Öcalan’la ilk görüşme

Dilek Öcalan: ‘’Önedrliği okumak çok farklı ama diyalog ile kendisini dinlemek çok farklı. Önderliğin saygı, sevgi anlayışı çok farklıydı. Beni çok etkiledi. Önderlik çok toplumsal, kazanımcı yaklaşıyor.’’

Strasbourg’da süresiz-dönüşümsüz açlık grevine giren isimlerden biri Dilek Öcalan. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yeğeni olan Dilek Öcalan, önceki dönem HDP milletvekiliydi. 17 Aralık’ta süresiz-dönüşümsüz açlık grevine giren Öcalan, Amara’dan geçen çocukluğunu, Amara’dan ilk çıkışını, Ankara sürecini ve İmralı adasına ilk gidişini anlattı. “Anneme refakat etmem gerekiyordu ama oldukça zorlu bir gidiş oldu” diye anlatıyor adaya gidişini. Ankara’da dersaneye giderken, soyadını değiştirdiğini anlatıyor ve ekliyor: “Devlet aslında Önderliğin ailesini farklı boyutlarda kriminalize etmeye çalıştı. Sonra gördü ki, Önderliğin ailesi köy yaşamı süren, çiftçilikle geçinen, siyasette fazla aktif olmayan bir aileydi. Bu bilinçli tercih diyemem. Önderliğin böyle bir aileden çıkması yanında Önderliğin arayışı diğer bireylerde aynı boyutta değildi.”  Dilek Öcalan ile hikayesini ve Strabourg’da süren açlık grevi eylemine ilişkin Yeni Özgür Politika'nın sorularını yanıtladı.

Biraz kendinizden bahseder misiniz?

Urfa’nın Halfeti ilçesinin Amara köyünde dünyaya geldim. İlkokulu orada okudum. Ortaokulu Cibin köyünde, liseyi Halfeti de bitirdim. Lise öğrenimini tamamlayıncaya kadar da Amara’da yaşadım. Daha sonrasında Amed’de dershaneye gittim. Sonrasında 1 yıl Ankara’da üniversiteye hazırlandım. Mersin Üniversitesinde okudum. Orada öğrenimimi bitirdikten sonra Amed’e döndüm. Çünkü Türkiye metropollerinde çok kalma şansım yoktu. Özellikle soyadımdan kaynaklı sorunlar yaşıyordum, stajımı bile orada yapamayıp Amed’de yaptım. Bir bütün olarak Amed’e kesin dönüş yaptım. Orada çalışmalara bir şekilde katıldım. İlk olarak belediyeye bağlı kadın kurumunda çalıştım. Çalışırken bir yandan da Anadolu üniversitesinde açıktan sosyoloji okumaya devam ettim. Orada kadınlarla birbirimize karşılıklı olarak yardım ettik, ürettik. Yaklaşık 3,5-4 yıl çalışma yürüttüm. BDP’nin HDP’ye geçişi ve DBP olarak iki partiye ayrıldığı bir süreçti. DBP’nin ilk oluşum sürecinde yer aldım. Daha sonra arkadaşların önerisi ile DBP’nin merkez Yürütme Kurulu’na seçildim. DBP daha çok bölgesel çalışmalar yürütecekti. Yaklaşık 1 yıl gibi bir süreç orada çalışma deneyimi elde ettim. İşimiz daha çok kadınlarla ilgilenmekti ama bununla birlikte Amed’deki siyasi çalışmalara da kurumsal olarak dâhil oluyorduk. Sonrasında sürecin farklılaştı. Çok uzun sürmedi. Bir yıl sonrasında HDP’den milletvekili adaylığı önerisi geldi. Seçim bölgem olan Urfa’da seçim çalışmalarına başladım. Çalışmalarım HDP’nin 7 Haziran 2015 tarihinde 80 milletvekilli bir grupla meclise girdiği seçimlerdi.

