Borçlu olduğumuz için eylemdeyiz

Strasbourg'da 72 gündür süresiz dönüşümsüz açlık grevi eylemindeki Nimet Sevim, "Ben arayışın kendisinin güzel olduğuna, özgürlüğün bir edimi olduğuna inanıyorum. Özgürlük akıcı bir enerjidir, oluşturur. Yeter ki, özgürlükte ısrar olsun!.." dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a uygulanan ağır tecrite karşı Leyla Güven’in öncülüğünde başlayan ve farklı ülkelerden katılımlarla devam eden açlık grevi eylemine Strasbourg’dan ses veren 14 devrimciden biri Nimet Sevim. Bu, Sevim’in ilk açlık grevi değil. 22 yılı zindanda geçen hayatına çok sayıda açlık grevi sığdırmış. 2012 açlık grevi sürecinde en önde yer alan isimlerden biri. Bir çatışmada yaralı yakalandıktan sonra aylarca sorgu ve işkencede kalan Sevim, 17 yıl zindanda kaldı. Çıktıktan sonra özgür yurttaş çalışmalarında yer aldı. Üçüncü kez 2006 Amed serhildanında yaralanıyor. 2009 yılında KCK operasyonlarıyla hayatına zindan bir kez daha giriyor. 5 yıllık tutsaklığın ardından 2014 yılında tahliye olan Sevim, bir süre Kürdistan’da kaldıktan sonra Avrupa’ya çıkıyor. Şimdi Strasbourg’daki açlık grevi direnişinde yer alan isimlerden biri.

“Bitmeyen bir arayışın sürüklenişiyle yaşıyorum” diyen Sevim’le hayatını konuşurken, büyük sözlerimizin, büyütülerek anlattığımız, gerçeği değiştiren ve tarih yazan değişimlerin arkasındaki insan hikayelerini de görüyoruz. Hata yapan, eleştiri alan, eleştiren, kutsallığın atfettiği tüm alanların insana dair, hayata dair, büyük sözlerimizin küçük dünyamızdan çıktığına dair güçlü izler bırakarak gerçekleştiriyoruz görüşmeyi. Şehir-insan tahlillerine hiç girmek istemedik şimdiye kadar. “Şu kesin şuralıdır’’ ya da ‘’şuralılar böyledir, şunu yapar’’ dediğimiz de. Ama Nimet görüşmeyi yaparken, Amedlilerin son sözü söylemeyi sevdiği düşüncesi ansızın bizi yakalıyor. Strasbourg eylemcilerinin portrelerini Nimet Sevim’le noktalayalım istedik. Menzile ulaşmanın değil, yolcu olmanın hikayesini ondan dinliyoruz. Söz Sevim’de.

HAYAT BİR ANLAMA ÇABASI

1968’de Amed’de merkezde doğdum. Ailem ben doğmadan önce göç etmiş merkeze.  Etrafımda yaşanan mekânsal ve zamansal olayların yoğun baskısı altında Kürtlükten Türklüğe, köyden şehire göçün ağır etkileri altında ve çelişkiler yumağında büyüdüm. Çocukken çözemediğim olgulardı bunlar ve bana hep anlamsız geliyordu. Şimdi biraz bilinç oluşunca, geriye dönüp kendimi gözden geçirdiğimde, beni özgürlükçü olmaya iten nedenleri daha iyi anlayabiliyorum. Ve bunun bir sınırının olmadığını da… Muhtemelen yaşam devam ettikçe, var oldukça, ömrümüze sığdıkça biz daha fazla anlama çabası içinde olacağız, daha fazla anlamış olacağız.  Bitmiş, tamamlanmış, kesinleşmiş bir şey yok.

