'14 Temmuz büyük izler bırakan bir eylem tarzıdır'

'14 Temmuz büyük izler bırakan bir eylem tarzıdır'

PKK’nin önder kadroları öncülüğünde 14 Temmuz Diyarbakır Cezaevi direnişini ve dönemin yargılama sistemini değerlendiren avukatlar Hüsnü Öndül ve Kazım Bayraktar, Amed zindanlarındaki vahşetin yanı sıra tam bir hukuk katliamı işlendiğine dikkat çekti. Öndül, “İnsanlar hakları ve özgürlükleri için kendi hayatlarını ortaya koymuşlardır. Ve bu son derece etkileyici, büyük izler bırakan bir eylem tarzıdır” dedi. Av Bayraktar ise, “Devasa bir hukuk katliamı yapıldı” şeklinde konuştu.

PKK’nin önder kadrolarından Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz öncülüğünde 14 Temmuz 1982’de başladığı ölüm orucuyla başlayan14 Temmuz direnişi, Kürt siyasetinin dönüm noktalarından biri oldu.

4 bin PKK’li tutsağın kaldığı 38 koğuştan oluşan Diyarbakır Cezaevi'ndeki vahşet uygulamalarına karşı direnişe geçenler, işkence tezgahlarına yatırılıp katledilirken, geriye kalanlar ise işkencelerle geliştirilen ihanet politikasıyla itirafçılığa zorlanıyordu.

12 Eylül askeri darbesi ile başlayan ve binlerce Kürt gencinin hayatını değiştiren Amed zindanlarındaki vahşet uygulamalarına ilişkin o dönem PKK davasını üstlenen avukatlardan Hüsnü Öndül ve Kazım Bayraktar yapılan hukuk katliamını ANF’ye anlattı.

ÖNDÜL: DİYARBAKIR DİRENİŞİ BÜYÜK BİR YANKI YAPTI

1981-82 yıllarında Amed’deki davaları takip eden avukatlardan biri olduğunu belirten insan hakları savunucusu Av Hüsnü Öndül,  Askeri Yargıtay aşamasında bazı toplu PKK davalarında savunma yaptığını ve Diyarbakır Cezaevi ile 7’inci Kolordudaki Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi yargılamalarını izlemek üzere Ankara’da 5 avukat olarak Amed’e gittiklerini ve yargılamaların nasıl yapıldığına tanık olduklarını anlattı.

Cezaevine yönelik yapılan belgesellerin doğru olduğunu belirten Öndül, “Mamak Cezaevi vahşeti çok dillendiriliyordu. Mesela orada en fazla 5 dakika avukat görüşmesi yapılıyordu. Diyarbakır’da ise bu bir dakika en fazla üç dakikaydı. Çok iyi hatırlıyorum Diyarbakır’da bir müvekkilimle görüşmeye gittim, 1 dakika bile görüşemeden nasılsın diye sordum iyiyim dedi ancak iyi değildi. Dolayısıyla Diyarbakır’da yaşananları baskı olarak nitelendirmek çok hafif kalır o vahşete karşı tutuklu ve hükümlüler bedenlerini, hayata ortaya koydular. Ve olağanüstü bir mücadele oldu orada, katliamlar yapıldı. 1984’de de ölüm oruçları yaşandı. O dönemde de anneler bize gelmişlerdi, sabahlara kadar dilekçeler yazıldı. Ve sadece birine yanıt kaldı. Mehmet Şener’in annesi Türkçe bilmiyordu mesela ve anneler halkçı parti vardı o zaman orayı işgal ettiler seslerini duyurabilmek için. Diyarbakır direnişi büyük bir yankı yaptı. Dörtlerin bedenlerini ateşe vermeleri ve ateşi söndürmek isteyen arkadaşlarına söndürmemelerini söylemeleri bütün bunlar vahşete karşı tepkilerdi” diye konuştu.

‘14 TEMMUZ, BÜYÜK İZLER BIRAKAN BİR EYLEM TARZIDIR’

14 Temmuz Amed zindan direnişinin Kürtlerin özgürlük çağrısı olduğuna işaret eden Öndül 14 Temmuz direnişinin bıraktığı izlere ilişkin, “İnsanlar hakları ve özgürlükleri için kendi hayatlarını ortaya koymuşlardır. Ve bu son derece etkileyici, büyük izler bırakan bir eylem tarzıdır. Aradan geçen 32 yıla rağmen bunun konuşuluyor olması da bu eylemin ne kadar çarpıcı olduğunu gösteriyor” dedi.

