemin ilk başlangıcında bir sessizlik vardı. Avrupa kamuoyu, özellikle CPT olmak üzere tüm kurumlar sessizdi. Türkiye’de de siyasal süreç biraz muğlaktı, AKP açısından da. Tabii sonrasında biz Önderlik’ten haber aldıktan sonra ısrarla CPT’den söz almak istiyorduk. Yani kendilerinin bizzat gitmelerini istemiştik. CPT, yine oyaladı. 35 ya da 36’ıncı günde Önderlik bizzat bir heyet gönderdi.

Sonrasında biz tartıştık. En son da CPT’den gelen bir söz vardı: ‘Siz eylemi bırakmazsanız (Öcalan’ı ziyarete) gidemeyiz. Ancak eylemi bırakırsanız gidebiliriz. Söz veriyoruz, eğer bırakırsanız biz de İmralı’ya gideceğiz. Ama siz bırakmadan biz gidersek, bu ‘şantaj’ gibi algılanıyor. Dolayısıyla da bu bizi zorluyor; sizin dediğinizi yapmış gibi oluyoruz. Bu bizi zorlar ama siz eylemi bırakırsanız bizler de kendi irademizle gitmiş gibi olacağız ve size de haber vereceğiz’ diyorlardı. CPT’den İmralı’ya gitme sözü aldıktan sonra da 39’uncu günde eylemimizi sonlandırdık.

Bu sözünü tuttu mu CPT?

Eylemi 39’uncu günün sonunda sonlandırmamızın üzerinden bir hafta gibi bir süre geçmeden CPT’den bize haber geldi. Önderliğin ziyaret edildiği bilgisi verildi. O vesileyle kendisinin durumu hakkında detaylı bilgi sahibi olduk.

Açlık grevi eyleminize halkın desteğinin CPT’yi harekete geçirmedeki etkisi neydi?

Avrupalı kesimler açlık grevinin ilk başlangıcında ‘renklerini belli etmiyorlardı’. Sonra, yani işin ciddiyetini anladıktan sonra, CPT kendi inisiyatifiyle harekete geçti. Aslında biraz bizim duruşumuz ve halkın o dönemdeki yığınsal hareketliliği, CPT’yi harekete geçirdi. İkili diplomasiden çok, halkın serhildan düzeyinde Strasbourg’a her gün gelmesi etkili oldu. O zaman daha çok halk diplomasisi gelişti. Yine sadece Strasbourg’da değil, Avrupa’nın her yerinde her gün eylemler vardı. Bir serhildan, bir sahiplenme vardı.

AKP hükümetinin o dönemde Kürtlere yönelik ‘çözüm yanlısı’ gibi olunduğu ve henüz tam olarak ‘muktedir olmadıkları’ yönündeki söylemlerini hatırlarsak, o süreçteki yaklaşımı nasıldı?

AKP’nin o dönemde ‘biz devlete tam olarak yerleşmedik, bize süre tanıyın’ şeklindeki yaklaşımı vardı. ‘Ilımlı İslam’ politikasını yerleştirme çabaları Avrupa tarafından da destekleniyordu. O dönemde söyledikleri şuydu: ‘Böyle bir politikada biz Kürtlerin varlığını kabul edebiliriz. Böyle koyu bir inkarı kırabiliriz. Kürt bizim için vardır’ şeklinde. Dikkat edilirse Erdoğan da çok kez Kürtlerin varlığından bahsetti. Bunun önünde engel olarak Ergenekon denilen yapıların olduğunu iddia ediyorlardı.

Tabii ‘Siyasetin rengi nasıl değişir’den ziyade bizim sorunumuz Önderliğin muhatap alınmasıydı, ondan bir ses almaktı. Bizim için önemli olan Önderlikti. Bizler AKP’nin bu tutumunu biraz oyalama olarak kabul ettik. Bu süreçte oyalayarak, kendini devlet içinde kurumlaştırma olarak gördük.

Bugünkü direnişe gelirsek; 2007 ile 2019 arasında özellikle Öcalan’a yaklaşım ve tecridin boyutları hakkında nasıl bir fark var?

İki şeyi net ortaya koymamız gerekiyor. Birincisi; Önderlik Kürtler için bir parti önderi değildir sadece. Bir halkın, halkların önderi olduğunu en baştan kavramak gerekiyor. Çünkü Önderlik aynı zamanda bir ideolojidir, bir çizgidir. Bir de kapitalist modernitenin çizgisi var. Tecrit de aslında bu çizgiye karşıdır. Dolayısıyla meseleyi sadece kişi düzeyinde ele alışımız çok sakat.

Şu anda insanlar Önderliği daha çok kişi düzeyinde ele alıyor ama Önderlik aynı zamanda felsefik ve ideolojik bir kurumdur. Aynı zamanda halkların özgürlük çizgisini formuna kavuşturan, bunun yol göstericiliğini yapan hatta bugün o çizginin yaşam bulduğu bir duruştur. Şimdi tecrit buna yöneliktir. Dolayısıyla yurtseverlerimizin de bunu böyle okuması gerekiyor.

O dönemde de tam olarak böyle mi yaklaştınız?