Öcalan’ın yeğenisiniz. Bu özel durumun yaşamınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

Aslında bizim aile Kürdistan’daki ailelerden çok farklı bir durumda değil. Her bölgede ailelerimiz az çok bu sürecin ağırlığını yaşadı. Bize elbette Öcalan’ın ailesi olmamız dolayısıyla devletin yönelimi biraz daha farklıydı. Toplumdan izole etme, ötekileştirilme politikaları yürütüldü. Baskınlar olağan hale gelmişti. Şu gerçeklik var: Devlet aslında Önderliğin ailesini farklı boyutlarda kriminalize etmeye çalıştı. Sonra gördü ki, Önderliğin ailesi köy yaşamı süren, çiftçilikle geçinen, siyasette fazla aktif olmayan bir aileydi. Bu bilinçli tercih diyemem. Önderliğin böyle bir aileden çıkması yanında, Önderliğin arayışı diğer bireylerde aynı boyutta değildi. Mehmet Öcalan okumamış. Annem ve teyzelerimin okuma şansları olmamış. Mecburen köy yaşamı sürdüren bir aile. Köy yaşamında farklı bir arayışta bulunsan dahi farklı bir alternatif yaratamıyorsun. Ailemin yaşam şekli buydu; durum böyle olunca kendi çaplarında partiye katılım sağlamış, parti sempatizanı ama partinin farklı kademelerinde yer alan başka kimse olmamış. Daha çok doğal delege niteliğinde. Çocukken tanıklık ettim bu duruma. Annem hem kadın kongrelerine, hem siyasi partinin genel kongrelerine sürekli katılım sağlıyordu. Onursal üyelik ve doğal üyelik düzeyinde katılım sağlardı. Onu dışında fazla da yapacakları bir şey yoktu. O dönemin şartları doğrultusunda kendi yaşamlarını idame etmek için köy dışına fazla çıkmadılar. Benim için durum farklı oldu. Yedi kardeşiz, ben en küçükleriyim. Ailemde dört abim var. Bu durum ailemdeki kadınlar için sadece böyle değildi. Dört abim de ancak ilkokulu bitirebildi.

Siz ama bu durumdan sıyrıldınız. Nasıl oldu?

Geçmiş yıllarda Önderlikle aile görüşmeleri oluyordu. İki ayda, üç ayda, yılda bir aile ile görüşmeler yapılıyordu. Benim görüşmelerim ise müzakere dönemlerine denk geldi. Önceden annem görüşmelere tek başına gidip geliyordu. Orada Önderliğin aileyi sorması ve annemin benden bahsetmesi sonrası, benim mücadele alanım değişti. Köy yaşamındaydım, farklı şeyler yapamıyorsun, imkânlar kısıtlı. Ayrıca okul yaşamın, liseyi bitirdikten sonra bitmiş oluyor. Üniversite için başka kente gitmek gerekiyordu, bu da ekonomik bir zorluk demekti o dönemler. O zaman Önderlik benim ne yaptığımı sorunca annem, “Okulu bitirdi, evde köy işleri ile uğraşıyor” diyor. Önderlik kızıyor bu duruma ve öneri de bulunuyor. Gidip Amed’de çalışıp öğrenim hayatına devam etsin, diyor. Ondan sonra yaşamım değişti.

Peki bu sizin için kolay oldu mu?

Liseyi bitirmemden yarım dönem sonra bu yaşandı. Süreç pek de kolay olmadı benim için. Kent yaşamını bilmiyordum. En fazla gittiğim yer Halfeti’ydi. Babam, ben altı aylık iken vefat etmiş. Kardeşler olarak yaşam mücadelesine erken başladık. Köy yaşamı geleneksel kurallara dayanıyor. Büyük abimin fikri önemli oluyordu. Abim bu duruma pek taraftar değildi. Bazı kaygıları vardı. Kız çocuğu başka kente nasıl gidebilirdi, nasıl okuyacak, nasıl yaşamına devam edecek, diye. Önderliğin önerisi ve talebi elbette ailede önemsenmişti ve bu talep önemliydi. Bu talebe aslında bir itiraz olmamıştı. Sonradan bunu nasıl yerine getireceğimizin arayışına girdik. Önderlik söylemişse demek ki, bunun doğruluğu vardır. Abim ikna oldu.

