Aydar: PKK'yi suçlamak hukuki de ahlaki de değil-YENİLENDİ

İsveç Parlamentosu'nda yapılan konferansta konuşan Zübeyir Aydar, "Yasaklar ve terör listesi, sorunun barışçıl çözümünde engel oluşturuyor. PKK'yi teröristlikle suçlamak hukuki ve ahlaki değil. Yasaklarla Erdoğan'ın suç işlemek için eli güçleniyor" dedi.

İsveç Parlamentosu'nda Türkiye'deki demokrasi sorunu ve PKK yasağı ile Kürt sorunu üzerine konferans düzenlendi.

Konferansa İsveç'te iktidar olan Sosyal Demokrat milletvekilleri, Sol Parti ve diğer siyasi partilerden milletvekilleri, birçok STK temsilcisi katıldı.

liberal Parti Milletvekili Fredrik Malm açılış konuşmasını yaptı. Konferanstaki katılımcıları selamlayan Fredrik Malm, yaklaşık 30 yıldır İsveç Parlamentosu'nun Kürt-İsveç Dostluk Grubunun bulunduğunu, grubun çalışmalarına ara vermeden sürdürüğünü dile getirdi.

Fredric Malm, Türk devletinin Kürdistan’daki işgal ve soykırım saldırılarını kınadı.

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Hişyar Özsoy, Türkiye’de artık hiçbir insan hak ve hukukunun olmadığını belirtti.

'İKTİDAR YOK ETME POLİTİKASI UYGULUYOR'

Özsoy'un konuşmasında şunları söyledi:

Türkiye’deki mevcut durumu, özellikle 2015 Haziran’ından sonraki ahvali özetlemek için geçtiğimiz günlerde vuku bulan bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum. İki hafta önce Kürtlerin ve Arapların birlikte yaşadığı Siirt’te, Newala Qesaba olarak bilenen oldukça ‘ünlü’ bir bölgede idim. Newala Qesaba, 1990’larda işlenen faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insan bedenlerinin gömüldüğü yerlerden biridir. Şu an bu bölge imara açılmış durumda ve çeşitli formlarda lüks konutlar (villalar) yapılıyor. Benim de içinde olduğum 7 HDP milletvekili, Newala Qesaba’nın karanlık geçmişi aydınlatılmamış ve faili meçhul cinayetlerin sorumluları cezalandırılmamış iken yapılan inşaat çalışmalarını protesto etmek adına bir basın açıklaması yapmak istedi. Güvenlik güçleri ise basın açıklamasının yapılmasına izin vermemek için milletvekillerine karşı zor kullanarak bizleri alanın dışına çıkardı. Bu olay, Kürt halkının kolektif hafızasına ve bu hafızanın siyasal temsilcilerine saygı duymak bir yana, Türk devletinin demokrasi, insan hakları ve hukukun egemenliği gibi temel prensipleri askıya almış bir yönetim sistemi ile idare edildiğine işaret etmektedir.

Kuvvetler ayrılığının ve bağımsız yargılamanın olmadığı Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun ortakları hukuki mekanizmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak tüm muhaliflerini ezmek istemektedir. HDP’nin eş-bakanları, milletvekilleri, belediye eş-başkanları ve üyeleri iktidarın uyguladığı baskı politikalarına teslim olmadığı için bugün cezaevlerine atılmış durumdadır. Yine, birçok arkadaşımız hakkında açılmış onlarca soruşturma var. Kendimden örnek verecek olursam; lise yıllarımdan beri bu baskı politikaları ile karşılaşıyorum ve 2015 yılından beri de milletvekilliği yapıyorum. Şiddet içerikli herhangi bir eylemin parçası olmadığım halde terörizm propagandası yapmak ve terörist bir organizasyonun parçası olmak suçlamalarıyla hakkımda açılmış 15 adet dava dosyası var. Gerçekten sizin ne söylediğiniz ya da ne yaptığınız bir anlamı yok. Eğer siz Türkiye’de bir Kürt siyasetçisi iseniz iktidar odakları tarafından algılanma şekliniz kesinlikle terörizm ile bağlantılıdır. Bu yüzden belki yarın, belki de milletvekilliğini bıraktıktan sonra, cezaevine atılabilir ve yaşamımın geri kalanını bir hücrede geçirebilirim. Bu durum bana ya da diğer milletvekilli ve belediye başkanı arkadaşlarıma özel bir durum değil, Türkiye kamusal alanında Kürtlüğün ifade edilme biçimlerinin tamamına yönelik İslamcı temalarla bezenmiş ultra-milliyetçi bir siyasal tutumun dışavurumudur.