Yıllar sonra fark ettim; mesela bazen hayatın içerisinde atılmış küçük bir çığlık bile sana, yüreğine çarpıyor, sen farkında değilsin ama o bir iz bırakıyor. Bu çığlığa anlam veremiyorsun çünkü henüz onu ifade edecek bir kavramın yok. Kavramlar oluştukça, içindeki anlamları büyüttükçe fark edebiliyorsun. Oysa fark edilmemiş bir şey hayatından alıp gider. Aslında fark edememek büyük bir trajedidir, çok zalim bir durumdur…

UNUTMAK İLE HATIRLAMAK ARASINDA BİR TRAJEDİ

Annemin babası Ermeni’ydi. Zorla müslümanlaştırılmıştı ama kendi anadilini mükemmel konuşur ve yazardı. Annesinin, kardeşlerinin ve teyzelerinin isimlerini; soykırımda yaşananların hiçbirini unutmamıştı. Kimsenin duymayacağı bir anı kollar, yalnız kaldığımızda anlatılırdı. “Nenen duymasın kızar” derdi, biz alay ederdik nenemden korkuyor diye. Çocuk aklım, bunun tarihe not düşme çabası olduğuna ermemişti o zamanlar. Dedemin biz çocukları niye seçtiğini şimdi anlıyorum. Henüz korkunun pençesine düşmemişti zihinlerimiz, duru, berrak ve sade idi. Dayıları Taşnak içinde yer alıyormuş. Çatışmada asker vurulunca, herkesi köy meydanında topluyorlar. Ateşe verdikleri kilisede herkesi diri diri yakıyorlar. Sıra dedeme geldiğinde, annesi onu ve diğer erkek kardeşini köy imamına teslim ediyor. Kendisinden büyük iki ablası var. Annesi, önce kız kardeşlerini ateşe atıyor, sonra kendisi atlıyor. Hiç unutmam; her seferinde gözleri dolar, “annem aslında Müslümandı, gece imam ezan okuduğunda bizi kaldırıp, bakın imam ne güzel şarkı söylüyor” derdi. Dedem ölene kadar sürekli “annem cennettedir” diyordu. Çünkü ona kavratılan şey buydu; “kafirler cehenneme gidecekler.” Belki de tek tesellisi onun Müslüman olabilme ihtimalıydı…

Kendi özünden koparılıp büyük bir katliam yaşamış bir kişiliğin trajik öyküsüydü dedemin yaşadıkları. Annesinin erkek çocuklarını bırakıp, kız çocuklarını ateşe atmasını bugün daha iyi anlıyorum. Soykırımdan geçirilirken neslini sürdürmeye odaklanmış bu çaresiz çırpınış da bana o trajedi kadar ağır geliyor. Bugün DAİŞ de aynı zihniyet ve politikayla hareket etmiyor mu? Êzîdî kız çocuklarının köle pazarında satılması, tecavüze maruz kalmaları ve acımasızca öldürülmeleri ne peki? Sosyo-psikolojik bu dram bilinç altında dip diri duruyor ve benliğini kemiriyor. Aradan bir asır geçmiş fakat o halen uygulanan vahşeti yaşıyor. Zulüm ve yarattığı duygular birbirine aktarılarak devam ediyor.

TET BİR CÜMLE TARİHİ ÖZETLER

Korkunun kıstığı seslerle anlatılan zulüm hikayeleriyle büyütüldük. Çözülmemiş ve yarım kalmış hayatların geride bıraktığı ah’ları anlam vermesek de hep işittik. Daha da önemlisi zaman geçmesine ve mekân değişmesine rağmen aynı kimliksizliği daha katmerli yaşamak zorunda bırakıldık. Ailem için köyden şehire göç, Kürtlükten Türkleşmeye uzanan jenosit öykülerinin sadece bir benzeriydi. Bir değirmen taşı gibi kimlik ile kimliksizlik, varlık ve yokluk arasında öğütülme acısını sürekli yaşadım.