Amed’e gittik. İlk bir yılım hem yerleşmekle hem adaptasyonla hem de üniversiteye hazırlık süreci ile geçti. Sonrasında çok zorlanmadım. Hepimiz çocukluktan bir sorumluluğa sahiptik çünkü. Ayrıca Önderliğin böyle bir öneride bulunması benim için bir moral ve cesaret kaynağıydı. Önderliğin öngörüsü tam yerindeymiş. Bunu sonradan anladım. Diyarbakır okumam için imkânlar oluşturuyordu. Önderliğin önerisi ile Ankara’da arkadaşlarla birlikte kalarak dershane sürecimi tamamladım. O zaman Ankara’nın en sosyalist, en demokrat dershanesine gitmeme rağmen soyadımı değiştirmek zorunda kaldım. Bu dershane Kızılay’ın merkezindeydi. Doğrudan kimliğimizi açıklayamıyordum. Ankara gibi bir yer kolay bir yaşam olanağı sağlanmazdı. Bu süreç elbette benim için arayıştı. Bir yıl gibi bir süre Ankara’da geçirdim. Durum sonradan farklılaştı. 2007 yılıydı ve Hrant Dink katledilmişti. Benim dershane dönemimin sonlarına denk geliyordu. Sonrasında zorunlu olarak Ankara’dan ayrılmak zorunda kaldım. Üniversite sınavı sonrasında Mersin’e geçtim ve orada okurken açıkcası çok da zorlanmadım. Adana, Hatay gibi kentler Kürt nüfusunun yoğun olduğu bir yerlerdi.

Biraz tecrübe ettiğim için yani bir Öcalan soyadlı biri olarak toplumda nasıl hareket etmem gerektiğini anlamıştım. Yine de bakış açısı başkaydı. Herkes kolaylıkla gelip arkadaşlık kurmuyor, iletişime geçmiyordu. Başta da ifade ettiğim “toplumdan izole edilme” doğallığında yaşanan bir durum. Öcalan olarak bakılıyor. Kimileri tanımadan önyargılı yaklaşıyordu. Bir nevi yargısız infaza maruz kalıyordum. Elbette yakından tanıyıp tavrı değişen insanlar da oluyordu. Sonrasında üniversiteyi bitirdikten sonra Diyarbakır’da, Kürdistan’da çalışmaları yürütmek daha mantıklı geldi. Ne kadar da toplumsal çalışmalarda yer alsak, Önderliğin ailesi olmak toplumda daha farklı bir sorumluluk getiriyordu.

İmralı’ya kaç defa gitme şansınız oldu?

Aile olarak avukatlar aracılığı ile Önderlik ile görüşmek için sürekli başvurularımız oluyordu. 99’dan itibaren başvurularımıza devletin verdiği cevap şuydu: “Öcalan normal bir tutuklu değil. Görüşemezsiniz” deniliyordu. Biz sürekli bu talebi dile getiriyorduk. Sonuç alamıyorduk. Çünkü İmralı’da farklı bir sistem oluşturulmuş. Tamamen yaşamdan koparma, adanın dışarıdan temasını engelleyen bir izolasyon söz konusuydu. 2013 yılına kadar başvurularımıza olumlu cevap alamadık. Sonra 2013 süreci başladı. O süreçte devletin kendisi doğrudan Önderlikle görüşmelere başladı. Hükümetten kişilerin yer aldığı sayısız görüşmeler gerçekleşti. Ailesi olarak bizim de bu dönemde farklı bir başvurumuz oldu. Annem ciddi sağlık sorunları yaşıyordu, neredeyse yılda bir defa görüşmelere katılabilir durumdaydı. Anneme refakatçi olarak katılmam koşuluyla, Adalet Bakanlığına İmralı heyeti aracılığıyla başvurumuz gerçekleşti. Bu zamanlarda her şey normal seyrinde devam ediyordu. Sürecin doğası gereği talebimiz reddedilmedi ve başvurumuz zorunlu olarak kabul edildi. İlk görüşmeye cezaevi müdürü beni almak istemedi ve görüşmem engellenmeye çalışıldı. Görüşme başvurusunun yapıldığı Gemlik Jandarma Karakoluna verdiğim kimliğim iade edilerek “sen görüşme gerçekleştiremezsin” denildi.