Tüm bu baskılara rağmen, özellikle son seçimlerde Erdoğan ve ortaklarının ciddi bir oy kaybettiği ortaya çıktı. İktidarın karşısında pozisyon alarak kilit bir rol üstlenen HDP, Erdoğan ve ortaklarının ellerinde olan büyük şehir belediyelerinin çok büyük bir kısmını kaybetmelerine sebep oldu. Bu durum ülkeyi her gün biraz daha karanlığa sürüklemek isteyen ultra-milliyetçi iktidara son vermek için umut oldu. Üzerimizdeki tüm saldırı furyasına karşı mevcut boğucu atmosferi değiştirebilmek adına bu umudu sürdürüyoruz. Zira, Türkiye’deki herkes biliyor ki önümüzdeki seçimlerde mevcut iktidarı durduracak kilit roldeki parti HDP’dir. Siyasal dengelerin değişmesi ve özellikle de gelecek cumhurbaşkanının kim olacağının belirlenmesi hususunda HDP’nin anahtar bir konumda olduğunu iyi bilen Erdoğan ve ortakları, HDP’nin önümüzdeki seçimlerde fonksiyonsuz kalması için ellerinden geleni yapıyorlar. Yeni dava dosyaları açarak HDP’nin kapatılması için kampanya yürütüyorlar. HDP’yi kapatarak onun parlamentodaki gücünü engelleyebilirler, fakat HDP birkaç binadan oluşan bir kurum değil. Bilakis bizler, köklü bir direniş ve mücadele geleneğine sahip olan oldukça büyük ve kompleks bir organizasyonu temsil ediyoruz. HDP, anayasa mahkemesi tarafından kapatılsa bile sahada organize olmuş güçlü bir aktör olarak etkisini devam ettirecektir.

Parti kapatma davasına ek olarak bir ‘Kobane Vakası’ karşı karşıyayız. Bildiğiniz üzere, insan olmaktan onur duyan herkesin sahiplendiği Kobane Direnişi DAİŞ’e karşı büyük bir zafer elde etti. Aslında bu zafer sadece DAİŞ’in yenilgisine değil, aynı zamanda Erdoğan yönetiminin anti-Kürt siyasetinin de yenilgisi anlamına gelmekteydi. DAİŞ Kobane’ye saldırdığında Kobane halkı ile dayanışma içinde olan HDP’li yüzlerce siyasetçi 37 kez ağırlaştırışmış müebbet ve 15000 yıl ceza istemi yargılanmaktadır. Bu durum, aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen Erdoğan yönetiminin nasıl bir intikam hırsı hareket ettiğini ve Türk yargı sisteminin ulaştığı ‘çılgınlığın’ düzeyini gözler önüne sermektedir. HDP ile bağlantılı olarak vermiş olduğum örneklerin dışında, hukukun askıya alınmasına dair en çarpıcı durum son 23 yıldır İmralı Adası’nda utanç verici bir tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan’a ilişkindir. Uluslararası hukukun ve hatta Türk yargı sisteminin genel prensiplerine rağmen, Abdullah Öcalan’ın ne ailesi ne de avukatlarıyla iletişime geçmesine izin verilmemekte ve özel bir baskı sistemi yaratılmaktadır.