Biz o dönemde tam olarak böyle okuduk diyemem ama hissiyat o şekilde algılandı. O algılayışla 18 kişilik bir açlık grevi etrafında Önderlik o şekilde sahiplenildi. Yani ‘Başkan’la bir görüşme olacak, her şey bitecek’ şeklinde değildi. Bugünkü koşulların ise şöyle bir farklı yanı var; biraz daha siyasileşti. O günkü koşullarda biz biraz daha ses getirme, Önderliğe tecrit var ama tecridi Önderlikle görüşelim, sonra da ona yönelik kötü yaklaşımlar olmasın’ şeklindeydi.

Ama bugün durum daha farklı. ‘Tecridi kıralım’ dediğiniz zaman siyasi muhteva çok farklı. Tecridi kırmak demek AKP faşizmini kırmak demek; bugünkü demokrasi dışı eylemleri ve devletin yaklaşımlarını kırmak demek; Rojava Devrimi’ne yönelik ablukayı kırmak demektir. Bir bütün bakıldığında bugünkü direniş sadece tecridi kırmak değil ve siyasi kazanımlara ulaşmaktır. Avrupa’daki halk meclisleri, dernekler, kurumlar ve birlikler bu bilinçle hareket etmelidir.

Türk devletinin kolay kolay tecridi kaldırma noktasında yaklaşım sergilemesi beklenmemeli. Neden dersek; tecridin kaldırılması yönünde bir sonuç faşizmi geriletecek ve Türkiye’de devletin bir çözülme sürecine giriş yapacaktır. Yani başlı başına yeni bir atmosfer, yeni bir dönüşüm oluşacaktır. Bu anlamda devlet de hazır değil, AKP de.

CPT’nin Leyla Güven ve Nasır Yağız’ın oldukça kritik aşamada olduğu, diğer eylemcilerin ise artık kritik aşamaya doğru ilerlediği bir dönemde devreye girmemesini nasıl yorumlamak gerekir?

2007 ile şimdiki tecrit karşıtı direniş arasında siyasi konjonktür açısından ciddi farklılıklar var. O dönemde Avrupa Birliği (AB) ve uluslararası güçler AKP’ye ılımlı İslam çerçevesinde bir misyon biçiyorlardı. O misyon halen devam ediyordu ve güven duyuyorlardı. AKP’nin devleti yeniden dizayn etme yani ‘Ilımlı İslam’ dedikleri kavramın yaşamsallaşacağını düşünüyorlardı. Avrupa sözleşmelerini AKP’nin yerine getirebileceğini hesaplıyorlardı. Esas belirleyici olan o dönemde bizim eylemimizin yarattığı etki ve halkın ayağa kalkması olsa da, AKP’yi zora sokmamak için farklı konjonktürler nedeniyle CPT’nin tavrı değişebilir. 2007’de CPT’nin eylemin henüz kritik bir aşamaya gelmeden devreye girmesi de o dönemki politikalarla bağlantılıdır.

O dönemde böylesi oyalayıcı yaklaşımlar deyim yerindeyse Kürtlerde AKP’nin sorunu çözümüne yönelik ‘Olabilir’ diye bir beklenti de vardı. Fakat gelinen aşama çok farklı; artık o ‘esnek’ aşaması değil; daha ziyade ‘kemikleşme’ aşaması. Ayrıca 2007’de örneğin bugünkü gibi bir Rojava gerçekliği yoktu. Arap Baharı yoktu, Ortadoğu’da bu kadar ulus-devlet çalkantısı yoktu. Statüler bu kadar sarsılmamıştı. Kürtler bu kadar görünür durumda değildi. Bunların hiçbiri yoktu 2007’de ama şimdi hepsi var. Öte yandan günümüzde ise Türkiye’nin kendilerinden tam olarak kopmasını engellemek için AKP rejimini fazlaca zorlamamayı tercih ediyorlar.

Son olarak halen büyük bir kararlılıkla sürdürülen tecride karşı açlık grevi direnişine yönelik Kürt halkı ne yapmalıdır?

Bu aşamada bizlerin Kürtler olarak çıkışı kendimizden yapmamız gerekiyor. Leyla arkadaş, kimseden beklemeden çıkışı kendinden yaptı. Dolayısıyla tüm yurtseverler çıkışı kendilerinden yapmalıdır. Eğer Leyla arkadaştan bir örnek alınacaksa, bu örnek alınmalıdır. Yani kimseden bir görev beklemeden, ‘bana şunu desinler, ben de yapayım’ denmemelidir. Her Kürt, her birey kendi yaşamını bu direnişe odaklamalıdır.

2007’ye kıyasla farklardan birinin de artık AKP’nin geçmişte çözüme yönelik söylediği yalanların artık tümüyle anlaşılmış olmasıdır. Artık AKP için de bizim için de söz bitmiştir. AKP’nin o bütün ‘demokratik kriterlere’ ilişkin söylediği yalanlar bitti. Bizim için de bitti; Çünkü biz de AKP’nin yalancılığını artık çok daha iyi biliyoruz. Ne kadar kirli olduğunu iyi biliyoruz. Kürtleri yok etmek dışında bir siyasetinin olmadığını biliyoruz. Biz de diyoruz ki: ‘Madem sen bizi öldürmek için varsın, biz de seni bitirmeye yeminliyiz.’ Bu kadar net bu. Ya o bitecek ya biz biteceğiz. Bizler bitmeyeceğimize göre kesin o bitecek diyorum.