Amed zindanlarındaki 35 ve 36’ıncı koğuşlarda kalan PKK’nin öncü kadrolarının yoğun işkencelere maruz kaldıklarını ve itirafçı politikalar uygulandığını hatırlatan Öndül, bu baskıların 1981 yılında daha yoğun olduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: “İnsanlar cezaevi aracından birbirlerine zincirlenerek indiriliyorlardı. İnsanlar yüzlerine sinek konduğu zaman ellerini kaldırıp kovamıyorlardı bile. Bu koşulları yaşayan insanların sonsuza kadar itaat etmeleri beklenemez. Nitekim onların içerisinde ölüm oruçlarında, kendilerini yakma eylemleriyle bu baskılara karşı direnen ve protesto eden insanlar, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadelenin taşlarını örmüş oldular. Çok olağan üstü koşulların yaşandığı bir dönemdi.”

ÖNDÜL: DEVLETİN GÖREVLİLERİ SUÇ İŞLEMİŞTİR

Cezaevlerinde yaşanan vahşetin, katliamların sorumlularının cezalandırılarak geçmişle yüzleşilmesi gerektiğini vurgulayan Öndül, “Geçmişle yüzleşme, hesaplaşma denilen şey, geçiş dönemi adaleti diye bir kavram var. Ve kavram, bu olayların sorumlularının ortaya çıkarılmasını, yargılanması, cezalandırılmasını gerektiriyor. Bu ve benzeri olayların faillerinin cezalandırılması ve bir daha tekrarlanmaması için önlemlerin alınması gerekiyor. Yaklaşık 41 ülkede hakikat ve adalet komisyonları kurulmuştur. İnsanları zincirlere vurmak, işkence yapmak, katletmek ve insan onuruna aykırı her türlü muamele suç teşkil eden eylemlerdir. Ve suçu devletin görevlileri işlemiştir. Bu suçların cezasız kalmaması gerekiyor. Mağdurların adalet beklentisinin karşılanması ve tekrarlanmaması için yasal önlemlerin alınması gerekiyor” diye devam etti.

ÖNDÜL: TÜRKİYE’NİN ÖZGÜRLÜKLERİ TEMEL ALAN HUKUKSAL VE SİYASAL REJİME GEÇMESİ GEREKİYOR

Yaşanan vahşetlerin, katliamların sadece mağdurlar için değil toplumun geniş kesiminin üzerinde travma etkisi yarattığına dikkat çeken Öndül mesleki olarak yarattığı travmayı ise şöyle özetledi: “Bu tarz olaylar mağdurlar, mağdurların yakınları ve avukatları üzerinde büyük etki yaratıyor. Şuanda Mardin, Diyarbakır gibi bazı yerlerde avukat arkadaşlarım toplu mezarları araştırıyor ve cenazeleri buluyorlar. Katledilmiş insanların kemiklerini topluyorlar yerlerden. Ya da çatışmalarda gözü çıkarılmış, kulağı kesilmiş, parçalanmış insanların otopsilerine giriyorlar. Bunları rapor eden arkadaşlarımızın nelere maruz kaldığı açıktır.”

Öndül son olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tarihi Amed Newroz’undaki çağrısı ile başlayan ‘barış’ sürecine de dikkat çekerek, “Bütün sorunların temelinde insan haklarına, özgürlüğüne saygı sorunu yatıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin özgürlükleri temel alan bir hukuksal ve siyasal rejime geçmesi gerekiyor” diye sözlerini tamamladı.

