Öcalan İmralı’yı anlatıyor - VIII

“Beni insandan, halkımızı da halklardan saymayan; amansız, örtülü ve eşi görülmemiş yalanlarla yürütülen maskeli bir dünyayla karşı karşıya bulunuyoruz. Eğer böyle olmasaydı İmralı türü hukukun en trajikomik tiyatrosu gerçekleşemezdi.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de Uluslararası Komplo’nun bir parçası olarak görüyor. Orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürdistan halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyor. Öcalan, yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.

Öcalan’ın ‘AİHM SAVUNMALARI- SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN HALK CUMHURİYETİNE DOĞRU’ adıyla 2001’de basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeği, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 8. bölümünü paylaşıyoruz:

ÜÇ BEŞ METRELİK TABUTLUĞA KONULDUM

Bireylerin sorumsuz ve tek başlarına yaşayabileceği varsayımı ancak bilimsel olarak 7 milyon yıl önce insan türüne geçiş aşamasında söz konusu olabilir. O zaman bile küçük topluluklar halinde bir tür oyun düzeninde yaşandığı bilimsel bir görüş olarak genelde kabul edilmektedir.

O tarihten beri insan türünün toplumsal düzeyi geliştikçe fertlerinin de gelişme kaydettiği, toplum dışında kalmanın ise ölüm anlamına geldiği kolayca gözlemlenen bir husustur. Savunmamda bu konu üzerinde de durdum. Bunun nedeni şuydu: Ben adeta gökten düşmüş bir ‘canavar terörist’ olarak, ABD’nin büyük şefi olan son kovboy başkanının özel ve gizli emirleriyle, tüm dünyanın büyük ve ‘kahraman’ güçlerinin desteğiyle, başta istihbarat ve emniyet birimleri tarafından nihayet yakalanıp en muhkem bir adada, Marmara Denizi’ndeki İmralı Adası’nda olağanüstü tedbirlerle tek başıma üç beş metrelik bir tabutluğa konulmuştum.

BENİM DE MENSUP OLDUĞUM BİR HALKIM VAR

Tarihte eşi görülmemiş, ‘en az otuz bin kişiyi öldürmüş en büyük terörist’ durumundaydım. Dünya çapında ve Türkiye’de eşi görülmemiş bir propagandayla böyle yansıtılıyordum. Nasıl asılmam gerektiğinden tutalım parça parça çiğ yenmemin bile yeterli olmayacağına, hemen öldürmek yerine her saat çürütmenin amaca daha çok hizmet edeceğine, bu arada kullanılıp tek bir dostu kalmayıncaya kadar üzerimde özel politikaların uygulanması gerektiğine dair çok şey söylendi, yazıldı ve hayata geçirildi.

İmralı’daki yargılanmamın genelde hukuka, özelde AİHS’ye uygun olup olmadığını değerlendirebilmek için savunmamı geniş tutmanın mutlaka anlaşılması gereken nedenleri vardır. Öncelikle savunmamda kanıtlamaya çalıştığım “Ben de insanım, benim de mensup olduğum bir halkım var” değerlendirmesi fantezi olsun diye ileri sürülmüyor. Beni insandan, halkımızı da halklardan saymayan, amansız, örtülü ve eşi görülmemiş yalanlarla yürütülen maskeli bir dünyayla karşı karşıya bulunuyoruz.

Kaldı ki, bu sadece günümüzle için de geçerli olmayıp, tarihin derinliklerine kadar uzanan bir gerçekliktir. Eğer insandan ve halklardan sayılsaydık ve böylelikle herkes için geçerli olan hukukun eşitliği bana ve halkımıza da uygulansaydı, kesinlikle İmralı türü hukukun en trajikomik bir tiyatrosu gerçekleşemezdi. Sorun en amansız koşullarda yargılanmamdan ve bu yargılamanın AİHS’nin birçok maddesine aykırı gerçekleştirilmesinden kaynaklanmıyor.

Bu hususlar da önemli olmakla birlikte gerekli şekle ilişkin basit ayrılıklardır. Hukukun en temel ilkesi objektifliktir. Hukuk niyetlere, öznel iddialara dayanmaz. Bunu söylerken çağdaş hukuktan bahsediyorum. Yoksa ilahi hukuk kökenli devlet emirlerine hukuk denilemeyeceği açıktır. Bu anlamda hukuktan değil, kendini ilahi kökenli sayan zalim ve yalancı görüşün iğfal, işgal ve imhasından bahsedilebilir.

DEĞERSİZ BİR KİŞİLİK VE HALK BIRAKMAK İSTİYORLAR

Benim İmralı yargılanmam yalnız bir hukuk inkârı ve cinayeti değildir, aynı zamanda çok daha tehlikeli ve gizli amaç olarak gördüğüm gerçeklerin yok edilmesine aracı kılınmak istenmiştir. Sadece İmralı’da olduğum günlerde değil, tüm Avrupa ve Kenya sürecinde her gün yaşatılan şok üstüne şok uygulamaları, tarihsel ve insani gerçekleri benim ve halkım için geçersiz kılmayı amaçlıyordu. Geride hayvan seviyesinde görülen Hint paryalarından daha değersiz bir kişilik ve halk bırakmak istiyorlardı. Korkunç olan bu durumdu. İşin daha da acımasız yanı, bilincim yok edilerek bu sonuca ulaşılmak istenmesiydi.

