İmralı rejimi ve Öcalan – XVIII

İmralı adası, 17 Şubat 1999’da askeri yasak bölge kapsamına alındı. Tek kişilik cezaevi oluşturuldu, yıllarca sürecek ‘kriz hali’ ilan edildi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘tabut’ dediği İmralı, ‘tecrit ve işkence’ ile anılan rejimin de adı oldu.

Küt halkı, 16 Şubat 1999 sabahı büyük bir öfkeye uyanmıştı. Kürdistan Devrimi’nin mimarı Abdullah Öcalan’ın insanlığın bütün yazılı ve sözlü yasaları, ahlaki değerleri hiçe sayılarak Kenya’dan kaçırılıp Türk devletine teslim edilme görüntülerini izleyen Kürtler, soluğu meydanlarda alıyordu. Kürdistan dışında yaşayanlar ise komplocu güçlerin temsilciliklerine karşı sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştiriyordu. 15 Şubat’ın üzerinden ilk kritik 48 geçtiğinde PKK Başkanlık Konseyi imzasıyla bir açıklama yayımladı. Bu, Kürt Halk Önderi’nin esaretinde devrimin ve mücadelenin yükünü yıllarca omuzlayacak Konsey’in ilk açıklaması olarak tarihe not düşülecekti: “Partimizin ve halkımızın mesajı çok açıktır: Aposuz PKK ve PKK’siz Kürt çözümü hiçbir zaman için ve hiçbir koşul altında gerçekleşmeyecektir. PKK’nin ve ona bağlı tüm örgütlerinin, yurtsever halkımızın tek bir sözcüsü, tek bir siyasetçisi ve Kürt sorununun siyasal çözümünün tek bir muhatabı vardır; o da Başkan Apo’dur. Onun dışındaki tüm örgütümüz ve halkımız bu önderlik altında tamamen fedaidir. Partimiz ve halkımızla ilişki arayanlar, Başkan Apo ile ilişkilenmelidir. Kürt sorununu çözmek isteyenler, Başkan Apo ile çözüme gitmelidir. Bunun dışında hiçbir çözüm ve muhatap yoktur ve aranması da boşunadır. Partimizin, ordumuzun ve cephemizin her mensubu, yurtsever her Kürt insanı sonuna kadar bu gerçekliğe bağlıdır. Ve böyle bir çözüm gerçekleşinceye kadar da sadece ve sadece fedai olarak yaşayacak ve fedailik görevini yerine getirecektir.”

PKK 6. KONGRESİ’NİN ÇAĞRISI

PKK, 1999’un başlarında, yani Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın etrafındaki çemberin daraltılıp komplonun son evrelerinin örüldüğü ve esir alınıp Türk devletine teslim edildiği günlerde ise Kürdistan dağlarında 6. Kongresini gerçekleştiriyordu. Abdullah Öcalan’ın oy birliği ile yeniden Genel Başkan seçildiği kongrenin sonuçları, 5 Mart 1999 günü “Zafer Kongresi Uluslararası Komploya Yanıttır” başlığıyla Kürt ve dünya kamuoyuna duyuruldu. Bildiride yakın tarihin en yakıcı günlerine yaşayan Kürt halkına serhildanı ve direnişi büyütme çağrısı yapılıyordu: “ABD emperyalizmi, İsrail siyonizmi ve Türk faşizminin tüm uluslararası güçleriyle Kürt ihanetini de kullanarak gerçekleştirdiği 9 Ekim 1998 komplosu, hiçbir uluslararası hukuk kuralına, ahlak kuralına ve insanlık ölçülerine bağlı kalmaksızın sürdürülmüş, Parti Önderliğimizin yüksek öngörülü ve kararlı mücadelesine rağmen 15 Şubat 1999 günü korsanlık eylemiyle yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Parti Önderimizin oldukça ölçülü olan mücadele çizgisi ve Kürt sorununa siyasi çözüm bulma arayış ve çabasının böyle alçakça bir yöntemle karşılaşması, tarihin oldukça derinlikli bir olayı olarak karşı karşıya olduğumuz düşman gerçeğini, Kürt halkının haklarının karşısındaki dünya gerçeğini, ABD entrikacılığı ile Avrupa ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymuştur.