Tüm bunları icra eden Türk devletinin ana argümanı, ‘Kürtlere karşı değiliz, sadece teröristlere karşıyız’ şeklindedir. Durup bir düşünelim, şiddetin hiçbir formuna bulaşmayan insanlar nasıl olur da terörist olurlar? Kişisel deneyimlerimden yola çıkararak söyleyebilirim ki; Türk devleti sadece bir kişi ile bir parti ile bir parça ile savaşmıyor, Türk devleti Kürt Halkının dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kazanımı olmaması adına savaşıyor. Bugün Güney Kürdistan’da Türk devleti eliyle icra edilen savaş, Irak’ın toprak bütünlüğünün parçalanmasına sebep olacak düzeydedir. İran’ın da örtük olarak destek verdiği bu politikanın sonunda Hêwler Türkiye tarafından, Süleymaniye İran tarafından bir bütün olarak işgal edilebilir. Bu yüzden mevcut durumu çok iyi bir şekilde idrak etmeliyiz: Kürtlüğün inkarı üzerinden kendisini inşa eden Türk devleti için sadece bir Kürt siyasetçisi ya da partisi değil, tüm Kürt halkı varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir. Öyle ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortakları çeşitli vesilelerle birçok kez, Güney ve Batı Kürdistan’daki güncel gelişmeleri kast ederek, Türk devletinin geçmişte Irak’ta yaptığı hataları bir daha tekrar etmeyeceklerini söylediler. Burada kast edilen, Irak’ın federal yapısının bir parçası olan Kürdistan Federe Yönetimi’nin sahip olduğu kazanımlardır.

Türk devletinin tüm Ortadoğu’da yayılan anti-Kürt siyaseti daha iyi izah edebilmek adına kendi yaşamından bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum. Birçoğunuz 1925 Kürt İsyanının lideri olan Şeyh Said’i tanıyorsunuz. Kendisi benim dedemin dedesi olur. Dönemin Kemalist rejimine karşı isyan eden Kürtlere karşı Türk devletinin kullandığı tabir eşkıya idi. 1970’lere gelindiğinde Kürtler Komünist ve Anarşist olarak değerlendirilirken, 1990’larla birlikte Kürtler terörist kavramı üzerinden tanımlanmaya başlandı. Kürtler eşkıya oldu, komünist ve anarşist oldu, terörist oldu, ama bir türlü Kürt olamadı. Aslında biz bu tabirlerin çok ötesinde; kendi kolektif haklarını elde etmeye çalışan, asimilasyon ve inkar politikalarına direnen bir halkız. Kürtleri kriminal bir obje olarak ele alan bu yaklaşım sadece Türk devletine özgü değildir, diğer devletler de kendi çıkarları ile uyumlu olarak benzeri tutumlar sergilemektedir. Örneğim Mesud Barzani 2014 yılına kadar ABD'ye özel izin olmadan gidemiyordu. Ama bugün buna rağmen, bugün başka bir Kürt partisine karşı aynı söylemi ve muameleyi kullanmak, terörizm söylemine karşı itiraz etmeyen ya da sessiz kalmayı tercih eden herkes şunu çok iyi bilmelidir ki, bu yaklaşım Türk devletinin Kürt halkının kazanımlara yönelik yürütmüş olduğu savaşta bir taraf almak anlamına gelecektir. Son olarak; sadece bir siyasetçi olarak değil, aynı zamandan şiddet olgusu üzerine çalışan bir akademisyen olarak belirtmek isterim: Eğer terörizm şiddetin meşru olmayan yöntemlerle kullanılması ise, (tarihsel olarak) Kürtlerin Türkiye’de deneyimledikleri şeyler terörizmİN en büyüğüdür."

FARMO: AVRUPA'DAKİ TERÖRİZM TANIMI DEĞİŞMELİ

Avukat Jan Farmo da Kürtlere karşı sürdürülen hukuksuzluğa karşı verdiği mücadelenin hayatının en anlamlı tecrübesi olduğunu belirtti.