Giderek tek bir dostum kalmayıncaya kadar bir yok etme ve rehabilitasyon sürecinin derinliğine ve genişliğine uygulanması söz konusudur. Bu tehlikenin tümüyle ortadan kalktığını söylemem de mümkün değildir. Doğrudur, mahkemede kaba işkencenin yapılmadığını söyledim, hatta karşılıklı saygıyı barındıran bir soruşturma sürecinden bahsettim. Fakat bu husus sürecin sadece bir örtüsüdür. Gerçekler başka yerde yatmaktadır.

TÜRKLER BİLE YETERİNCE HABERDAR DEĞİL

Kaldı ki, hukuka ve AİHS’ye aykırılığı sadece Türk hukukuna, yönetimine ve DGM’lere bağlamak çok dar bir yaklaşım olacaktır. Hatta şahsi kanım odur ki, Türkler bile halk ve devlet olarak olup bitenlerden yeterince ve doğruca haberdar olmaktan çok uzaktır. Bu açıdan ucuz bir anti Türklük yapmayı hiçbir zaman uygun bulmadım. Gerçeklerin farkında olmak kadar farklı yerlerde olduklarını bilerek, çok sorumlu ve bilimsel yaklaşmanın yaşamsal olduğunu hep göz önüne getirdim. Renkli bir savunma yapmam biraz da bu nedenlere dayanmaktadır.

ASRIN KOMPLOSUYLA KARŞI KARŞIYAYIZ

Hukuk ve yargılamaya yapabileceğimiz en büyük kötülük gerçeklik duyusunu ve gerçeğin kendisini anlama yeteneğimizi yitirmektir. Tüm bu nedenlerle gözaltı süresinin başladığı ana kadar gerçekleri alabildiğine açıklamaya özen gösterdim.

Eğer dünyanın en büyük gücü olan ABD’nin Başkanı Clinton resmen “Teslim emrini ben verdim” diyorsa, dünyanın ikinci büyük gücü olan Rusya’nın Başbakanı Primakov Avrupa’dan çıkarıldığım gün, benim için tüm Bağımsız Devletler Topluluğuna “Ülkenize gelmesin” diye uyarı yaptığını söylüyorsa, İtalya’da hukuken serbest olma hakkım olduğu halde korkunç bir psikolojik baskıyla kaçırtılıyorsam ve Yunanistan’da dost olabileceğine inandığım bir yönetim hükümet düzeyinde söz verip ardından ölümcül darbe vuruyorsa, tüm bu tavırların altında haklı olmayan ekonomik ve siyasal çıkarlar yatıyorsa ve en son yine bakan düzeyinde “Sizi Hollanda’ya götürüyoruz” deyip hukukta hiçbir yeri olmayan bir biçimde beni Türk özel güvenlik birimlerine teslim ediyorsa, burada sadece hukukun çiğnenmesinden bahsedilemeyeceği, asrın eşine rastlanması zor bir komplosuyla da karşı karşıya olduğumuz açıktır.

DEMOKARTİK HUKUK ÖLÇÜLERİNE AĞIR İHANET

Sorun benim suçlu olup olmamam değildir. Sorun hangi niyet ve çıkarlarla Avrupa çapında AİHS’ye bu kadar aykırı tavırlara girildiğine ilişkindir. Şahsımda Avrupa’nın demokratik ve hukuk ölçülerine ağır bir ihanet söz konusudur. AİHS’nin geçerli olduğu sınırlarda bana uygulanacak hukuk maddesi siyasi ilticayla ilgilidir. Nitekim İtalya’da Roma İstinaf Mahkemesi iltica hakkımı kabul etmiştir. Bu durumda benim eşine ender rastlanan yöntemlerle Avrupa’nın dışına atılmamda rolü olan tüm devlet kurumları ve temsilcileri suç işlemişlerdir.

Suçu işleyenler eliyle gerçekleştirilen bir gözaltının AİHS’nin 5. maddesine aykırılığı gayet açıktır. Dolayısıyla öncelikle kararlaştırılması gereken şey bu hukuk dışı gözaltı ve tutuklanmanın iptalidir. Bu konuyu daha ayrıntılı işlemek durumundayım. Mahkemenin de rahatlıkla görebileceği gibi, neden benim insandan ve halkımızın da halklardan sayılmadığının iyi tespit edilmesi gerekir. Bu konu öncelik taşır. Ben sırf bu yüzden mahkemeye yardımcı olsun diye nasıl bir insan olduğumu, hem de tarih boyunca uygulanan korkunç terörlerin kurbanı olarak bugünlere nasıl geldiğimi boşuna uzun ve bilimsel bir temelde anlatmadım.