Kuzey Kürdistan’daki, Türkiye’nin büyük şehirlerindeki tüm halkımızı T.C. sistemini çökertmek üzere halk ayaklanması ve her türlü mücadele etmeye, Kürdistan’ın diğer yerlerindeki ve yurt dışındaki halkı toplumsal eylemliliği sürekli hale getirerek Başkan Apo’ya ve Kuzey Kürdistan’daki bu mücadeleye destek vermeye, yiğit Kürt gençliğini her alanda bu mücadelede görev almaya ve gerilla ordusuna katılmaya çağırıyoruz.”

İMRALI’YA ÖZEL YASA VE YASAKLAR

Bu çağrı, kısa sürede Kürdistan halkının bütün kesimlerinde cevabını bulacak, genç kadınlar ve erkekler dalga dalga yönünü Kürdistan dağlarına çevirecek, gerillada “15 Şubat kuşağı” başlayacaktı. PKK böylesine kritik bir kongre sürecinden geçtiği günlerde, Türk devleti ise İmralı için özel yasalar çıkartıyordu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya götürülmesinden bir gün sonra, Türk Bakanlar Kurulu, 17 Şubat 1999 günü “1999/12408” sayılı kararı ile adayı 2. Derece kara, deniz ve hava askeri yasak bölge olarak ilan etti. Ardından da Ankara rejimi, kendi anayasasını ve yasalarını da çiğneyerek, İmralı Cezaevi’ne ilişkin tüm işlemlerde yetkileri, Adalet Bakanlığı’ndan alarak Kriz Yönetim Merkezi adına Mudanya İskelesi Kriz İrtibat Bürosu’na bıraktı.

İmralı Adası’na gidiş-gelişler Mudanya iskelesinde bulunan Kriz İrtibat Bürosu tarafından organize edilirken, İmralı Cezaevi’nin yönetimi ise Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’ne verildi. Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin 4/c maddesinde “Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bünyesinde teşkil edilen bir merkez olduğu…” ve 3. maddenin 2. fıkrasında da “Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, Kriz Yönetim Merkezi’nin devamlı faal tutulmasından, sistem içerisinde yer alan birimlerin bilgilendirilmesinden sorumlu tutulmuştur” deniliyordu.

Böylelikle 2004’e kadar askerlerin atandığı MGK Genel Sekreterliği, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin yönetim/koordine görevini üstlenirken, bir nevi İmralı’dan sorumlu kılınmıştı. İmralı’ya ilgili bütün karar mercileri bir yandan Türk askerlerinin eline verilirken, diğer yandan da ada “Tek Kişilik Cezaevi” statüsüne uygun sivil bütün unsurlardan da arındırılıyordu. Özel güvenlik önlemleri içeren özel bir statüye tabii kılınan ada ve çevresi hala denizden ve havadan 5 mile kadar askeri yasak bölge statüsündedir.

KENDİ YASALARINI BİLE ÇİĞNEDİ

İmralı Adası ve Kapalı Cezaevi, 16 Şubat 1999’dan bu yana sadece afet, savaş, deprem gibi olağanüstü durumlarda lokal olarak bir bölgeye özgü ve belirli bir süre ile ilan edilebilen “Kriz Hali” uygulaması kapsamına alındı. Uzun yıllar sürecek bu “Kriz Hali”, Türk devletinin yasaları gereği bir danışma organı olması gereken MGK Genel Sekreterliği Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin yönetim/koordine görevini üstlenerek bir yürütme birimine dönüştürüldü. Bu yönetim birimi, olağanüstü yetkilerle donatılarak, uygulama ve kararları yargı kontrolünden çıkarıldı. Kürt Halk Önderi ve İmralı ile ilgili tüm kararları alma yetkisi dahil olmak üzere görev ve yetkilerle donatılan bu kurumun, aslında hukuksal olarak hiçbir sorumluluğu bulunmuyor.