Farmo, şunları söyledi:

"Benim dosyada baktığım ve ana dava içinde yoğunlaştığım nokta tüm Kürtlerin kriminalize edilme sürecidir. Emin olun, bu öyle ilginç bir süreç ki... Hişyar Özsoy'un belirttiği üzere son 100 yılda eşkiya, anarşist ve komünist olarak tanımlanan Kürtler, devlet nazarında artık tamamen terörist olarak görülüyor. Avrupa’daki terörizm tanımı ve bu konuya yaklaşım değişmedikçe Türk devletinin yaptıklarının teşhir edilmesi ve bu anlamda yapılacak baskılar sonuçsuz kalacaktır. Aslında 1996'da Belçika'da Kürt televizyonu kurulduğunda aynı kavramlarla yeniden Kürtlere karşı bir söylem kullanılmaya başlandı. 2000’den sonra ise Kürtlere karşı yürütülen bu kriminalizasyon artık daha profesyonel ve büyük karar vericiler tarafından ortaya konuldu. O dönemde PKK Avrupa'da şiddet bile kullanmıyordu. Hâlâ da kullanmıyor. Hiçbir Avrupa devletine ya da kurumlarına karşı PKK’nin hiçbir tehdidi söz konusu değil.

PKK'nin listeye konulmasındaki amaçlarından biri PKK'yi değiştirmek istemeleridir. Avrupalı devletler PKK'nin kendilerine uygun, Avrupa devletlerinin tahakkümünden çıkmayacak paramiliter bir hareket olmasını istediler. Listeyi oluşturma tarzı soğuk savaş döneminden kalma bir durum. Haksız ve hiçbir yapısal temeli olmayan durumlarla, Avrupalı devletlerin çıkarlarını esas aldıkları bir motivasyonla böyle bir listenin hazırlama durumu söz konusu.

Hollandalı birçok avukat arkadaşımla beraber elimizdeki kriminalizasyon dosyasına karşı hukuki mücadele yürüttük. İlk davalarda Avrupalı devletlerin hukuksuzluğunu ortaya koyduğumuz gibi, bu konudaki umudumuzu bu yolla artırmayı başardık. Avrupa’da PKKyi terör örgütü listesine aldıklarına dair gerekçe olarak sunulan 3 şey vardı: Kara para aklama, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı ve şiddete bulaşma. Yapılan hukuki savunmalarda kara para aklanması ya da insan kaçakçılığı gibi, Türk devletinin istihbarat kaynaklarınca verdiği gerçeğe aykırı iddiaların tamamı çürüdü. Bugün Avrupa’da Türk devlet yöneticilerinin bizzat yargılandığı kaçakçılık, uyuşturucu ve kara para aklama davaları, PKK’ye istinat edilenlerden on kat daha fazla. Ama bilinmelidir ki PKK'ye isnat edilen tüm suçlamalar çürüdü. Türkiye ise uluslararası arenada işlediği suçları her gün biraz daha sahiplenmek zorunda kalacak.

2006’dan beri PKK'nin listeden çıkarılması ve Kürt siyasetçilerin kriminalize edilmemesi için hukuki mücadele yürütüyoruz. Bir ne kadar gerçek durumu ortaya koyarsak da Amerika, Belçika hükümetine dosyanın siyasi bir niteliğinden koparıp, kriminal olarak gösterilmesine dönük baskılar yapmakta. Bilinmelidir ki bu bir kriminal ve ya siyasi bir dosya bile değil tek başına. Ortada bir iç savaş var. Ölümün çok uzun zamanlara yayılma durumu var ortada. Savaş ise tüm topluma yayılmış durumda. Ortaya konulan terörizm tanımı gerçekte var olan hiç bir duruma karşılık gelmemekte. Şu an başardığımız şey ise şudur: Ortaya koyduğunuz terörizm tanımını devam eden bir iç savaşa uyarlayarak savaşan taraflardan birine dayatamazsınız. Bu terörizm tanımını bu kadar çatışmanın hala devam ettiği bir yerde Avrupalı devletler aynı tarz ve tanımla kullanmaya devam ederse, bilinmelidir ki bu Türk devletinin lehine alınmış haksız bir tutum olacaktır. Tekrar söylüyorum ki ortada olan bir terörizm sorunu değil, bir iç savaş sorunudur. Kaldı ki Kürdistan ve Türkiye’de devam eden savaşın barışçıl bir şekilde son bulması için bu tutumdan vazgeçilmelidir.