AV BAYRAKTAR: DAVAYI POLİS BASKISI ALTINDA TAKİP ETTİK

Davayı  Hüsnü Öndül, Aykut Başçıl, Ahmet Çağlar, Tuğrul Çakın ile beraber 5 avukat olarak Ankara’dan alarak takip etmeye başladıklarını ancak yaklaşık bir yıl kadar sonra maddi imkansızlıklar nedeniyle takip edemediklerini anlatan Av Kazım Bayraktar ise, PKK davasının Amed’den merkezi olarak takip edebilecek bir avukatın olmadığını, olanların ise tutuklu bulunduğunu sözlerine ekledi. Davayı üstlendikten sonra her hafta 5 avukat olarak nöbetleşe davayı takip etmeye başladıklarını dile getiren Av Bayraktar davayı zorlu koşullarda takip ettiklerini anlattığı konuşmasında, “O süreç boyunca hangimiz gittiysek takip ediliyorduk. Diyarbakır’da bu davayı polis baskısı altında takip etmeye başladık. Dosyalar çok kabarıktı binlerce insan ağır işkencelerden geçiriyorlardı. Duruşmalara gruplar halinde getiriliyorlardı. Ve bir sürü silahlı, ağır cezalık eylemden yargılanıyorlardı. Bu eylemlerle ilgili tanıklar dinleniyor, sanıklara eratlı asker muamelesi yapılıyordu. Diyarbakır Cezaevi en ağır vahşetin uygulandığı bir cezaeviydi. Bu vahşette yargılanan insanların savunma yapmaları zaten mümkün değildi. Biz duruşmalara girerek, görüşmeler yaparak hem manevi destek sunmaya hem de tarihe tanıklık etmeye çalışıyorduk. Davayı yaklaşık bir yıl sonra maddi koşulsuzluklardan dolayı takip edemez duruma geldik. Avukatlık yaşantımda en üzüldüğüm konulardan biri, ‘keşke Diyarbakır’da avukatlık yapıyor olsaydım da orada takip edebilseydim. Ancak Ankara’dan gidip gelerek davayı takip edebilmek bizim gibi hiçbir geliri olmayan avukatlar için çok zordu. Bir süre borç şeklinde gittik ancak sonrasında gidemez hale geldik” diye kaydetti.

‘O AĞIR VAHŞETİN ALTINDA GÖRKEMLİ BİR DİRENİŞ BAŞLADI’

“O ağır vahşetin altında görkemli bir direniş başladı” ifadesini kullanan Av Bayraktar, “Kemal Pir ve Rıza Altun ile görüşmemde bir dakika görüşme süresi verildi. Koca bir demir kapı ve üzerinde küçük bir mazgal var biz o mazgalda görüşeceğiz. O bir dakikaya sadece nasıl olduklarını sorarak ve davayı üstlendiğimizi sığdırabildik. Nasılsın diye bana sorarlarken asker görüşme bitti dedi ve mazgal kapandı. O dönemde müvekkili ziyaret etmenin bir de şu yönü vardı. Müvekkillerimiz her defasında dövülerek getirilip götürülüyordu. Bu açıdan çok zordu ancak görüşmek gerekiyordu. İstediğimiz gibi görüşemedik tabi. Biz davayı üstlendikten bir süre sonra direniş başladı. Müvekkillerimiz Hayri Durmuş, Kemal Pir, Mazlum Doğan, Ali Şerik, Akif Yılmaz’ı bu süreçte kaybettik” diye konuştu.

VAHŞETİN OLDUĞU SÜREÇTE YARGILAMA NASIL İŞLİYORDU?

Amed zindanlarındaki direnişin tam bir irade savaşı olduğuna işaret eden Av Bayraktar, vahşetin olduğu süreçteki yargılamaları ise şöyle özetledi:  “Metris’te, Mamak’ta da çok vahşet var ancak bazı şeyleri yapabiliyorduk. Mesela müvekkillerimizle 5-15 dakika kadar görüşme şansımız vardı, döverek getirip götürme olayı olmuyordu. Daha fazla görüşüyor ve içerideki duruma ilişkin bilgi almamız daha kolaydı. Mesela 1984 Ölüm Orucunda Metris Cezaevi’nden Mehmet Fatih Üktümüş ile son ana kadar bilgi alabildik. Onların cenazesine katılabildik. Ancak Ankara’dan Diyarbakır’daki davayı takip ederken müvekkilimizin ölüm haberini duyuyorduk. İçeride ne yaptıklarını, ne yapacaklarını avukatları olarak bilemiyorduk. Daha sonrasında, belgelerin açığa çıkması ile içeriden tanıkların anlatımı ile bunların bilgisine sahip olabildik. Yani bizim için o direniş sürecini avukat olarak müvekkilimizin ağzından dinleme olanağı olamadı. Bu bizim için çok üzücüydü. Düşünün müvekkilinizin ölüm haberini günler sonra alıyorsunuz, keza aileler içinde bu böyle.