Görüşmeyi gerçekleştirdiğimiz an’a kadar devletin pes ettirme politikası devreye girdi. “Görüşemezsiniz” denildi ve uzun tartışmalar oldu. Defalarca aramalar oldu. İmralı adasına ulaşıncaya kadar birçok defa detaylı aramalara maruz kaldık. Adaya ulaşınca çok hassas x-ray cihazlarından geçiriliyorsunuz. Bu hassas aramalar bir şiddet içeriyor aslında. Yürüyemediğini gördükleri halde üç defa annemi değneksiz şekilde x-ray cihazından yürüttüler. Kâğıt imzalatıp çıplak aramayı zorunlu kıldılar. Bu aşamalardan geçmeden adaya girmek mümkün değildi. Bin kilometre gibi bir yoldan gelmiştik ve bu engel değildi bizim için.

O an ki duygularınızı bize anlatabilir misiniz?

Bize moral veren Önderliğin tarzı oldu. Önderlik yaşamını ve yaşam şeklini kitaplarında işler ve de anlatıyor zaten. Tabii canlı görmek çok farklıydı. Ben daha doğmadan önce Önderlik Türkiye’den çıkmak zorunda kalıp Suriye’ye geçmişti. Benim görme imkânım bu müzakere sürecinde gerçekleşti. Önderliğin bizi karşılaması, sohbeti bütün bu fiziki ve psikolojik şiddetin etkisini ortadan kaldırmıştı. Süremiz kısıtlıydı ama Önderlik o süreyi çok iyi kullanıyordu. Bir saatlik bir görüş süresi vardı. Yarım saat annem, yarım saat ben görüştüm.

Görüşmeye girdiğimiz ilk anda zaman planlamasını Önderlik yaptı. Saatine bakarak yarım saati iyi kullanmamız gerektiğini söyledi. Bu süreyi kullanma biçimini, yaşam disiplininin bir yansıması olarak görüyorum. Bu süre içerisinde bizlere moral veren kendisiydi. Morali yüksekti, espriler yapıyordu elbette kızgınlıklarını da dile getiriyordu. O dönemin sürecine tekabül eden gelişmeleri soruyordu. Okumak çok farklı ama diyalog ile kendisini dinlemek çok farklı. Konuşmalarında yaşama dair birçok perspektif alabiliyordum. Ben öncesinde Amed’de, Mersin’de, Ankara’da kaldım, üniversite süreci yaşadım, kendisini okudum. Ama Önderlikle yaptığım bu görüşme ve diyalog bende başka bir etki bıraktı ve değişim yarattı. Bendeki özgüveni arttırdı, topluma bakış açımı çok değiştirdi. Görüşmenin ilk anından itibaren dikkatimi çekti. Önderliğin saygı anlayışı, sevgi anlayışı çok farklıydı. Öyle bir insan ile tanışmamıştım. Benimle konuştuğunda insana verdiği değer ve önemin farkına vardım. Benimle görüşmesinde şahsımda kadın eksenliydi, kadın özgürlüğü değerlendirmesi yapıyordu. ‘Senin okumanı istedim, mücadeleye katılmanı istedim. Eğer benim mücadele anlayışımda yapmak istersen şunları yapmalısın’ diyordu. Her ince detayı örnekleyerek, kendi aile yaşamından örnekler vererek detaylandırıyordu. ”Kadın neden özgür olmalıdır, kadın neden mücadele etmelidir, kadın neden mücadelede yer almalıdır?” bütün bunları hem ailemizden gözlemlerle hem de farklı örneklerle anlatıyordu.  Benim üzerimden kadın sorunu ve özgürlüğü konuşuldu ama ilk temas olduğu için beni çok etkiledi. Önderlik çok toplumsal, kazanımcı yaklaşıyor.