Mevzuat gereği Türk devletinin Adalet Bakanlığı’na bağlı görünen İmralı cezaevi yönetimi ve personeli de fiilen Türk Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı şekilde çalıştı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. Maddesi 3. bendi gereği, burada sözleşme dışında uygulanan İmralı’daki rejimin Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne bildirilmesi gerekiyordu. Ancak şu ana kadar Türk devleti böyle bir bildirimde bulunmadı.

KÜRT HALK ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN’IN ÇABASI VE KONSEYİN DESTEĞİ

İmralı’ya ayak basar basmaz kendisine özgü ve dünyada benzeri zor görülen bir rejimin işkence ve tecridine maruz kalan Kürt Hallk Önderi Abdullah Öcalan ise asıl komplonun yeni başladığının farkındaydı. O, bu komploya “halkların birbirine boğdurulması” diyordu. Bu tehlikeyi gören Kürt Halk Önderi, sorunun çözümüne esas teşkil edecek modeli Türk devlet yetkilileri ile paylaştı. “Demokratik Cumhuriyet” adını verdiği bu model, demokratik hakların tanınması, kültürel açılımların yapılması, toplumsal katılım yasasının düzenlenmesini ve savaşın bitmesini öngörüyordu.

Kürt Halkı Önderi, bir yandan barış ve diyalog sürecinin kapısını zorluyor, diğer yandan da “Kürt halkına özgürlükleri verilmeli ve birlikte yaşamanın yolu bulunmalı” diyordu. O günlerde PKK Başkanlık Konseyi’nden bir açıklama daha geldi: “Parti Önderliğinin halkla ve partiyle doğrudan ilişki içinde yaptığı her açıklama ve söylediği her şey bizim için bir emirdir, bir talimattır. Partimizle ve halkımızla ilişkili olduğu müddetçe Parti Önderliğimizin yaptığı çözümlemelerin, verdiği talimatların, emirleri yerine getirilecektir. Parti Önderliğimizin parti ve halkla ilişkileri kesilirse Başkan Apo adına söylenecek hiçbir söz, bizi ve Önderliğimizi bağlamaz ve bağlamayacaktır. Biz bu durumu kabul etmeyeceğiz.”

AVUKATLARA IRKÇI SALDIRI

Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi’nin yekpare olarak Öcalan’ın etrafından kenetlemesi, komployu tertipleyen güçlerin oyununu bozmuştu. Bu arada Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın birçok kentinden onlarca avukat Öcalan’ın savunmak için harekete geçmiş, başvurularda bulunmuştu. Ardından Öcalan’ın ailesi tarafından tayin edilen 16 avukat, 22 Şubat 1999 günü kendisi ile görüşmek için Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) başvurdu. İçeride ve dışarıdaki direnişin ilk sonuçları ortaya çıkıyordu. Türk devleti, 25 Şubat 1999’da ilk görüşme için avukatların adaya gitmesine izin verdi, ancak Türk faşizminin tavan yaptığı günlerden geçiliyordu ve İmralı’ya geçmek için Mudanya’ya giden avukatlar ırkçı güruhun saldırısına uğradı.

Saldırılar eşliğinde İmralı’ya gidip gelen avukatlar, Kürt Halk Önderi’nin yeni dönem stratejisini ve barış mesajlarını dünyaya duyurdu. Diğer yandan özellikle Türkiye metropollerinde durmak bilmeyen, yer yer şiddete varan eylemler ve gösteriler gerçekleşiyordu. 13 Mart 1999 günü ise bir grup göstericinin eylemine sahne olan İstanbul-Kadıköy’deki Mavi Çarşı’da çıkan yangın sonucu 13 kişi hayatını kaybetti. Kürt Halk Önderi, 17 Mart 1999 günü avukatlarıyla yeniden görüştü ve şiddet eylemlerinin son bulmasını istedi.