Çünkü bana uygulanan bir canavara bile uygulanamaz. Yine halkımızın varlığının yadsınmasına dayanan çabalar en geri kabile varlıklarına bile uygulanmamıştır. Hukuk objektifliği esas alır derken bu gerçekliği kastetmekteyim. Milyonları ilgilendirdiği Yüce Mahkemenin salonlarına ulaşan seslerden de anlaşılan bu davanın hukukun evrensel ilkelerine göre yürütülebilmesi ancak bu gerçeklere hakkının verilmesiyle mümkündür.

Açıkça şu hususu belirtmek durumundayım: Sadece İmralı yargılama koşullarının AİHS’ye aykırı olduğu görülerek verilecek bir kararı komplonun devamı olarak değerlendirmek durumunda kalacağım. Bunu kabul etmem mümkün değildir. Böyle bir kararı kabul etmem halinde, tarihte ve günümüzde halkımızdan en fazla saygıyı kazanmışken, Kürt halkı arasındaki hain işbirlikçilerden biride ben olurum. Halkımıza yönelik hukuksuzluğun baş taklitçilerinden olan bu işbirlikçilere karşı hukukun onurlu yoluna gelsinler diye hep mücadele ettim. Ama İmralı yargılanmasında komployu yutma anlamına gelebilecek her çaba bu işbirlikçilerin oyunlarının tutması anlamına gelecektir.

KORUNMASI GEREKEN ÖZGÜRLÜK İRADESİ VE UMUDUDUR

Bu haksızlığı işlersek, mahkeme buna alet olur ve ben de yutarsam, hiç kuşku olmasın, bu durum halkımıza mensup en dürüst tek insanımız kalıncaya kadar mevcut tablonun acımasızca devam etmesine yol açacaktır. Bu gerçekliğin görülmesi belki Avrupa koşullarından ötürü zor olabilir. Ama yargılanan, halkımız adına kendini cayır cayır yakarak ve misli görülmemiş saldırı güçlerine karşı son nefeslerine kadar insanlık onurlarına sahip çıkarak direnen insanlarımızın tek şerefli ve korunması gereken özgürlük iradesi ve umududur.

Her ne kadar bu iradeyi layıkıyla temsil edemediysem de bu değerlerin şahsımda hem de hukuk karşısında darbe yemesine ve zayıf düşmesine asla fırsat vermem ve alet olmam. Tüm bu gerçeklerin, Avrupa hukukunu adım adım çiğneyerek, beni bir değil tam bin komplo zinciriyle kaçıran sistemin ve güçlerin doğru tanımlanmasını ve Yüce Mahkemenin öncelikle bu konuyu aydınlatıp karara varmasını çok önemli ve tarihsel olarak görüyor ve talep ediyorum.

Kaçırılmam ve gözaltına alınmam sıradan bir olay olarak değerlendirilemez. Sadece bu meşum olayı protesto etmek amacıyla halkımızdan yüzlerce insanımız kendini yaktı, ölüme gitti. Halkımızın umut ve inançlarına büyük darbe vurulmak istendi. Daha da kötüsü, içine konulmak istendiğim intihar süreci işlemiş olsaydı, bunun on binlerce insanın hayatına mal olacak yeni bir süreci başlatması kaçınılmaz olacaktı. Bu yüzden benim âdeta bir paket gibi Türkiye’ye sunulmam, bir bakıma Japonya’dan sonra Halepçe’den katbekat daha fazla tahripkâr olan bir atom bombası etkisini gösterecekti.

TASARLADIKLARI OYUNA DÜŞMEDİM

Tüm zorluklarına rağmen dayatılan intihar sürecini boşa çıkarabilmem, böylesi bir bomba etkisini planlayanları boşa çıkarmıştır. Bütün hesap benim bu acımasız koşullara dayanamayıp ya ölüm orucuna yatacağıma, ya da Yunan Elçisinin bana bıraktığı tabancayla intihar etme yoluyla yaşamıma son vereceğime dayandırılmıştır. Bu durumda sonuç binlerce intihar eylemi, İsrail-Filistin şiddet sarmalını geride bırakan uzun ve kanlı bir şiddet sürecinin derinleşerek sürmesi olacaktı. Halklarımıza, dostlara ve yoldaşlara karşı duyduğum ahlaki sorumluluk ve barıştan yana kişilikli tavrım bu oyuna düşmememi gerektiriyordu.

KOMPLO AKAMETE UĞRADI

Sonu ne olursa olsun, elden geldiğince yaşamamın daha doğru olacağına dair kendimi ikna ederek bu oyunu bozdum. Komplo esas olarak bu tavrımla akamete uğradı ve işlemez duruma düştü. Anadolu ve Mezopotamya topraklarının yıllarca sürebilecek kanlı bir oyuna sokulmasını önledim.

Aslında uygulanan politika son iki yüzyılın bir özeti gibidir. Önce Kürtleri isyana çekip sonra desteksiz bırakmak ve ardından Türkleri ‘vurun’ denecek bir noktaya itmek bu politikanın özüdür. Diğer bir deyişle ‘tavşan kaç, tazı tut’ oyunu oynatılıyordu. Çok acımasız bir politikanın yürütüldüğü açıktır.

Devam edecek…