AYDAR: KARARLAR TÜM KÜRTLERİ MAĞDUR ETTİ

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zübeyir Aydar'ın konuşmasının satır başları da şöyle:

"Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren Kürdün varlığını inkâr etti, büyük bir şiddet uygulayarak Kürtlerle ilgili her şeyi hatta Kürtçe konuşmayı da yasakladı. Bu politikaya karşı Kürtlerin de sürekli bir direnişi ve onlarca başkaldırısı oldu. Devletin kendi kayıtlarına göre, PKK öncülüğünde gelişen başkaldırı Kürtlerin 29. isyanıdır. Her şeyin yasaklandığı, kendini ifade edebilecek bütün yolların kapatıldığı ve en ufak bir hak talebinin zorla bastırıldığı bir ortamda, Kürtlerin isyan etmek dışında başka bir seçeneği yoktu. PKK bundan 49 yıl önce küçük bir öğrenci grubu tarafından kuruldu. Diğer Kürt hareketleri gibi o da yasaklandı ve mensupları cezaevlerine atıldı. O da bundan 38 yıl önce silahlı mücadele yoluyla taleplerini ortaya koymak zorunda kaldı ve o süreç halen devam ediyor.

Kürt Özgürlük Hareketi gelişip genişledikçe, yasaklar Türkiye sınırlarını aştı, Avrupa ve Amerika’ya da taşındı. Türkiye’nin dışarıda destek arayışları çerçevesinde, Türkiye müttefiki ülkeler birer birer PKK’yi yasaklama ve terör listesine almaya başladılar. Bu da beraberinde yeni davalar, yeni tutuklamalar ve büyük mağduriyetlere yol açtı. Mesele PKK üyeleri ile sınırlı kalmadı, herkes aynı olmamakla beraber bir bütün olarak Kürtler mağdur edildi. Başta Almanya olmak üzere bu süre içinde on binlerce insan soruşturuldu, gözaltına alındı, tutuklandı, banka hesapları donduruldu, oturumları iptal edildi, seyahat belgelerine el konuldu. Yüzlerce dernek, gazete, ajans, televizyon ve radyo kapatıldı, varlıklarına el konuldu.

Yasak ve terör listesinin en ağır uygulandığı ülkelerin başında Almanya gelmektedir. Almanya’nın açtığı soruşturmalar, uyguladığı idari ceza ve yaptırımların haddi hesabı yoktur. Bu uygulamalardan on binden fazla insan mağdur edilmiştir. Yasak süresi için de, kimi toplu olmak üzere hepsi de hapis cezasıyla sonuçlanan, 408 ceza davası açılmıştır. Halen Almanya da devam eden davalar ve Kürt siyasi tutsaklar vardır. Angela Merkel hükümeti döneminde, haklarında soruşturma yürütülen 6500 Kürdün dosyaları Türkiye makamlarıyla paylaşılmıştır. Bu durumdan haberdar olmayan kimi kişiler Türkiye’ye gittiklerinde gözaltına alınıp tutuklanıyorlar.