Ailemin köye ve köy toplumsallığına dönük gerçeğinde bir varlık vardı. Varlıklıydık, saygı ve sevgi vardı. Fakat şehirli hayatımız hep bir varsıllık içindeydi. Babamı ve ailemi her şeyin üstünde tutardım. Dış dünyaya ilk temasımda baktım ki öyle değilmiş. Bunu 9-10 yaşlarında fark ettim. Çok çalışmalarına rağmen horlanıyor ve bir şey kazanmıyorlardı. Kendi köylerinde yarattıkları değer ve saygı yoktu. Beni rahatsız eden çözemediğim müthiş bir çelişkiydi bu. Aynı rahatsızlığı aile içinde yaşadım. Dışardan eve taşınan fakat ev içinde oluşan bir değersizlik hissiydi. İlk retlerim ve karşı koyuşlarımdı bunlar…

Annem aile içinde önemli bir faktördü. Şehre gelmesine rağmen, hiçbir zaman köy toplumundan bağını koparmamıştı. Dedem hep yanında kaldı. Benim zihnimdeki anne figürü babasının acılarını taşıyan ve Kürtlükte cisimleştiren otorite tanımaz bir isyancıydı. Bozulmamış doğal toplum özelliklerini temsil ediyordu. Babam ise dışarıda yabancılaşmayı temsil ediyordu. Bilmemesine rağmen bizlerle Türkçe konuşurdu. Annem ise alay eder, ana dilimizde konuşmayı erdem sayardı. Türkçeyi okul sürecinde hakir görülerek ve öykünerek öğrendim. Babama yaslandıkça anadilimin sadeliği, duruluğu ve güzelliği flu hale geldi, bozuldu. Babam şahsında çelişkilerim derinleşti.

Babam, yaşadıklarını yaşamamı istemiyor olmalı ki, tüm imkanlarını zorlayarak, beni en iyi okullarda okutmak istedi. Onun çözümü buydu. Evin büyük erkek çocuğuydum. 1979’da o dönemin en iyi okullarından biri olan Merkez Ortaokulu’na kaydoldum. Sosyal statülerimiz çok farklıydı. Diğer aileleri gördüm, çelişkileri fark ettim ve bunlar beni, benim gibi olanların yanına itti. Aileye karşı utanma duygusuyla bir tepki gelişti. Büyüklerimin beni kandırdığını düşündüm. Hayal kırıklığıydı yaşadığım. Köydeyken insanların saygı gösterdiği biri neden şimdi başkalarının önünde eğiliyor, el pençe duruyordu? Dağda eşkıyalık yapmış, adam öldürmüş babam şimdi teslim olmuş, iradesi kırılmış, pes etmiş bir kişiliğe bürünmüştü.

Hiç unutmam; annem beni en son 2012’de Önder Apo’nun özgürlüğü ve anadil için açlık grevi direnişinde ziyaret ettiğinde “Siz çok ilginçsiniz. Çocukken seni hastaneye götürdüm, yöresel kıyafetler giymiştim. Kürtçe konuşuyordum diye benden utanmıştın” demişti. Gerçekten de öyle bir şey olmuştu. Hastaydım, babam benimle hastaneye gelmedi, annem geldi. Ben anneme “Benden uzak dur” demiştim. Sonra fark etsem de acısını bir yük gibi taşıdım hep. Aradan 40 yıl geçmiş ama unutmamıştı. “Bu kadar geç kalınır mı?” diye sorması beni halen tüm geçmişimi sorgulamaya iten bir çığlık gibidir. Bazen tek bir cümle katliamla geçmiş, zulümle yoğrulmuş bir tarihin arka perdesini özetleyerek anlatabiliyor. Belki sen ifade gücüne ulaşmayabilirsin ama hissedersin, anlatamazsın bilirsin yani. Halen yeterli ifade gücüm yok, ama çok derinden yaşıyorum!..