Görüşmede sizi en çok etkileyen şey ne oldu?

Bu diyalogdan örnek vereyim. Mesela yaşımı sordu ve 26 yaşında olduğumu öğrenince “Tamam sen her şeyi yapabilirsin. Ben 25 yaşında iken partiyi kurdum” dedi. Bazı görevlerden bahsetti, aslında bunları yapabilirsin demek istiyordu. Açıkçası düşünüyor, kaygılanıyordum. Böyle bir sorumluluğu yerine getirebilecek miydim? Mesela “Belediye başkanlığı yapabilirsin, aday olmalısın” demişti. Acaba bu yeterliliğe sahip miyim, bütün bunları düşünüyordum. Önderliğin sohbetini, anlattıklarını sonradan çözümleyince; aslında bütün bunları yapmanın inançla, inanmakla ilgili olduğunu anlamıştım.

Önderlikle görüşme daha büyük bir ağırlık ve sorumluluk getiriyor insana. Tabi ben çok zor koşullarda Önderliği gördüm. Zindan ortamında Önderliği görmek çok farklı. Suriye’de kaldığı yirmi yılda binlerce insana eğitim verdi.  Önderliğin yaşam felsefesini bizzat yaşayarak gördüler. Ben ise her görüşme yarım saatlik olmak üzere Önderlik ile üç defa görüşebildim. Çözüm sürecinin bitmeye yakın dönemiydi, ortamın sertleştiği dönemdi yani. Bu gergin ortam görüşmelerimize de yansımaya başladı. Görüşmeyi yaptığımız mekân küçücük bir hücreye dönüştürülmüştü. 2014’ün son zamanlarıydı, annem ile birlikte son görüşmeyi yapabildik. Ve sonrasında annem ve de ben bir daha görüşemedik.

Sonrasında milletvekilliği süreciniz nasıl gelişti?

Aslında bu sürede çok şeyi, çok hızlı şekilde yaşadım, geçiş süreçlerim çok hızlı oldu. İnsanın biraz toplumsal deneyim kazanması gerekiyor. Örgütsel çalışmaların en alt aşamasından gelmek gerekiyor çünkü. Benim için milletvekilliği yeni bir alandı ve sorumlulukları çok fazlaydı. Bir de Türkiye sistemi ve toplumu ile iç içe yapmak zorundaydım. Elbette Türkiye toplumu ile bir sorunumuz yoktu. Ama şu gerçeklik var, bizim inşa etmek isteğimiz toplumsal sistem ile devletin inşa etmek istediği toplumsal düzen tamamen birbirine zıttı. Bizim zorlandığımız nokta; tekçi, ırkçı, milliyetçi noktalardı. Yani tamamen bizi reddeden bir sistem söz konusuydu. Biz orada aslında milletvekilinin yapması gerekenlerin dışında çalıştık. Üç yıl çalıştım. Olağanüstü koşulların mevcut olduğu bir dönem yaşandı. Milletvekilliğinin ne olduğunu, görevlerinin ne olduğunu anlamadan olağanüstü bir sürece girdik. Aslında Önderlik bizi buna hazırlamaya çalışmıştı. Bunu sonradan anladım. Yani Önderliğin “26 yaşındasın her şeyi yapabilirsin” demesinin anlamı buydu. Deneyimlemem gerektiğini belirtmişti, en üst düzeyde sorumluluk almam gerektiğini belirtmişti. Eğitim ile kitap okuyarak gerçekleşmiyordu. Bu sadece eğitimle olan bir süreç değildi. Bu tamamen toplumla iç içe olmak ve toplumla birlikte hareket ederek ortaya çıkan bir süreç. Bu dönem benim için de bir eğitim süreciydi. Süreçte ne kadar şey yaptın, ne kadar katkın oldu dersem elbette yaptıklarım her zaman eksik kaldı. Ne kadar da mücadele etsek eksik kaldı.