Bu arada çok ilginç haksızlık örnekleri de ortaya çıkıyor. Nice benzer örneklerden birini burada vermek istiyorum. Roza K., Almanya’nın Nürnberg kentinde yaşıyor. 2006 yılında bir soruşturma sonucu para cezasına çarptırılıyor ve bu cezayla birlikte kendisine idari yaptırımlar uygulanıyor. 16 yıldır her hafta polis karakoluna giderek imza atıyor ve bulunduğu şehirden 15 km dışında çıkması yasaklanıyor. 5 yıldır çalıştığı işyeri bu sınırın dışında kaldığı için ağır bir suçluymuş, aranıyormuş gibi işyeri basılarak gözaltına alınıyor.  Bu uygulama ile aynı zamanda yaşadığı toplumdan dışlanması da amaçlandığı anlaşılıyor. Aynı şekilde kızının da oturumu elinden alınıp, belirtilen sınırı aştığı için imzaya tabi tutuluyor ancak kamuoyu oluşunca bu uygulamadan vazgeçilerek kızına oturum veriliyor.  Kendisine karşı yapılan bu uygulamaya karşı bugüne kadar ısrarla hukuk mücadelesi yürütmüş, yaklaşık 62 bin Euro (yaklaşık 620 000 İsveç Kronu) avukat masrafı ödemiştir.  Halen de sorunu devam ediyor. Çocukları, belirtilen sınırın dışında ev alıp yerleştikleri için onların yanında kalamıyor, onları görmeye gidemiyor. Yaşadıklarının kendisi üzerinde ciddi psikolojik sorunlar yarattığını ve yıprandığını ifade ediyor. İnsan hakları kurumlarına başvurusu var ve onlardan destek alarak hukuk mücadelesine devam etmeyi hedefliyor.

Benzer sorunlar Fransa’da da yaşanmıştır. 27 Mart 2021 tarihinde France-İnter radyosunda yayınlanan «Rendez-vous avec X» programında, Paris’te katledilen 3 Kürt kadın siyasetçi üzerine yayımlanan bir dosyada, gazeteci Patrick Pesnot, Fransa’da 2007’den 2012 sonlarına kadar, toplam olarak 700’ün üzerinde Kürt aktivistin gözaltına alındığını ifade etti.

Fransa İçişleri Bakanlığı tarafından 2021 yılında mal varlığı dondurulan Şahin D. adlı Kürt yurtseverine yönelik gösterilen gerekçelerden bir tanesi de Şahin D’in Paris’te katledilen üç Kürt kadın siyasetçinin anmasına katılmasıydı. Yine 2019 yılında Agit P.’in mal varlığının dondurulması gerekçesinde, 2018 yılında Paris’te gerçekleştirilen ve Türkiye’nin Kürdistan da işlediği savaş ve insanlık suçlarını yargılayan Paris Tribunal’ının organizesinde yer alması gösterildi. Agit P.’in dosyasında gösterilen gerekçelerden biri de milletvekili ve senatörlerle Kürt davası konusunda yaptığı görüşmeler idi.

İSVEÇ'TE KÜRTLERE DÖNÜK KRİMİNALİZASYON

Farklı olmakla beraber İsveç’te benzer örnekler vardır. 36 yıl önce İsveç Başbakanı Olof Palme karanlık bir cinayete kurban gitti. O olayda biz Kürtler iki büyük kayıp yaşadık. Birincisi Palme bizim dostumuzdu, böyle bir dostun kaybı bizi çok olumsuz etkiledi ve büyük üzüntü yaşadık. İkincisi bu dostun öldürülmesi haksız ve hukuksuz bir şekilde bizim üzerimize atıldı, büyük mağduriyetler yaşadık. İsveç’te o dönem yaşanan mağduriyetlerle beraber, Kürdistan Özgürlük Hareketinin uluslararası arenada imajı tamamıyla bir terör ve suç örgütü olarak yansıdı, yansıtıldı. Bugünkü terör listesinin kökeninde de, halen bu ağır suçlamanın etkisi vardır. 34 yıl sonra 'Kürtlerin, PKK’nin bu olayla bir ilgisi yoktur' denildi, ama o güne kadar olanlar olmuştu ve o karanlık güçler fazlasıyla amaçlarına ulaşmışlardı.

İsveç’te halen yasak ve terör listesine dayalı mağduriyetler yaşanıyor. Özellikle oturum ve vatandaşlık konularında sıkıntı çıkıyor. PYD ile ilişkisi var diye bazı kişilerin oturumları iptal ediliyor. Medyada çıkan haberlere göre bu şekilde mağdur edilenlerin sayısı 100’den fazladır.