BEN YÖNÜNÜ ARAYAN KİMLİKLERDEN BİRİYİM

1979’da girdiğim ortam, çevrem, çelişkiler ve dönemin devrimci atmosferi, bunun gibi daha bilincime akmamış birçok etmen var. Anlamaya çalışıyorum. Beni özgürlük mücadelesine ve direnişine ne getirdi? Anlama, Önder Apo’nun bizlere kazandırdığı çok önemli bir yöntem ve güç kaynağı. Çok önceleri bildiğimi sanırdım. Meğerse öyle değilmiş. Biliyorsan anlama çaban olmaz. Senin için hayat donar, sen donarsın. Bir taş gibi… Oysa hayat çok dinamik ve her şeyi biriktirerek, büyüterek ve geliştirerek devam ediyor. Seninle ilişkili ve temas halindeki hiçbir şey yok olmuyor. Sadece sen görmüyorsun, duymuyorsun ve bilmiyorsun ama var. Bilmediklerin bildiklerinden çok daha fazla, bilmediğin her şeyi yok sayıyorsun, yok ediyorsun. Önder Apo’nun “kendi kendinizin katili gibisiniz ve yaşatmıyorsunuz, yaşamı çoğaltmıyorsunuz” eleştirisini şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

İnsan hayatı toplumsallık açısından şöyle bir nitelik ihtiva eder; insan toplum içinde varlık kazanıyor. Varlık, zaman aktıkça insanda bir araya gelen birçok kimliğin kültür ve bilinç halidir. Doğuşundan başlayarak içinde şekillendiğin ortamlar, yüreğin ve aklına çarpan bütün sesler, seni etkileyen ve temas eden her şey ve tabi ki senin de bu etkileşimde söylediklerin ve yaptıklarının tümü sende bir kültüre dönüşür, bilinç oluşturur. Seni sen yapan bu toplumsallığı kendine ait bir kimliğe dönüştürürsün. Farkındaysan bu hakikatin, nerden geldiği ve nasıl oluştuğunu anlarsan güçlüsün, değilsen güçsüzsün.

Dönüp tekrar tekrar kendi hayatımda iz bırakanlara bakıyorum, görmeye çalışıyorum. Sömürgeci kapitalist modernite, asimilasyon ve soykırım kültürü bilincimizi köreltmiş. Kolay değil ama o kimliği anlama, farkına varma ve çoğaltma muazzam bir güç yaratıyor. Zorlu bir iç mücadele ve yoğunlaşma gerektiriyor.  40 yıl geçmesine rağmen halen birçok husus anlama ufkumun dışında. Beni oluşturan kimi toplumsal kimlikleri daha yeni fark ediyor, etrafımda gelişen, kişiliğime yön veren olayları anlamlandırabiliyorum.

İnsan için yaşam bir var olma, dolayısıyla özgürlük arayışıdır. Yolunu şaşırmış, kaybolmuş insanlar olarak hep bir arayış halindeyiz. Bu süreç boyunca arayıp bulduğumuz her şey yaşamımızın anlamını oluşturuyor. Bazen yolumuz benzer arayışlarla kesişiyor. Biz bulmuyoruz yani, bizi kaybolduğumuz yerden buluyorlar. Yola ve arayışa doğrultu kazandırıyorlar. Bu, hep doğru yürüme ve yaşama anlamına gelmese de doğru yola girmiş oluyorsun.

Kürdistan’da doğru ve özgür yaşamanın yolu özgürlük hareketi ve mücadelesiydi. Özgür yaşamın yolunu bulan, oluşturan ve derinleştiren ise bir hakikat olarak Önder Apo’ydu. Özgürlük, Önder Apo’nun arayışında açığa çıkan, söze ve eyleme dönüşen bir hakikat. Şimdi daha iyi anlıyorum ki Önder Apo, Kürt toplumsallığını, demokratik uygarlığın toplumsallığını bu tarz bir arayışla önce kendisinde oluşturdu. Arayışı olan ama kaybolmuş ve yanlış yolda yürüyen kimlikleri, ezilen sınıf ve cinsleri, bastırılmış, inkâr edilmiş ve soykırıma tabi tutulmuş kültürleri arayıp buldu; yön verdi, hepsini doğru yaşamaya ve bunu için doğru mücadele etmeye sevk etti. Ben yönünü arayan bu kimliklerden biriyim.