‘APO ÖRGÜTÜ ÖYLE BİR ÖRGÜTTÜR Kİ…’

Tanıklar hazırolda dinleniyordu. Türkçe bilmeyen tanıklar vardı onlara tercüman ayarlanıyordu. Müvekkillerimizle yaptığımız bir dakikalık görüşmede nelerle suçlandıklarını konuşamadığımız ve dosyadan çıkaramadığımız için aleyhe olan tanıklar sürekli olarak dinleniyordu. Aleyhe ifade verecek olan tanıklar mahkemenin baskısı altında dinleniyordu. Tanıklar komutanım diyerek hitap ediyordu hakime ve ‘Apo örgütü öyle bir örgüttür ki..’ diye başlıyordu tanıklar sözlerine. Duruşma tutanakları önce steno ile tutuluyordu. Stenoda duruşmada olan her şey ve hakimin her türlü hukuksuzluğu da stenoyla kayda geçiyordu. O stenolu tutanaklar tam bir kanıttı. Ancak bir süre sonra stenoyu kaldırarak daktilo ile tutanak tutmaya başladılar. Daktiloda da biz savunmalarımız, müvekkillerimizin ifadelerini hakim alıp özetleyip geçiyor. Hakim tanığın, bizim gözlerimizin önünde tanığın ifadesini çarpıtarak tutanağa geçiyor. Hakim baskısıyla şekillenen bir yargılamaydı. Böyle bir yargılama ile devasa bir hukuk katliamı yapıldı.”

AV BAYRAKTAR: BUGÜNÜN YARGILAMALARI 12 EYLÜL’DEN DAHA SİNSİDİR

12 Eylül yargılamaları ile bugünün yargılamalarını değerlendiren Av Bayraktar, yöntemin benzer olduğunu ifade ederek “Bu sakat bir yöntemdir” dediği konuşmasında, “O dönem işkence bilgi edinmek ve kanıt toplamak için yapılıyordu. Yani kanıt ihtiyacı duyuluyordu ve daha fazla insan tutuklamak için kanıt üretmek gerekiyordu bunun da birinci aracı işkenceydi. Bugüne bakınca işkence biçim değiştirmiş olsa da o dönemdeki kadar işkence görmüyoruz. Fakat işin ilginç yanı şu, bilgiye ve kanıta gerek yok. Yasal alanda yasal olarak yapılan her şeyi teknik takip altına alıyor ve yasal haklar çerçevesinde yapılan her hareketi yasadışı ilan ediyor. Ve şimdiki yargılamada işlenen çizgi 12 Eylül yargılamalarından daha geri ve sinsidir” diye kaydetti.

12 Eylül sürecinin ardından cezaevlerinde belli kazanımlar elde edildiğini dile getiren Av Bayraktar, “Cezaevlerinde kan ve can bedeli mücadelenin sonucunda elde edilen hakları kullanarak 1990’lı yıllara kadar müvekkillerimizle rahatça görüşebildik. Ancak 1990’lı yıllarda yine ağır koşullar başladı. Diyarbakır Cezaevi’nde 10 kişi dövülerek öldürülmüştü. Yine ‘90’lı yıllarda Diyarbakır, İzmir ve İstanbul’da direnişler yaşandı” dedi.

AV BAYRAKTAR: ZİNDANLARDA ÖZGÜRLÜĞÜN VE VAHŞETİN YÜZÜ VAR

Zindanların iki yüzü olduğunu ve bunlardan birinin özgürlük diğerinin ise vahşetin yüzü olduğuna dikkat çeken Av Bayraktar, “Mahkemelerde olduğu gibi cezaevleri de, işkencehaneler de aslında sınıf mücadelesinin, devrimci mücadelenin Kürt halk hareketinin mücadele alanı oldu. Ve her alanda gece ile gündüzün savaşı vardı. Askeri yönetim altında her türlü vahşet var. Dışarıda hiçbir basın organı hiçbir şey yazamıyor. Tam bir sessizlik.. Tüm muhalif kesimler susturulmuş, askeri cuntanın propagandası yapılıyor. Ve askeri iktidar böylesi bir ortamda istediği vahşeti uyguluyor. İşin bir yanı vahşet bir yanı direnişti. Diyarbakır cezaevindeki vahşet de, oradaki hedefte çok farklıydı. O direnişteki cesaret tarihsel haklılıktan gelen bir cesarettir. Kemal Pirler bu haklılıktan bedenlerini ateşe verdiler, o teslimiyeti kırmak, bir kapı açmak ve bir adım atmak için bedenlerini ateşe verdiler” diye konuştu.

Av Bayraktar, “Dışarıda yaprak kımıldamasa dahi içeride o ateş hattında düşmana verilen o yanıt cezaevlerindeki o devlet politikası yenilgiye uğradı” diyerek sözlerini tamamladı.