Burada bir örnek vermek istiyorum. Emin A. 2017'de bir İsveç vatandaşıyla evlenerek aile birleşimi çerçevesinde İsveç’e gelmiş ve 2 yıl oturum izni almıştır. 2 sene sonra oturumunun uzatılması için başvurduğunda, dosyası SAPO’ya gönderilmiş. SAPO’dan gelen bilgiye göre 'M. Emin A.nın  eşinin bir kaç yıl önce bir Kürt derneğinde aktif olduğu ve İsveç’in güvenliği için tehlike oluşturduğu' belirtilmiştir. Bundan dolayı oturumu uzatılmamış, ülkeyi terk etmesi istenmiş ve 10 yıl boyunca Schengen ülkelerine girişi yasaklanmıştır.

Avrupa’nın başka ülkelerinde de benzer durumlar vardır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu örnekler de gösteriyor ki yasaklar ve terör listesi bir parti ile sınırlı kalmıyor, amacını aşan bir şekilde kullanılıyor ve bir halkı mağdur ediyor.

'YASAKLAR ERDOĞAN'IN ELİNİ GÜÇLENDİRİYOR'

Bu liste her şeyden önce siyasal çözüm ve barış arayışlarının önünde bir barikattır ve savaşta ısrar edenlerin ellerini güçlendiriyor. Bir parti, bir hareket veya herhangi bir örgütü siyasi bir oluşum olarak ele aldığınızda, onunla diyalog kurabilir ve sorunları konuşarak çözebilirsiniz. Ama o hareketi terörist olarak adlandırdığınızda, teröristle diyalog olmaz, ona karşı güvenlik güçlerini harekete geçirirsiniz ve polisiye önlemler alırsınız. Kürt davasında an itibarı ile yaşanan budur. Bu liste savaştan yana olanların, Erdoğan gibi bir diktatörün elini güçlendiriyor ve işini kolaylaştırıyor.

Mevcut Türkiye yönetimi AKP-MHP hükümeti, genel başkanlar dahil HDP yönetici ve milletvekillerini tutukluyor, bunlar siyasetçi değil teröristtirler diyor. Kürdistan halkının büyük çoğunluğunun oyu ile seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıyor, tutukluyor, yerlerine kendi memurlarını tayin ediyor, bunlar teröristtir diyor. Gazeteci, yazar, akademisyen ve aydınları tutukluyor, bunlar teröristtir diyor. Kürdistan da dağı taşı bombalıyor, ormanları yakıyor, şehirleri yakıp yıkıyor, buna terörle mücadele diyor. 4-7 Şubat 2016 günlerinde Cizre de üç apartman bodrumuna sığınmış her yaştan 177 kişiyi benzin dökerek yakıyor, bunlar teröristtir diyor. O dönemde Cizre ve Kürdistan’ın diğer şehirlerinde yaşananları raporlaştıran, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği hazırladığı Şubat 2017 tarihli raporunda, durumu ‘kıyamet resmi’ olarak tasvir etmektedir.

Konu yalnızca Türkiye içiyle ve Kuzey Kürdistan’la sınırlı değildir. 2018'de iki ay boyunca Rojava’nın Efrîn bölgesine vahşice saldırdı ve işgal etti, adını terörle mücadele koydu. 2019 da Rojava’nın Serêkanî ve Girêspî şehirlerine saldırdı, işgal etti, buna terörle mücadele dedi. Halen fırsat buldukça Rojava’yı bombalıyor, kadın-çocuk demeden inşaları katlediyor, buna da terörle mücadele diyor. Türkiye’nin bu saldırılar ve sonrasında Rojava da savaş ve insanlığa karşı suçlar işlediği yönünde BM, ABD ve değişik hümaniter kurumların raporlarıyla sabittir. Ama Türkiye buna terörle mücadele diyor.