Önder Apo, kendisine temas eden, kendisinde oluşan kimlik ve varlıklarla toplumsal bir güç oluşturdu. Bunu fark etti, anlamlandırdı, söz ve eyleme döktü. Anlam verdiğimizde onu çoğaltıyoruz, sen çoğalmış oluyorsun. Şimdi Önder Apo milyonlar kadar çoktur. Bu soyut bir kavram gibi algılanabilir ama hakikattir. Hatta maddi uygarlığın, maddi dünyanın gücünden çok daha etkili bir güçtür. Sözünün hikmeti ve yaşam oluşturucu gücü buradan gelir.

PKK İÇİNDE KENDİMİ HER ZAMAN GÜÇLÜ HİSSETTİM

Şehit Murat Arat ve Şehit Hebun ile aynı sınıftaydık. Sempati duyan ve bununla kendini güçlü hisseden küçük bir Apocu grup olduk. 12 Eylül’den önceki günlerdi. Bulunduğumuz çevrede Apocular çok azdı, ortaokul da yoktu. DDKD vardı. Herhalde benim gibi zayıf olanlar, az olanlar ama sözü doğru olanlar kendiliğinden tercih ettik. Bir tanıma mıydı, değildi kuşkusuz. Yıllar sonra diyebiliyorum ki tanımı yapılmamış, henüz söze dökülmemiş fakat potansiyeli özgürlük olan doğru bir buluşmaydı. Önder Apo etrafında gelişen hareket, duygu ve düşünce sistemi, bizim gibi arayışını tamamlamayan ama bu çelişkileri yoğun yaşayan insanları bir araya getirdi. Ben bunu ancak 2014’lerden sonra fark edebildim. O zamana kadar mücadeleye bilinçli katıldığımı sanıyordum.

Kimin kime ve neye, nasıl katıldığı çok önemli. Katılmak eklemektir, bir değer olarak artmak ve artırmaktır. Bende, bizde artan çok şey var. Fakat benim ne kadar kattığım tartışmalıdır. Halen şu kadar kattım diyebilme gücünü kendimde bulamıyorum. Elbette mücadele içinde varlığımızın bir anlamı ve yeri vardır. Şüphesiz çok şey de kazandırıyordur. Fakat bunu toplumsal bir bilince ve hakikat gücüne dönüştürmek bambaşka bir şey. Mücadele ederek kazandığını sandığın bir yerde, seni kazanan ve kazandıran çok ayrı bir toplumsallıktır. Durum böyle olunca her şeyden önce neye katıldığına değil, sana katılana dönmelisin. Yoksa sen bencil, zayıf ve sürekli tüketen bir toplumsal hırsızın ötesine geçemezsin.

Belki birileri çıkıp “kendini bu kadar hiçleştirme doğru değil” diyebilir. Aslında meselenin bu yanını da her zaman sorguluyorum. Bu çok kapsamlı bir tartışma gerektirir. Sadece yaşadığım tek bir duygu bile hakikat içindeki yerimi belirgin kılabilir. PKK içinde kendimi her zaman güçlü hissettim ama hayata ilk adımımı attığım günlerden kalma hiçlik duygusunu da aşamadım. Hep vardı, halen bu duyguyu acı hissederek yaşıyorum. Bunun tarihsel ve toplumsal nedenleri çok köklüdür. Öncesini bir tarafa bırakırsak, yarım asırdır çağının en muhteşem mücadelesini yürütmesine rağmen Kürtlere uluslararası bir konsept ve proje olarak halen hiçliği dayatıyorlar. Yani inkâr ediyor ve yok sayıyorlar. Bu gerçek, bir parçası olduğum Kürt toplumundan kaynağını alıyor. Fakat bununla izah etmek yeterince tatmin edici değil. Özümü kapattığını artık görebiliyorum.