SAĞLIK SORUNLARI BAŞ GÖSTERDİ

Kürt Halk Önderi Öcalan’ın 15 Şubat 1999’a kadar sadece sinüzit problemi vardı. İmralı’nın tecrit, izolasyon ve işkence koşullarından bu rahatsızlığına kısa sürede anjin, faranjit, alerjik rinit ve astım başlangıcı gibi yeni ve çok çeşitli rahatsızlıklar da eklenecekti. Ne de olsa İmralı, Kürt Halk Önderi için “zamana yayılmış ölüm” olarak tasarlanmıştı. Fakat hesaplar tutmayacaktı, Kürt halkı, önderlerinin özgürlüğü ve sağlığı için 1999’un o karanlık kış aylarından günümüze kadar direnişe geçecekti.

Abdullah Öcalan ise 2001’de “AİHM Savunmaları - Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” adıyla yayınlanan savunmasında “tabut” ismini verdiği İmralı’ya götürüldükten sonraki stratejisini şöyle özetliyordu: “Aslında her şey ölümüme göre ayarlanmıştı. Ağırlıklı olarak fiziki, bu olmazsa anlam itibarıyla yok edilmem temel hedefti. Çok düşünmeme rağmen bunun dışında bir hedefin tanındığını tahmin etmiyorum. Komplo o kadar derin ve bilinmezlerle doluydu ki, bunu yırtmak gerçekten mucize değerinde çok ileri bir insanlık çıkışını gerektiriyordu.

HAYALLERİNE İHANET ETMEYEN ÇOCUK…

Tüm dünyanın karşı taraf durumuna düşürüldüğü, en yakın dost ve yoldaşların bile hakim inançlarına ve moral değerlerine göre ‘şerefli bir ölüm’den başka bir şey beklemedikleri bir acımasızlık kaderine göre düzenlenmişti. Asrın mantığı buydu. Dostun da düşmanın da mantığı buydu. Duygu ve inançların donduğu nokta da burasıydı. Her şey korkunç bir yalnızlığa mahkum ediyordu. Bir savaş kuralına göre ‘kurşuna dizilmek’ çok uzak bir ceza demeyeceğim, bir hak olarak görülmesine rağmen bu hak bana tanınmıyordu. Uygarlık başka türlü intikam almak istiyordu.

Ben hiçbir zaman kahramanlığa oynamadım. Öyle sanıldığı türden bir cesaretin sahibi olmadığım gibi, olduğum gibi tanınma isteğime rağmen en yakın arkadaşlarımda bile buna tanık olmadığımı iyi biliyordum. Ama bir yanım vardı ki, ona ihanet etmeyecektim: Hayallerine ihanet etmeyen çocuk olmayı sürdürecektim.

İmralı duruşumu anlamak isteyenlere bu çok kısa tanımı yaparken, gelişecek olan ne sıradan bir eleştiri ve özeleştiri ne af ne de şu veya bu tür yaşam beklentisidir. Bu yönlü gelişmeler yaşadığımın erdemi ve anlamı olamaz. Durum daha farklıdır ve bir orijinaliteyi, bir özgünlüğü kavramayı gerektiriyor. Tereddütsüz, çok sınırlı da olsa bir barış ve kardeşlik tavrının en derinden bir öz niteliği olduğundan kuşku duymadığım için ikinci sırada yer alan, alması gereken siyasal tavır meselesine öncelik vermeyecek veya uygarlığın sağına ve soluna göre tutarlı beklentilerine fazla cevap olmayacak, kendimi alet etmeyecektim.

Yüceliği burada arayacak, çağdaş uygarlığın lanetine yenik düşmeyecektim. Eğer onurlu bir barış ve özgürlükten geçen bir kardeşçe yaşam ortaklığına yer verecekse her siyasal yaklaşıma değer verecektim. Ayrı ayrı siyasal adacıkların değerine fazla inanmadığım gibi, bunların hayalciliği kadar yoksunluk ve yoksulluğa daha açık olduklarını bilerek, her düzeyde özgür ifadeye dayalı ‘üniterliği’, birlikleri tercih edecektim. Her zaman olduğu gibi, zora dayalı birlik kadar zora dayalı ayrılıkçılığa da düşmeyecek ölçüde anlamlı duruşumu sürdürecektim.”

Yarın: ‘Yargılama gösterisi’ ve 2 Ağustos çağrısı…