Türkiye Şengal'de Êzidîleri bombalıyor, Êzidî lider ve kanaat önderlerini katlediyor, buna da terörle mücadele diyor. Maxmûr mültecini kampını bombalıyor, kadın ve çocukları katlediyor, buna da terörle mücadele diyor. Güney Kürdistan’ın köy ve kasabalarını bombalıyor, tarlalarında çalışan köylüleri öldürüyor, mesire yerlerinde piknik yapan çocukları öldürüyor, buna da terörle mücadele diyor. Burada bulunduğumuz şu anda da, Türkiye’nin güney Kürdistan’a ve Rojava’ya yönelik saldırıları devam etmektedir.

Bütün bunlara birileri itiraz ettiğinde, başta Erdoğan ve diğer Türkiye yöneticilerinin cevapları hazırdır; 'bu örgüt AB ve ABD’nin de listelerinde terör örgütü olarak adlandırılmış, kimsenin bizi bu konuda eleştirmeye hakkı yoktur, yaptığımız terörle mücadeledir, herkesin bize deste vermesi lazımdır' diyorlar.

'PKK'Yİ TERÖRİSTLİKLE SUÇLAMAK HUKUKİ DE AHLAKİ DE DEĞİL'

PKK’nin öncülük ettiği Kürdistan Özgürlük Hareketi, Kürdistan halkının kendi ülkesinde özgürce yaşama mücadelesi veriyor. Bu hareketi teröristlikle suçlamak hukuki olmadığı gibi, ahlaki ve vicdani ölçüleri de derinden sarsmaktadır. Bu hareketin savaşta ısrar diye bir durumu yoktur. Savaşı meşru savunma ölçüleri çerçevesinde yürütmektedir. Şimdi Rusya – Ukrayna savaşı devam ediyor ve demokratik dünya Ukrayna halkının işgale karşı verdiği mücadeleyi destekliyor. Ukrayna’nın Rus işgaline karşı verdiği mücadele ne kadar haklıysa, Kürdistan halkının da Türk işgaline karşı verdiği mücadele ayni şekilde o kadar haklı ve o kadar meşrudur.

2014 yılında DAİŞ Irak ve Suriye de saldırıya geçtiğinde, ilk harekete geçen PKK Gerillaları idi. Başka güçler Şingal’ı ve Şingal halkını bırakıp kaçarken canları pahasına yardımlarına koşan yine PKK Gerillaları oldu. DAIŞ’a karşı bir uluslararası koalisyon kuruldu. Bu koalisyonun gayri resmi bir ortağı da PKK hareketidir. DAIŞ’e karşı verilen mücadele de en fazla bedel ödeyen örgütlerden biri de PKK’dir. Avrupa Birliği terör örgütleri listesine bakınız, DAIŞ ve PKK aynı listede ve aynı şekilde terör örgütleri olarak isimlendiriliyorlar. Şimdi vicdanınıza sesleniyorum, ahlak, hak, hukuk, hakkaniyet bunun neresinde, hangi vicdan bunu kabul edebilir?

Kürdistan Özgürlük Hareketi, Kürt sorununu diyalog yoluyla barışçıl bir şekilde çözmek istiyor. Savaşta ısrar eden Türkiye Cumhuriyeti hükümetidir. Burada açık ve net bir şekilde belirtiyorum; İsveç hükümeti barışçıl çözüm konusunda bir rol oynamak isterse, biz bundan memnuniyet duyarız ve pozitif cevap veririz.

Yasaklar ve terör listesi, sorunun barışçıl çözümünde önemli bir engel oluşturuyor. Bunun kaldırılması ve PKK’nin terör örgütleri listesinde çıkarılması gerekir. Şimdi İsveç Parlamentosunda konuşuyoruz. Kürt halkının İsveç hükümeti, İsveçli yöneticiler ve  siyasi çevrelerinden beklentileri vardır. Bu vesile ile huzurunuzda İsveç Hükümetine bir çağrıda bulunmak istiyorum. Halkımızı mağdur eden, dostlarımızla buluşmamızda zorluk çıkaran, Erdoğan gibi savaş yanlılarının elini güçlendirmekten başka bir işe yaramayan, her şeyden önemlisi barışçıl çözümün önünde engel oluşturan, AB terör örgütleri listesinin düzeltilmesinde bizlere yadım edin ve çaba içinde olun."