Kürt toplumun stabilize edilmiş zayıf halinin yanında bir de özgürlüğe dayalı oluşan bir Kürt toplumsallığı var. Bu duyguyu, Önder Apo’nun yürüttüğü özgürlük mücadelesinin içinde yaşıyor ve taşıyor olmak anlaşılmazdır. Eğer beni güçlü kılan bir toplumsallık ve bilinç varsa, dayandığım bir direniş kültürü varsa o zaman bir yük gibi taşımak zorunda kaldığım bu hiçlik duygusu nedir? Elbette bu duygu bir realiteye dayanıyor ve direnişe sevk ediyor. Bugün bile direniş tutumumu kamçılıyor. Ama buna yol açan çaresiz ve zayıf toplumsal kalıntıları taşımak da geri çekiyor. Esas sorun da burada saklı. Özünde halen hiçliği yaşatan zayıf bir toplumsallık varken bunu görememek ve özgürlük mücadelesinin kazandırdığı gücü nevi şahsına münhasır saymak bize has, en yaman çelişkilerden biridir.

Hakikat her zaman ikilemlerin diyalektiğiyle izafidir. Maddi uygarlığın son aşaması kapitalist modernitenin zihinlerimize kazıdığı en olumsuz özellik ben merkezci ve bireyci düşünce kalıplarıdır. Sömürgecilik bu bakış ve algı şeklini çok daha katı ve şekilsiz hale getirdi. Öyle ki, bize kanıksattığı ve ezberlettiği şekilde bakmışız hayata. Diğer taraftan bize dönük tüm bakışları ötelemiş, yok saymışız gibi…

Çok ilginç bir durum; sana ait bir şey yok ama sen farkında değilsin! Özgürlük arayışı olan ve etrafında toplumsallık oluşturan bir yapı seni buluyor. Sana tüm toplumsallığını ve bilincini veriyor; hatta kimlik kazandırarak güce dönüştürüyor. Sen ise bunu kendine ait kılıyor, hatta büyük bir kibirle onun üzerinde tasarruf ediyorsun. Oysa bu tasarruf yetkisi elinden alındığında ya da üzerinde tasarruf yaptığın bu toplumsallıktan koptuğunda, yine bir hiç olarak kalıyorsun. Yani bizler bir nevi toplumsal hırsızlarız. Çünkü değer katmadan almak hırsızlıktır. Bu, aynı zamanda özgürlük hareketinin içindeyken kendisini dev aynasında gören ama koptuktan sonra cüceleşen insanların trajedisinin de nedenidir. İşte bu noktada, bunca zaman geçtikten sonra “tam katıldım” dediğin ve hayatını adadığın bir mücadeleye doğru ve hakikatli katılmamış olduğunu, tüketmiş olduğunu görüyorsun. Bunu fark ettiğinde, artık özgürlük arayışını sağlam temellere oturtabiliyor, buna dair birkaç söze anlam katabiliyorsun.

Bu arayış, özgürlük mücadelesine sempati duyduğum günden bu yana devam ediyor. Büyük bölümü sürükleniş halinde geçse de anlama çabası önde oldu. Sosyalizmi, sosyal mücadeleler tarihini, tarihsel ve toplumsal gerçeklerimizi merakla öğrenmeye çalıştım. Öğrenme ve tanıma isteği, bana kazandırılan iyi özellikler fakat bütün hayatımda olduğu gibi tamamlanmayan özelliklerdir. Bugün bile kendimi öyle ifade ediyorum; arayışını tamamlamayan bir kişilik!.. Belki şansımız olur da bu direnişte arayışımızı tamamlar ve bir bilinç oluşur. Bir neticeye kavuşursak, o zaman birileri çıkıp tanımlayabilir. Hakikatimize ilişkin bir iki söz söyleyebilir. Ama halen devam eden bir arayıştır. Kürdistan realitesinde, sosyolojik yapısında arayışın nerede duracağı belli değildir. Her an direniştir, tersi her an ihanettir. Şimdi yaşadığımız durum, yaşadığımız toplumsallık içinde bir anda insanlar kahraman olabiliyor, bir an içinde dünyanın en kötü noktasına savrulabiliyor. Çünkü bu bir arayıştır. Peki arayışı tamamlamak gerekiyor mu? Ben arayışın kendisinin güzel olduğuna, özgürlüğün bir edimi olduğuna inanıyorum. Özgürlük akıcı bir enerjidir, oluşturur. Yeter ki, özgürlükte ısrar olsun!..

Kaynak: Yeni Özgür Politika