Şimdi yurtdışındasınız…

Bu süreçte yapabileceğimiz çok şeyin olduğunu düşündüğüm için ve bunun sorumluluğunun bilincinde olarak 24 Haziran seçimleri öncesinde, kesinleşen cezamdan kaynaklı yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Hukukun üstünlüğü baz alınarak, tarafsızca yargılanmayacağımızı biliyorduk. Eğer durum tam tersi olsaydı elbette çıkmayacaktım. Biliyoruz ki süreç savaş süreciydi. Böyle bir dönemde zindanda olmayı halkımıza fayda getirmeyeceğini düşündüğüm için buraya gelme kararı aldım. Elbette Avrupa’daki yaşamı da doğru bulmadığım halde gelmek durumunda kaldım.

Tecritin kırılması amacıyla süresiz-dönüşümsüz açlık grevindesiniz. İmralı’daki tecriti ve 20 yıllık direnişi nasıl yorumluyorsunuz?

Leyla Güven, böyle bir kritik dönemin getirdiği zorunluluğu erkenden fark ederek bu eylemi başlatmıştır. Bu eylemin öncülüğünü yapmasını çok anlamlı buluyorum. Çünkü Leyla Güven eyleme başlamadan önceki söylemi çok önemlidir. Bu eylemi kendisi için yapabilirdi. Başka partiden milletvekilleri yargılanıp serbest bırakıldı. Leyla Güven yargılamasının yapıldığı gün böyle bir karar alarak cezaevinde bunun öncülüğünü yaptı. Bunu yaparken kendisini yargılayanlara karşı “mücadelemi, yaşamımı Önderliğe borçluyum. Önderliğin Özgürlüğü için süresiz – dönüşümsüz açlık grevine başlıyorum” demiş oldu. Biz de Avrupa’da, bu halkayı ne kadar genişletebiliriz diye düşünmek zorundayız. Bu direnişi biz dışarıdakilerin çok önceden yapmamız gerekiyordu, cezaevlerine bırakmamız gerekiyordu. Farklı yöntemlerle direnişlerimiz sürecek ama ahlaki ve toplumsal olarak baktığımızda bu direnişte yer almamız, öncülük etmemiz bizleri onurlandırır, mücadeleye daha da bağlılığımızı ortaya koymamıza katkı sağlar. Önderliğimiz 20 yıldır İmralı adasında katı tecrit altındadır. Bizim buna en üst derecede itiraz etmemiz gerekiyor. Önderliğin sağlık, güvenlik durumunun nasıl olduğunu bilemiyoruz. En insani talepleri bile engellenmiş durumda. Bu taleplerin karşılanmasını sağlamanın tam zamanıdır.

Eylemimizin tarzı ve sonuçları ne kadar ağır olursa olsun bunları düşünmeden bu eylemi başlattık. Müzakere ve diyalog koşullarının bir bütün ortadan kaldırıldığı bir dönemde böyle bir eylem başlattığımızın farkındayız. Tabi ki bu eylem tarzı toplumun tasvip etmeyeceği bir eylem. Ama öyle bir aşamaya geldik ki, bu eylemi yapmaya mecbur kaldık. Çünkü her saniye İmralı’da Önderliğin nefessiz kaldığı saniyelerdir, Leyla Güven’in bedeninin eridiği saniyelerdir, İmralı’dan farksız olmayan cezaevlerindeki arkadaşların işkenceye uğradığı saniyelerdir. Açık cezaevine dönen bir ülke de Önderliğin özgürlüğü toplumun nefes alması ve topluma bir özgürlük alanının yaratılması anlamına geliyor.

İlk günden beridir Önderlik İmralı cezaevinden şunu dile getiriyor: “Ben burada halkın özgürlüğü için yaşayacağım ve mücadele edeceğim. Benim dışımda gelişen her olumsuz durumun sorumlusu devlettir.” Bunu müzakere sürecinde de dile getirdi. Ama bizim bütün bu yükü Önderliğe bırakmamamız gerekiyor. Bu eylemin sonuç alacağına inanıyoruz. Büyük eylemliliklerle büyük kazanımlar elde edileceği inancımızla bu eylemde kararlıyız, moralliyiz, dirençliyiz.